Ana Sayfa iktibas Foti Benlisoy TÜSİAD-Erdoğan Gerilimi Neden Karakolda Bitti? – Foti Benlisoy

TÜSİAD-Erdoğan Gerilimi Neden Karakolda Bitti? – Foti Benlisoy

Reklamlar

TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Ömer Aras ve TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan’ın gözaltına alınmaları ve daha sonra kendileri hakkında yurtdışına çıkış yasağı konması doğal olarak çok tartışıldı. “Yesinler birbirlerini”, hatta “danışıklı dövüş” diyen de oldu, büyük burjuvazinin güya demokratik muhalefet saflarına katılmasını kendince kutlayan ya da bu katılımın “geç kalmasına” hayıflanan da. Aslında zamanında açıkça “OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz” diyebilmiş,[1] azgın sıfatını hayli hayli hak eden bir sermaye iktidarının “patronlar kulübünün” iki yöneticisini yaka paça gözaltına aldırmasındaki paradoksun kafaları karıştırması hiç de şaşırtıcı olmamalı.

Oysa Marx, bundan uzunca zaman önce tam da benzer bir paradoksu açıklayabilmek için şu satırları kaleme alıyordu: “Şimdi tek tek burjuvalar öteki sınıfları sömürmeyi sürdürebilecek, gönül rahatlığıyla mülkiyetin, ailenin, dinin ve düzenin keyfini sürebileceklerdir; bunun tek koşulu, sınıflarının öteki sınıflarla beraber politik hiçliğe mahkûm olması, kesesini kurtarmak için tacını kaybetmesi ve onları koruyacak olan kılıcın aynı zamanda Demokles’in kılıcı olarak kafalarının üzerinde sallanmasıdır.”[2]

Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’inden alınmış bu meşhur pasajında, tek bir kişinin idaresi altındaki yürütmenin devletin diğer sektörleri ve tüm toplum üzerinde diktatoryal bir güç kazandığı Louis Bonaparte rejiminin kalbinde yatan temel çelişkiyi ortaya koyar. Marx için Bonaparte rejiminin tayin edici bir özelliği, burjuvazinin toplumsal gücünün, yani sınıf iktidarının korunması için politik gücünün kırılması gereğidir. Marx, bu paradoksu şöyle tarif eder: “Bonaparte, yürütme gücünün özerkleşmiş iktidarı olarak, görevinin ‘burjuva düzenini’ güvenceye almak olduğunu hissediyor. Fakat burjuva düzeninin kuvveti orta sınıftır. Bu nedenle kendisini orta sınıfın temsilcisi sayıyor ve emirlerini bu anlayış içinde veriyor. Ne var ki ancak bu orta tabakanın politik iktidarını yıkmış olması ve günbegün yeniden yıkması sayesinde bir şey olabilmiştir o. Bu nedenle kendisini orta sınıfın politik ve fikri gücünün hasmı sayıyor. Fakat maddi iktidarını korumakla, onların politik iktidarını da yeniden üretiyor.”[3]

Burada biraz duralım. TÜSİAD yöneticilerinin mevcut iktidarı “sistem çöktü” gibi ağır ifadelerle topa tutmasıyla başlayan, Erdoğan’ın “haddinizi bileceksiniz” çıkışıyla devam eden ve göz altılarla sonuçlanan sürecin arka planında, Ümit Akçay’ın ifadesiyle, “Türkiye’de 2013 sonrasında görülen birikim/büyüme modeli krizine nasıl yanıt verilmesi gerektiği ve bu krize karşı geliştirilecek büyüme stratejisinin ne olduğu konusundaki anlaşmazlık” var elbette.[4] Türkiye kapitalizminin sermaye birikim tercihine ilişkin bir süredir devam eden bir kavga bu. Ancak buradan hareketle iktidar ile TÜSİAD arasındaki gerilimin temel dinamiğinin siyasi değil de ekonomik olduğuna dair aceleci bir çıkarsama yapmak hayli yanlış. Aslında farklı birikim stratejileri eksenli hâkim sınıf içi mücadele ve çekişmeler, sermaye sınıfının, Hal Draper’ın deyimiyle, “başka hiçbir hâkim sınıfın olmadığı kadar ihtilaf ve rekabet halindeki çıkar gruplarıyla çaprazlama bölünmüş olmasının, şu kurtlar sofrası halinin”[5] doğal bir sonucudur. Yani bu tip “kavgalar” sermaye düzeninin tabiatı icabıdır. Ancak hâkim sınıf içi bu ihtilaf ve bölünmeler “normal” anayasal-parlamenter kurum, kural ve teamüllerle yönetilebilir ve uzlaştırılabilir olmaktan çıkmışsa o zaman otoriter-cebri seçenekler gündeme gelir, söz konusu ihtilaflar, yine Draper’ın deyimiyle bu “yatay sınıf savaşları” artık karakolda bitmeye başlar. Bizde söz konusu olan budur.

