Ana Sayfa yazılar iktibas Küçük anların filmi: Açlık – Tugay Karakuzu

Küçük anların filmi: Açlık – Tugay Karakuzu

Reklamlar

Britanyalı yönetmen Steve McQueen’in, tarihin en tartışmalı politik direniş eylemlerinden birini cesur ve çarpıcı bir şekilde yakın plana aldığı 2008 yapımı filmi Açlık, söyledikleriyle güncelliğini hep koruyacak filmlerden.

Film, 1981 yılında Kuzey İrlanda’daki Maze Hapishanesi’nde, 27 yaşındaki İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) üyesi Bobby Sands’in, kendisi ve diğer IRA mahkûmlarının politik tutuklu olarak tanınması için Britanya hükümetine karşı başlattığı direnişi konu ediyor.

“Kuzey İrlanda, 1981. 1969’dan beri The Troubles (Çatışmalar) sürecinde 2.187 kişi hayatını kaybetti.” Filmin başında bir ara başlıkla verilen bu bilgi, olayların yalnızca bireysel bir direniş eylemi olmadığını, daha geniş bir siyasi ve toplumsal çatışmanın/direnişin parçası olduğunu açıkça ortaya koyuyor. The Troubles sürecinin bilançosunu veren bu bilgi, seyircinin zihninde bir çerçeve oluşturuyor ve Açlık‘ın yalnızca bir mahkûmun ölümü değil, bir halkın mücadelesine dair bir hikâye anlatacağının haberini veriyor.

Peşinden gelen filmin açılış sahnesi alışılmışın dışında bir tercih yaparak, bizlere hikayesini izleyeceğimiz Bobby Sands yerine paranoyak olmakta haklı olan paranoyak bir gardiyanı tanıtıyor. McQueen, filmin ilk yarısı boyunca Sands’i geri planda tutan ve bunun yerine hapishane yaşamının tekrarlayan, tecrit rutini üzerine yoğunlaşır. Bunu da paranoyak bir koğuş gardiyanı ve yeni hapsedilmiş bir mahkûmun bakış açıları arasında gidip gelerek yapar.

Küçük anların büyük etkisi

Oldukça steril bir dünyaya davet edildiğimiz ilk sahnede, yaralar içindeki elini lavabo içindeki su birikintisine batırarak rahatlatan bir adam görürüz. Her zamanki rutinine uyanmış olduğunu anladığımız bu adam, yatağının üzerine muntazaman ütülenip katlanarak yerleştirilmiş kıyafetlerini giyer. Yine eşi tarafından titizlikle hazırlanmış kahvaltısını eder, verandalı evinden dışarı adımını attığında kuşkuyla etrafına bakıp, arabasının altını kontrol eder. Güvenliğinden biraz olsun emin olduğunda işine gitmek için arabasına biner.

McQueen, işkenceyi sistemin sıradan bir rutini olarak sunar: İzlediğimiz sahne, bir İngiliz gardiyanın sıradan bir günüdür.

Gardiyandan sonra hapishaneye yeni getirilen başka bir siyasi tutuklu olan Davey Gillen’le tanıştırıldığımızda arka planda gelen radyo sesleri aracılığıyla siyasi mahkumların tektip üniformaları reddetmeleri ve “siyasi tutuklu” statüsü talepleri hakkında İngiliz devlet yetkililerince yapılan konuşmaları duyarız. “Politik cinayet, politik bombalama veya politik şiddet diye bir şey yoktur. Sadece suç teşkil eden cinayet, suç teşkil eden bombalama ve suç teşkil eden şiddet vardır. Bu konuda taviz vermeyeceğiz. Politik statü olmayacak.”

İşkenceci gardiyandan sonra, siyasi tutuklu statüsü verilmeyen ve tektip kıyafet dayatmasına boyun eğmeyen tutukluların rutinine bakan film, işkenceciler ve direnişçilerin rutinleri arasında ilginç bir paralellik kurar: ikisi de katı bir tekrarın içinde sıkışmıştır. Her ikisinde de monoton bir rutin açıkça görülürken, birinde steril bir ortam ve ışık, öbüründe dışkı dolu hücreler ve karanlık görürüz.

