Ana Sayfa Kıbrıs iktibas Yonca Özdemir AKP, Kürt Çözüm Süreci ve Kıbrıs Sorunu – Yonca Özdemir

AKP, Kürt Çözüm Süreci ve Kıbrıs Sorunu – Yonca Özdemir

Reklamlar

Türkiye Dışişleri bakanı Hakan Fidan geçtiğimiz çarşamba günü ülkemize gelip bazı temaslarda bulundu.

 Bu temasların ardından yapılan basın toplantısında “iki devletli çözüm” vurgusu yaptıktan sonra “Kıbrıs’ın bir ada olarak, iki devlet bir araya gelerek yapamayacağı hiçbir şey yok. Bu adanın muazzam büyük ekonomik potansiyeli var, enerji potansiyeli var. Ama siyasal çözümsüzlük maalesef toplumları geri bırakıyor” dedi.

İlk bakışta bile oldukça çelişkili bir ifade, değil mi? Madem çözümsüzlük bir sorunsa niye Kıbrıs sorunu barışçıl bir şekilde çözülmüyor? İki ayrı devletin iş birliği yerine neden iki toplum bir araya gelerek tek devlet olarak potansiyelini gerçekleştirmiyor?

Sonra Fidan, “Doğu Akdeniz’de başka bir döneme giriyoruz ve bu dönemi Kıbrıs adasının bir bütün olarak kaçırmaması gerekiyor. Farklı farklı jeopolitik ittifaklar oluşturmak çok işe yaramıyor” diye ekledi.

Aslında dedikleri çok doğru, ama adeta dediklerinin gerçekleşmesi için en uygun yolun Kıbrıs sorununa federal bir çözüm olduğunu söylemeyi unuttu! Yani dilekleri yerinde, sunduğu çözüm ise o dilekler için yanlış yöntem. Lakin, bu yazıda anlatmaya çalışacağım gibi, bugün “iki devletli çözüm” diyen Türkiye’nin yarın tekrar “federal çözüm” demesi de mümkün.

Nitekim AKP hükümeti şimdiye dek pek çok önemli siyasi konuda keskin dönüşler yaptı. Bu dönüşlerden benim anladığım tek şey AKP’nin, daha doğrusu -artık AKP’de tüm kararları tek kişi aldığı için- Erdoğan’ın aslında herhangi bir stratejiyi tutarlı bir şekilde izlemeyip tamamen pragmatik davrandığı. Bu yazımda da bu hususu Türkiye’nin en büyük iki derdi olan Kıbrıs ve Kürt sorunlarını ele alarak irdelemek istiyorum.

***

Türkiye’nin -Avrupa Birliği (AB) kaynaklı sebeplerden bağımsız olarak- demokratikleşip AB’ye üye bir ülke olarak dünyada yerini alabilmesi yönünde en büyük iki engel Kürt ve Kıbrıs sorunları. Bunlardan ilki uzun yıllardır Türkiye’nin demokratik ve çağdaş bir hukuk devleti olmasına mâni oldu. Bölünme korkusunun hala aşılamadığı, hala daha vatandaşlarına medeni ve siyasal haklarının tamamını verememiş ve halk arasında o demokratik bilinci de oluşturamamış bir Türkiye’de Kürtlerin siyasi ve kültürel talepleri haliyle hiçbir zaman gerektiği gibi karşılanmadı. Öte yandan PKK terörü travmaları daha da körükleyerek arada kaydedilen ilerlemelerin de daha sonra gerilemesine ve Türkiye’nin iyice milliyetçilik söylemlerine saplanıp kalmasına yol açtı.

AKP iktidarı Kürt sorununu çözmek için bir takım önemli atılımlar yaptı. Zaten Kürt sorunu herhangi bir hükümet çözecekse bunu ancak AKP hükümeti yapabilirdi. Bu kadar eski ve çetrefilleşmiş ve hem devlet hem PKK eliyle çözümü zorlaştırılmış bir problemi ancak çok güçlü bir hükümet ve liderin çözebileceği aşikar çünkü daha zayıf bir siyasi iradenin hemen “teröristleri destekliyorlar” suçlamasıyla ‘tu kaka’ edilmesi kaçınılmaz.