İsterseniz bu noktada dizilerdeki gibi “priviyusli” deyip, buraya nasıl geldiğimizi hatırlayalım: “Saray rejimi”, hâkim sınıfın birliğinin parlamenter yollarla sağlanamaması, tabi gruplar üzerinde istikrarlı ve sürekli bir hegemonyanın kurulamaması koşullarında gündeme gelmiştir. Yani bir bakıma bu “kurtlar sofrası” haline bir çeki düzen verip hâkim sınıfın bütünlüğünün diktatoryal yöntemlerle sağlanması girişimidir.

Sermaye sınıfının “geleneksel” sayılabilecek siyasal temsil kurum ve mekanizmalarının krizi, toplumu kendi etrafında bütünleştirecek başarılı hegemonik proje ortaya koyamaması ve iç fraksiyonlaşması, kapitalist devlet ve toplumun ancak yürütmenin “aşırı” özerkleşmesi-güçlenmesi formülüyle bir arada tutulabilmesi seçeneğinin önünü açmıştır. Parlamenter sistem önce “bekleme odasına” alınmış, sonra da ilga edilmiştir. Böylece saray, “normal” parlamenter temsil mekanizmalarının tasfiyesi ve açık-kapalı zor yoluyla tüm sermaye kesimlerini kendi yöneticiliği altında ve yeni bir güçler dengesi dahilinde birleştirmeye, bu şekilde “devletin bütünlüğünü” sağlamaya soyunmuştur.

Böylece Erdoğan, devlet aklı (raison d’état) ya da hikmet-i hükümet, yani devletin eylemlerine siyaset dışı ya da siyaset üstü sınırlar konulmasını reddetme hakkını uhdesine geçirmeye soyunmuştur. Bu durum, Erdoğan şahsında devletin, mevcut siyasal-sosyal güçler karşısında ciddi bir hareket serbestisi ya da özerklik kazanmasına neden olmuştur.

Burada dikkate alınması gereken bir husus, devletin kurumsal mimarisinin lidere tabi kılınmasının, liderin bedeninde cisimleşen siyasal iktidarın bütün toplumsal sınıfların üzerinde yükselerek “aşırı” özerkleşmesinin, sadece genel anlamda toplumun değil, hâkim sınıfın da siyaseten pasifize edilmesi anlamına geldiğidir. Alman komünist hareketinin öncü isimlerinden August Thalheimer, faşizm ve Bonapartizmin ortak “görüngü biçimi, yürütme erkinin kendi başına buyrukluğu, burjuvazinin siyasi egemenliğinin yok olması ve toplumdaki tüm diğer sınıfların, yürütme erkinin boyunduruğu altına girmeleridir” derken bu duruma işaret eder.[6] Yani devletin kurumsal mimarisinin “reis” merkezli olarak yeniden yapılandırılmasına yönelik girişim,  farklı ve çelişen çıkarlara sahip olan devlet içi hiziplerin ve sermayenin çeşitli fraksiyonlarının lidere tabi kılınarak “siyaseten mülksüzleştirilmesi”, yani siyasal alana müdahale kapasitesinin zayıflatılması anlamına gelir.

Bu “siyasi mülksüzleştirme” süreci söz konusu rejimin sınıf içeriğinin değiştiği anlamına zinhar gelmez. Aman böyle bir yanılgıya düşmeyelim. Thalheimer “toplumsal” ve “siyasal” boyutlarını dikkatle ayırdederek bu “sınıf içeriği” meselesini şöyle vurgular: “Bonapartist ya da faşist diktatörlük toplumsal içeriği itibariyle büyük sermayenin diktatörlüğüdür. Ancak siyasal biçimi itibariyle o, büyük burjuvazi ve onun partileri üzerinde bir diktatörlüktür.”[7] Yani devletin “aşırı özerkleşmesi”, hâkim sınıfın siyasal gücünde, siyasal alana doğrudan etki edebilme kapasitesinde bir zayıflamayı beraberinde getirir. Troçki’nin ifadesiyle, “Bu tipte bir hükümet mülk sahiplerinin kâhyası olmaya devam eder elbet. Ama bu takdirde kâhya efendisinin sırtına oturmuştur, ensesine vurmakta ve fırsatı geldiğinde çizmelerini efendisinin yüzüne silmekten çekinmemektedir.”[8]