Bu küçük anlar, filmin temasına da doğrudan bağlanıyor: içeride olmak ile dışarıda olmak arasındaki sınırın silikleştiği bir dünyada, her hareket bir direniş ya da teslimiyet anına dönüşüyor.

Her şeyden önce, Açlık anların filmidir. Film, geleneksel bir hikâye anlatısını izler gibi görünse de, en dramatik anları bilinçli olarak dışarıda bırakır. Karakterler vardır, ancak uzun sekanslarda neredeyse hiç konuşmazlar. Filmde küçük hareketler ve anlar bir biçimde büyüyüp genişler ve daha büyük anlamlar kazanır; açlık grevi hakkında bir filmde, bir gardiyanın peçetesinin kırıntılarını yere dökmesi bile güçlü bir anlam taşır. Ya da diğer siyasi tutsak Davey Gillen’in kırık pencereden dışarıya uzattığı parmak uçlarına konan ölmek üzere olan bir sineğin, onun parmaklarındaki cılız ama yine de keskin hareketleri. Açlık grevinde ölmek üzere olan çocuklarını görebilmek için Bobby’nin anne ve babası cezaevi yönetiminin odasına girer. Masanın üzerinde bir fotoğraf vardır. Cezaevi yönetiminin perspektifinden gördüğümüz aile dışında, kameraya bir de masanın üzerinde duran bir fotoğraf da bakmaktadır. Bu fotoğrafta muhtemelen hapishane yöneticisinin oğlu olduğunu anladığımız bir çocuk vardır. Sağlıklı ve gürbüz bir çocuk.

Filmin ağır temposu, çok uzun sabit planları, diyaloğun neredeyse hiç olmaması, filmdeki bu “anları” parlatıp keskinleştiriyor. Bu anlatı tarzı ve estetik filmin kurcaladığı açlık, tecrit ve direniş gibi temalarla daha etkili bir şekilde hemhal olmasını sağlıyor. Mesela, Sands’in bir rahiple yaptığı uzun sohbet sahnesi, tek bir sabit kamera ile 20 dakika boyunca kesintisiz ilerler. Bu, klasik sinemanın anlatım kalıplarına meydan okuyan cesur bir tercihtir.

Filmin pek çok kısmına hakim “sessizlik” de filmin yarattığı duygu dünyasına başka bir katman ekliyor. Sessizliğin neredeyse her mekanı doldurduğu filmde, ufak sesler büyük etkiler yaratıyor. Tıpkı film boyunca izlediğimiz o ufacık anların yarattığı etkiler gibi.

Ölümsüzleşmeye doğru

Açlık’ı, yaşam, direniş ve ölüm olmak üzere üç belirgin bölüme ayrılmış bir film olarak düşünebiliriz; her biri kendine özgü bir atmosfer ve sorgulama yöntemi barındıran bir film. Hapishanedeki günlük yaşama odaklanan ilk bölüm neredeyse tamamen diyalogsuz olsa da, işkence sahnelerinin çarpıcılığı sessizliğinden daha çok gürültülüdür.

Daha sonra, Sands’in açlık grevinin anlatıldığı üçüncü perdede, film neredeyse tamamen tek bir odada geçer. Yakın planlarla karakterinin bedensel çöküşüne daha fazla odaklanan yönetmen, onu daha fazla anlamamız veya hissetmemiz için ona yaklaşıyor gibidir. Bedeninin gitgide küçülüp eridiğine ileri atlamalarla tanık olduğumuz Sands, ölüme daha fazla yaklaştıkça geriye dönüşlerle bozulmuş ses ve görüntülerle çocukluk anılarının akışı, kararıp aydınlanan ekran ve havada süzülen bir tüy görürüz.

Hayatının son dört yılını İngiliz hapishanelerinde geçiren ve altmış altı gün boyunca açlık grevini sürdüren devrimci ve şair Bobby Sands’in direnişini takip eden film, bunu yaparken olağanüstü olan ancak olağanlaşmış durumlara ve anlara yoğunlaşarak bakmayı hiç elden bırakmıyor.

YORUM YOK

Yorumunuzu ekleyinCevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Exit mobile version