2009 yılında AKP hükümeti “Demokratik Açılım” adıyla duyurulan süreçte, Kürtlerin haklarının genişletilmesinin ve PKK’yla süren çatışmaların sona ermesinin planlandığı duyurdu. Açılım kapsamında Kürtçe televizyon kanallarının açılması, Kürtçe eğitim olanaklarının genişletilmesi ve kültürel hakların tanınması gibi adımlar atıldı. Ayrıca, Kandil dağı ve Mahmur Kampı’ndan gelen 34 PKK’lı Habur Sınır Kapısı’ndan Türkiye’ye giriş yaparak teslim oldu. Fakat 2009’daki bu açılım ayrıntısına girmeyeceğim çeşitli sebeplerle beklenen başarıya ulaşamadı. 2009-2011 arasında MİT görevlileriyle PKK temsilcileri arasında Oslo’da birçok görüşme gerçekleşti. Görüşmelerden bir sonuç alınamamasıyla süreç daha fazla ilerleyemedi ve Oslo Süreci de çökünce Kürt sorununda yeni bir çatışma dönemi başlamış oldu.

2013 yılında AKP iktidarı Kürt sorunu için “Çözüm süreci” olarak adlandırılan yeni bir hamle başlattı. Bu sürecin en önemli gelişmelerinden biri devletin doğrudan Abdullah Öcalan ile görüşmelere başlamasıydı. Dönemin MİT müsteşarı Hakan Fidan da bu görüşmeleri yürüten önemli isimlerden biriydi. Öcalan kamuoyuna açıklanan bir mektubu aracılığıyla silahların susturulması çağrısı yaptı. Bu olay, PKK’nın Türkiye sınırlarından çekilmeye başlamasını teşvik eden en kritik adımlardan biriydi. Fakat sonra ne oldu? Büyük umutlarla başlayan bu süreç de çeşitli sebeplerle sekteye uğramaya başladı.

Sürecin sona ermesine neden olan en kritik gelişmeler 2015 yazında yaşandı. 7 Haziran seçimlerinde AK Parti’nin mecliste çoğunluğu kaybederken, HDP’nin yüzde 13’lük oy oranıyla barajı aşarak AKP’nin tek başına iktidar olmasına engel oldu. Öte yandan 20 Temmuz 2015’te Suruç’ta yaşanan IŞİD saldırısı da süreci çıkmaza soktu. Sonuçta AKP hükümeti 180 derecelik bir dönüş yaparak çözüm sürecinin bittiğini açıkladı ve Ağustos 2015 ve Mart 2016 arasında yapılan yoğun askeri operasyonlarla Güneydoğu bölgesi adeta bir savaş alanına çevrildi. Öte yandan AKP iktidarı olanlara “dur” demeye çalışan binlerce akademisyeni terörizme destekle suçladı. Bu yazıyı yazdığım 11 Ocak günü benim de imzacısı olduğum “Barış İçin Akademisyenler Bildirisi”nin yayınladığı günün tam dokuzuncu yıldönümü. Bu bildiriyi imzalayan akademisyenlerin haklarında Ağır Ceza Mahkemesinde davalar açıldı ve çoğu işinden oldu.  Bu şekilde hayatları kaydırılan tabi ki sadece akademisyenler olmadı. Temmuz 2016’daki Fethullahçı darbe girişimi sonrası hızla otoriterleşen AKP rejiminden Fethullahçılar kadar Kürt siyasetçiler ve aktivistler de nasibini aldı. Kürt belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine kayyum atanması da bu dönemde başladı. Böylece Türkiye belki de demokrasi açısından en karanlık dönemine girmiş oldu.

Anlatmaya çalıştığım, AKP birden barışçıl, birden de savaşçı kesilebilir. Bu tamamen siyasi çıkarlarını nerede gördüğüne bağlıdır. Yukarıda bahsettiğim gelişmelerde Erdoğan’ın Kürtlerin de desteğini alıp başkan olma hayali büyük rol oynadığı gibi, Suriye’deki gelişmelerin de büyük etkisi olduğu yadsınamaz. Son aylarda ortaya çıkan “Yeni Çözüm Süreci” de benzer şekilde gelişiyor. İlk etapta anayasanın değiştirilmesi için gereken DEM Parti desteğini elde etmek amacıyla hem de en milliyetçi siyasetçi diye bildiğimiz Devlet Bahçeli eliyle başlatılan bu süreç, siyasetçilerin iktidarda kalabilmek için neler yapabileceğini gösteren güzel bir örnek oldu. Stratejik sebeplerle milliyetçiliği en sorgulanmayacak siyasetçiye verilen bu görev başta fazla inandırıcı olamadı. Ancak Suriye’deki son gelişmelerle birlikte bu açılım daha ciddiye binmiş ve yeni bir ivme kazanmış durumda.