Erdoğan’ın TÜSİAD yöneticilerinin açıklamalarına AKP grup toplantısında verdiği cevapta “TÜSİAD zihniyeti siyasetin zayıf ve devletin onun tasallutu olduğu dönemlerin zihniyetidir. 2002 öncesinde TÜSİAD zihniyetinin neye tekabül ettiğini biliyoruz. Eski Türkiye’de siyaseti istedikleri gibi dizayn ediyorlardı. Gazete manşetleri vasıtasıyla iktidarlara ayar veriyorlardı. Biz buna dur dedik” diye konuşurken vurguladığı husus tam da budur. Yani sermayenin kendi örgütleriyle siyasal alanı doğrudan etkileme/belirleme kapasitesinin mutlak bir biçimde zayıflatılması gerçeğidir. Aynı konuşmada geçen, “Eski Türkiye’yi özlüyor olabilirsiniz, ama yeni Türkiye’de haddinizi bileceksiniz. İş adamı derneği iseniz, iş adamı derneği gibi davranmayı öğreneceksiniz. Milleti kışkırtmayacak, devletin kurumlarını provoke etmeyeceksiniz. Yargıyı baskı altına almaya çalışmayacaksınız. TÜSİAD haddini bilmeyi öğreneceksin” sözlerinin bir tek anlamı vardır: TÜSİAD’ın, yani geleneksel büyük burjuvazinin yeni rejimde Marx’ın ifadesiyle “politik hiçliğe mahkûm olması.”[9]

Erdoğan bu hususu geçmişte de açık etmekten geri durmadı. 2017 yılında TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Erol Bilecik ve Yönetim Kurulu üyeleri ile buluşmasında sarfettiği şu sözler bu bakımdan açıklayıcıdır: “TÜSİAD’ın zayıflamasını istemeyiz. İlanla hükümet değiştirme dönemleri artık tarihte kaldı. Geçmişte, TÜSİAD’la ilişkilerimizdeki sorunlar, kamuoyu önünde ve medya aracılığıyla mesaj vermelerinden kaynaklandı. Benimle bu şekilde doğrudan konuşun!”[10] Erdoğan’ın bu sözleriyle kastettiği, TÜSİAD’ın siyasal karar alma mekanizmalarını etkileme ve kamuoyunu kendi siyasal tercihleri doğrultusunda belirlemeye dönük bağımsız gücünün kırılmasıdır. Yani bundan böyle TÜSİAD ancak “reis” tarafından ve onun aracılığıyla siyasete etki edebilecek, siyaseti (gazete ilanlarıyla, kamuoyuna medya aracılığıyla verilen mesajlarla vs.) doğrudan etkileme gücünü reise devredecektir.

Bu tartışmadan iki yıl sonra yine aynı temanın öne çıktığı bir başka polemiği de hatırlatalım. 15 Mayıs 2019’da TÜSİAD’ın Yüksek İstişare Konseyi (YİK) toplantısında, YİK Başkanı Tuncay Özilhan’ın yaptığı konuşmada ekonomiden dış siyasete kimi ciddi eleştiriler dillendirir. Bunun üzerine Erdoğan, “Beyefendi 17 yıl önce neredeydin, bugün ekonomik olarak neredesin. O günden bugüne firman ne kadar büyüdü, arkadaşların ne kadar güçlendi onu masaya yatırmıyoruz. Ben sizin 17 yıl önceki durumunuzu da bugünkü durumunuzu da biliyorum. Yeri gelirse bunları da teşhir ederim. Türkiye’yi dışarıdan vuranlar vurmaya çalışıyor, ama içeriden vuranlara bunun hesabını sormasını bilirim” diye sert bir cevap verir. Özilhan’ın şahsında TÜSİAD sermayesini “milletine” teşhir ve şikâyet ettikten sonra da “Biz TÜSİAD’ın politik taraflıktan daha ziyade Türkiye’nin ekonomik mücadelesine yaptığı katkılarla gündeme gelmesini arzu ederdik. Daha bir hafta önce ziyaretime geldiniz. Sizlerle biz neleri konuştuk, bir hafta geçmeden yaptıkları açıklamalara bak, unutmayalım bu ülke hepimizin ortak vatanıdır. Bu dolarlar, bu avrolar sizi kurtarmaz, bu millet sizi kurtarırsa kurtarır” diye konuşur.[11]

