Kendi iktidarlarını kadınların bedeni üzerinde kurdukları bir baskıyla, söylemle devam ettirenlerin, meydan muharebesinden başka bir şey değildir yaşanılanlar.
Her gün kalktığımızda, pencereden başımızı uzatıp, bugün ne oldu diye Suriye’ye bakıyoruz. HTŞ ne kadar değişmiş? Trump, askerleri çekecek mi çekmeyecek mi? Bugün kaç Alevi katledildi sayısı ve belki ölenlerin yanında yaş, cinsiyet ve belki, tarafımızdan muteber görünüyorsa mesleği.
Bir satırdan ibaret hayat yani ya da sadece sayılar…
Ortadoğu’da son savaşlar, bütün dünyadaki ‘Kimlik-Mekân-Ekoloji’ mücadelesinin derin yarıkları arasında sürdü. Bir yanda bu kimliğin açık erkek yüzü, IŞİD, diğer adıyla DAEŞ ya da kendilerinin sürekli değiştirdikleri yeni isimleriyle ‘faşistislam’ kuvvetleri, öte yanda direnişin simgesel yüzleri ‘Jin’ arasında devam etti. Bu, savaşın ilk günlerinden beri dışarı vurduğu, kendini deşifre ettiği kısmıydı.
20. yüzyıl savaşlarından farklı olarak bu savaşlarda, şiddeti, daha doğrusu vahşeti uygulayanlar, bunu saklamak, gizlemek ya da üstünü örtbas etmek yerine doğrudan teşhir ettiler ki bu tam bir ‘erkek’ davranışıydı. Bununla karşı tarafı sindirmek, henüz kendileri gelmeden, oranın terk edilmesini sağlamak ve ‘Erkek’leri kendilerine katmaktı amaçları. Bir yandan, bu yüzyıl Meksika mafya taktikleri, yani cinayetlerin kamuya yönelik, açık bir vahşet temaşası ile, hatta görsel efektlerle etkisini de artırarak sunarak, en aşağıdan, bok çukurundan, ‘başka kimlik yoksunu erkekleri’ yanlarına devşirmek, öte yandan kadınları ganimet listesinde en başa koyarak ‘erkek cennetinin’ anahtarı olarak bu vahşete ortak olmayı önermek. Osmanlının büyük toplara bağlayarak patlattığı insanlar gibi, dört bir yana dağılan vahşet parçacıkları içinde devam ediyordu savaş.
Öte yandan ‘Jin’ ise, uçurumun diğer yanındakilerin ve istediklerinin aksine, köle olmak yerine tam karşısında, toplumsal bir özgürlüğün taşıyıcı dinamiği olarak öne çıktı. Kimlik uçurumunun içinden doğan bu direniş, bir yandan dışlanmış, yok sayılmış ve böylece sistemin kendisine doğrudan eklemlenmiş erkeğe karşı bir direnişti. Bir başka perspektiften, sistem kendisini zaten dışlanmışlar üzerinde var ettiğinden, yani artık sınıfsal olanla, ekoloji ile ve mekânla kimliğin iç içe girdiği bir sarmalda, bunların hepsinin mümkün olabilecek tek çıkışının kurucu öznesiydi ‘Jin’.
Kimlik uçurumunun ortasında var olma mücadelesi, artık dünyayı değiştirme mücadelesinden ki uzun yıllar devrim diyorduk buna ayrılamaz bir durumdaydı. Sadece şurasını değiştirmek istiyorum denilemiyordu.
’Jin’ direnişi aslında –ne yazık ki büyük bir eksiklikle– yeterince anlatılamadı bile. Yoksa halk diplomasinin bir alanı olarak, başta Avrupa’da olmak üzere, bütün dünyada anlatılabilmiş olsa, erkek tarafının yeni saldırıları mümkün olabilir miydi?
Bu yüzden bugün baktığımızda erkek tarafı ile yan yana olanların yakın geçmişleri, söylemleri ve hakim oldukları her yerde açıkça yaşanılanlar, ‘erkek iktidarına müsamaha, zincirleme taciz ve tecavüz hadiseleri, suçun açık ve saklı kutsanması ya da en azından üstünün mutlaka örtülmesi’ tesadüf müdür?
Kendi iktidarlarını kadınların bedeni üzerinde kurdukları bir baskıyla, söylemle devam ettirenlerin, meydan muharebesinden başka bir şey değildir yaşanılanlar.
Yani savaş, ‘Erkek iktidarı’ ile ‘Jin’ arasındadır ve kadınlar kazanacak…