Kıssadan hisse, AKP/Erdoğan Türkiye için çok önemli olan konularda pozisyonunu radikal olarak değiştirebiliyor ve işin ilginç yani bunu yaptığında da yanına kar kalıyor. Bir önemli husus da, bu radikal pozisyon değişiklikleri gerçekten demokrasi amacıyla değil, iç ve dış siyasetteki dinamikler ve çıkarlar sebebiyle oluyor.

***

Kıbrıs konusuna geçersek, burada da benzer bir eğilim görüyoruz. 2004’te Annan Planı’nı destekleyen AKP hükümetinin son yıllarda Türkiye’nin “iki devletli çözüm” pozisyonuna geri dönmüş olması da 180 derecelik dönüşlerine en güzel örnek. AKP 2000’li yılların başlarında askerlerin gücünü kırmak ve iç ve dış siyasette meşruiyet kazanmak için AB yanlısı politikalar izleyip Kıbrıs konusunda ezberleri bozmuştu. Plan başarısız olduktan sonra Türkiye aradan geçen sürede KKTC üzerindeki hakimiyetini gittikçe artırmış ve 2017 Crans Montana müzakereleri de çöktükten sonra federal bir çözümü desteklemekten vaz geçmişti. 2020 seçimlerinde de tamamen Tatar’a ve tezlerine destek çıkıp seçimi kazanmasını bizzat sağlamıştı. O günlerden itibaren Tatar ile birlikte “iki devletli çözüm” diyen AKP iktidarı tıpkı Kürt konusundaki gibi Kıbrıs konusunda da tekrar pozisyon değiştirir mi? Pek çok kişinin sorduğu soru bu. Evet, bence değiştirebilir, fakat böyle bir dönüşün belirleyicisi ne Kıbrıslı Türkler ne de BM olacaktır. Belirleyici olacak olan yine Türkiye’nin iç ve dış siyasetindeki gelişmeler ve AKP’nin/Erdoğan’ın çıkarlardır. 2000’li yıllarda Kıbrıs pozisyonunu AB ekseninde belirleyen Türkiye bugün AB hevesini kaybetmiş, AB de uluslararası cazibesini ve gücünü yitirmiştir. Dolayısıyla Türkiye Kıbrıs konusunda tekrar bir dönüş yapacaksa bu ancak Doğu Akdeniz ve Orta Doğu bölgesinde yaşanan dinamikler ve çıkarlar sebebiyle olacaktır. 

Yalnız şunu da unutmamak lazım:

Yirmi yıl öncesine göre Türkiye artık Batı’dan daha uzaklaşmış, daha bağımsız ve daha agresif bir dış politika güden ve özellikle de Orta Doğu’da kendini bölgesel büyük güç olarak konumlandıran bir ülke. Orta Doğu’da hiçbir istikrar yok ve bu sebeple gelecekte bölgede olacakları öngörmek de imkânsız. Dolayısıyla 2025 yılında ve ötesinde gerek Kıbrıs ile gerekse yakın bölgemizde iyi ya da kötü pek çok sürprizle karşılaşacağımızı ve hiç beklemediğimiz değişikliklerin de yaşanabileceğini düşünüyorum. Böyle bir ortamda hem Kürt sorununun hem de Kıbrıs sorunun çözülmesi de mümkün, her şeyin daha kötüye evrilmesi de.

Ortada Türkiye’nin kontrolünde olmayan pek çok faktör olduğunu düşünürseniz kesin bir şey söylemek imkânsız. Ancak şunu da belirtmeden edemeyeceğim: Demokratik olmayan ülkelerden kalıcı demokratik ve barışçıl atılımlar beklemek de fazla iyimserlik olur sanki. Kalıcı çözümleri gerçekten demokrasi ve barışa inanmış ve onlarda karar kılmış siyasi iradeler getirebilir diye düşünüyorum. Yine de 2025’ten en iyisini dileyelim ve bekleyip görelim.

YORUM YOK

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Exit mobile version