Bütün bu örneklerde Erdoğan’ın aba altından sopa göstererek karşı çıktığı, TÜSİAD’ın bir “politik taraf” olarak görünmesi, siyasal süreçlere (hele hele kriz koşullarında) 1990’lı ve hatta 2000’li yılların önemli bölümünü hatırlatan özerk müdahalesidir. Erdoğan sermayenin siyasal iktidar karşısındaki “yapısal” gücüne halel getirme yanlısı değildir elbette. Onun karşı çıktığı, bu gücün aktüel siyasete kendi aracılığı olmaksızın tercümesi, yani sermaye sınıfının siyasal süreçlere dönük bağımsız müdahale ve etki kapasitesidir. Büyük sermayenin kârlılığını teşvik eden politikalar karşısında onun sessizliğini, sessiz kalamayacağı durumlarda da “şahsını ziyaret etmesini”, yani özerk siyasal etki ve gücünü “reise” devretmesini talep etmektedir.

Aslında TÜSİAD son on küsür yılda kendisine biçilen bu role büyük ölçüde sadık kaldı. Marx’ın deyimiyle “egemenliğin zahmet ve tehlikelerinden kurtulmak için kendi politik egemenliğinden kurtulmaya” onay verdi, devletin birlik ve bütünlüğünün Erdoğan’ın bedeninde sağlanmasına rıza gösterdi. Bülent Falakaoğlu’nun ifadesiyle, “Erdoğan liderliğindeki ‘tek adam’ rejimini tahkim sürecinde TÜSİAD’a kârlı kazançla havuç, azarlayarak ayar verme dengesi” üzerine kurulu “çatışmalı aşk ilişkisi” pürüzlere rağmen işledi.[12] Peki ne değişti? Ne oldu da “patronlar kulübü” Saray Rejimi karşısında böyle güçlü bir çıkış yapmaya, sadece ekonomik eleştirilerle yetinmeyip siyasi çıkışlar da yaparak kendilerine biçilen rolün dışına çıkmaya karar verdi?

Konunun elbette burjuvazinin “kahramanlık çağına” ait olduğu iddia edilen demokratik duyarlılıklarla bir ilgisi yok. Türkiye’nin geleneksel büyük burjuvazisi, bir yandan istikrarsızlaşan uluslararası ortamda kolektif çıkarlarını savunacak, içeride gündeme gelebilecek tehditleri bertaraf edip düzen ve istikrarı sağlayacak bir “güçlü-otoriter devleti” bal gibi istemektedir. Ancak öte yandan, bu “güçlü” devlet aygıtının “aşırı özerkleşerek” kendi siyasal etki ve konumunu, dahası iktisadi konumunu tehlikeye atmasından da çekinmektedir. Bu güçlü devletin sermayenin belli kesimlerinin siyasal müdahale kapasitesini büsbütün ortadan kaldırması, hatta sermaye birikim sürecini belli sermaye fraksiyonları lehine belirleyen bir el koyma aracına dönüşme istidadı göstermesi, yani yürütmedeki özerkleşmenin kabul edilebilir sınırları aşması ihtimalini gündeme getirmektedir. Şirketlere kayyum atamanın sıradanlaşması, böylece sermayenin, malların ve varlıkların teminat altında olması ilkesinin dahi altının oyulması bu kaygıları iyice pekiştiriyor olmalı. Akla Devlet Denetleme Kurulu’nun, Siber Güvenlik Kurulu’nun ve TMSF’nin elde ettiği muazzam genişlikteki yetkileri getirmek yeter. Dolayısıyla birikim rejimi tartışmasının “karakolda bitmesinin” ardındaki ekonomik nedenler kadar, devletin kurumsal mimarisini ilgilendiren politik nedenleri de dikkate almak şart.

TÜSİAD’ın çıkışının ardından Mehmet Şimşek programının akıbeti merak konusu. “Reis’in” hâkim sınıfın farklı ve çatışan fraksiyonlarının çıkarlarını uyumlulaştırmaya dönük “hakemlik” işlevinde erozyon anlamına gelen bir “kriz yönetiminin kriziyle” karşı karşıyayız. Büyük sermayenin düne kadar siyaseten sindirilmiş kesimlerinin ekonomi yönetiminin “siyasetten arındırılması”, yürütmenin özerkleşmesinin aşırılıkçı kimi sonuçlarının frenlenmesi konusundaki basıncının ne gibi sonuçlar yaratacağını ise şimdiden kestirebilmek mümkün değil. Kesin olan, meselenin demokrasiyle, hiç değilse “bizim” anladığımız demokrasiyle ilgisinin hayli cılız olduğu ve Saray Rejimi’yle mücadelenin “yatay sınıf savaşlarına” bırakılamayacak önemde olduğudur.

Unutmayalım, Marx için Louis Napoleon’un diktatörlüğü, bir işçi sınıfı taarruzuna verilmiş doğrudan bir yanıt niteliği taşımıyordu. Marx’a göre Haziran 1848’de Paris işçilerinin aldığı ağır yenilgiden sonra “proletarya devrimci sahnenin arka planına geçer.” Bu koşullarda meşhur On Sekiz Broumaire eserinin büyük bölümünün hâkim sınıf içi saflaşma, çatışma ve entrikalara dair olması, bir başka deyişle esas itibariyle Düzen Partisi’nin iç tutunumunu yitirerek bölünmesine ve bunun sonucunda ortaya çıkan temsil krizine odaklanması şaşırtıcı değildir. Ancak Marx’a göre proletarya, yaşadığı yenilgiye karşın “oyunun ilerleyen sahnelerini bir hayalet gibi takip eder.”

Aynı şey bizim durumumuzda da geçerlidir. Sahnede cereyan edenler unutturmasın. Sahnenin hemen arkasında krizin ve yoksulluğun çaresizliğe ve öfkeye sürüklediği milyonlar duruyor, bekliyor. Şimdilik. Mevcut apati yanıltmasın. Bıçak kemiğe dayandığında siyasal konum alışlarda radikal değişiklik ve kaymalar, hatta kolektif siyasal bilinçte düne kadar olası görülmeyen sıçramalar mümkün hale gelecek, iktidarın toplumsal tabanı iyice istikrarsızlaşacaktır. Mevcut siyasal ve sosyal güç dengelerinde şimdi öngörülemeyen sarsıcı değişimler mümkündür. Yeter ki sınıf içeriği olmayan bir soyut demokrasi söylemine sarılan “muhalefetin” ötesine geçilebilsin.

Sahnede olup bitenler aklımızı almasın. Düğümü çözecek olan sahnenin ardında bekliyor, izliyor, bir hayalet, bir heyyula gibi…

[1] Erdoğan’ın 12 Temmuz 2017’de yabancı sermayeli yatırımcılarla toplantıda sarfettiği sözler şöyleydi: “OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın, diye yapıyoruz. Soruyorum. İş dünyasında herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde Türkiye’de OHAL vardı ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Ama şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz. Çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız. Bunun için kullanıyoruz biz OHAL’i.” “Cumhurbaşkanı Erdoğan: OHAL’in sınırlarını biz belirleriz”, https://www.aa.com.tr/tr/gunun-basliklari/cumhurbaskani-erdogan-ohalin-sinirlarini-biz-belirleriz/859614

[2] Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, çev. Tanıl Bora, İletişim, 2010, s. 92.

[3] Marx, age, s. 171.

[4] Ümit Akçay, “TÜSİAD-AKP geriliminin ekonomi politiği”, https://www.gazeteduvar.com.tr/tusiad-akp-geriliminin-ekonomi-politigi-makale-1758400

[5] Hal Draper, Karl Marx’s Theory of Revolution Volume: 1 State and Bureaucracy, Monthly Review, 1977, s. 323.

[6] August Thalheimer, “On Fascism”, https://www.marxists.org/archive/thalheimer/works/fascism.htm

[7] August Thalheimer, “So-called Social-fascism”, Marxists in the Face of Fascism Writings by Marxists on Fascism From the Inter-war Period içinde, ed. David Beetham, Haymarket, 2019, s. 196.

[8] Lev Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, çev. Orhan Koçak – Orhan Dilber, Yazın, 1998, s. 307.

[9] “Erdoğan’dan TÜSİAD’a: Yeni Türkiye’de haddinizi bileceksiniz”, https://tr.euronews.com/2025/02/19/erdogandan-tusiada-yeni-turkiyede-haddinizi-bileceksiniz

[10] Aktaran Okan Müderrisoğlu, “Cumhurbaşkanı’ndan TÜSİAD’a mesajlar”, Sabah, 4 Mart 2017.

[11] Erdoğan yine TÜSİAD’ı hedef aldı!, https://www.sozcu.com.tr/2019/ekonomi/erdogan-yine-tusiadi-hedef-aldi-4827844/

[12] Bülent Falakaoğlu, “AKP-TÜSİAD ilişkisinde bir kırılma anı mı: Program revize edilir, çatışmalı aşk gerilir!”, https://www.evrensel.net/yazi/96441/akp-tusiad-iliskisinde-bir-kirilma-ani-mi-program-revize-edilir-catismali-ask-gerilir

YORUM YOK

Yorumunuzu ekleyinCevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Exit mobile version