Ana Sayfa yazılar iktibas Türkiye-Suriye ilişkisi – M. Sinan Birdal

Türkiye-Suriye ilişkisi – M. Sinan Birdal

Reklamlar

Karşılaştırmalı anayasa tarihi açısından ilginç bir dönemden geçiyoruz: Hem Ankara hem Şam bir anayasal dönüşüm yaşıyor. Kastettiğim anayasal dönüşüm biçimsel, formel bir değişim değil, siyasal güç ilişkilerinin fiili değişimini yansıtıyor. Hukuki deyişle: Kanunun lafzını değil, ruhunu.

Osmanlı’dan bu yana Türkiye ve Suriye siyaseti hiç bu derece iç içe geçmemişti. Sınırdan kimlik dahi göstermeden Suriye’ye giden gazetecilerin fotoğrafları aslında sadece Ankara’nın etkisinin sınır ötesine yayıldığı bir manzarayı yansıtmıyor. Madalyonun diğer yüzünde -benzer tarihsel örneklerin gösterdiği üzere- Suriye politikasının da artık doğrudan Türkiye politikasını etkileyeceğinin resmi var. Her iki ülkedeki iktidar bloklarının kaderi birbiriyle bağlanmış durumda.

Bu elbette her iki ülkede aynı modelin oluşacağı, bir siyasal sistem benzeşmesi ya da bütünleşmesi anlamına gelmiyor. Hem anayasal biçim (anayasa metni ve devletin resmi organizasyon şeması) hem içerik (blokları oluşturan sosyal güçler) açısından, Ankara ve Şam’daki iktidar bloklarının birbirleriyle ilişkilerine paralel olarak farklılaşması beklenir. Lakin bu ilişkide literatürde “boomerang etkisi” denilen bir süreçle, Suriye’de geliştirilen askeri, polisiye ve idari araç ve doktrinlerin zamanla Türkiye’de de toplumsal ve siyasal hareketlerin kontrolünde kullanılması muhtemel. Dolayısıyla benzeşme, bütünleşmeden ziyade dolaşımdan bahsetmek daha doğru.

Bahsettiğim dolaşım ilişkisi muhalefet saflarında yaygın rastlanan “Ortadoğululaşma” eleştirisinden çok farklı. Bu terimle tarif edilen muhafazakar dinci milliyetçilikse, Şam’la Ankara arasındaki yeni ilişkinin sağ siyaseti yeni bir fetihçilik havasına sokacağı kuşku götürmez. Ancak böyle jeopolitik fetişlerle akıl yürüten bir eleştiri, “Atatürk’ün Ortadoğu bataklığından uzak durduğu” gibi bir düşüncenin Mustafa Kemal’in Hatay’ın Türkiye’ye ilhakı politikasıyla çeliştiğine kafa yormuyor. Yıllarca sağın Kemalizm eleştirisinin bir motifi olmuş Musul, Kerkük’ü almamak, Ortadoğu’dan çekilmek gibi tarihsel olay ve olgularla hiçbir şekilde bağdaşmayan suçlamaların Atatürkçü çevrede bu kadar sorgusuz sualsiz kabul görmesi ilginç. Davutoğlu’nun dile getirdiği Batı karşısında aşağılık kompleksi olan, kendine yabancılaşmış Türk devlet erkanının Ortadoğu’ya sırtını döndüğü iddiası her şeyden önce Hatay’da karaya oturur. Bunun yanında gerek sınırları aşan aidiyet ilişkileri gerek Antep-Halep hattı gibi ekonomik ağlar, yani Suriye ve Türkiye arasında varolagelen ve sırt dönülmesi pek mümkün olmayan bağlantılar var.

Askeri zafer Şam’da nasıl bir rejim kuracak, Ankara’daki rejimi nasıl etkileyecek? Cambridge Üniversitesinden Hazem Kandil, Mısır’daki rejimi analiz ettiği “Askerler, Casuslar ve Devlet Adamları” adlı kitabında üç kurumu esas alır: Polis, asker, istihbarat. Kandil’e göre her siyasal sistemde bu üç kurum iktidarın ortağıdır. Bu modeli esas alırsak Türkiye’deki cari iktidar ilişkilerinde istihbaratın cumhuriyet tarihinde olmadığı kadar güç kazandığını tespit edebiliriz. Nitekim istihbaratın hem dış politika hem de askeri politikayı kontrol edebilecek bir güce eriştiği gözlemlenebilir. Bu güç, istihbaratın sınır-ötesinde geliştirdiği ve uyguladığı politikalarla oluştu. Dolayısıyla Kalın’ın Colani’nin şoförlüğünde Emevi Camii’ne namaza gitmesi istihbaratın yükselişini simgeliyor. Eski İstihbarat Şefi Hakan Fidan ise Dışişleri Bakanı olarak yeni bir kariyer merdiveni tanımlıyor.

7 Ocak 2023 tarihli yazımda dönemin Savunma Bakanı Hulusi Akar ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Moskova ziyaretinde gerçekleşen Şam’la temasa değinip, bu diplomatik ziyaretin dış politikanın yürütülmesinde ve dolayısıyla devlet biçiminde önemli bir gelişme olduğunu vurgulamıştım. Bugünden geriye bakınca yazının ele aldığı Soylu, Akar ve Fidan’ın nereden nereye geldiğini görmek dönüşüme dair bir fikir veriyor.

Kandil’in devletin şiddet aygıtlarının birbirleriyle olan ilişkilerine odaklanan modelinin rejim analizine katkısı değerli. Ancak güç ilişkilerinin merkezileştiği külliyeyi ve onun adeta bir uzantısına dönüşmüş parlamentoyu ve buralarda siyaset yapan toplumsal koalisyonları incelemeden analizi tamamlamak mümkün değil. Bu tamamlandığında Emevi Camii’nde namaz kılmak gibi jeopolitik projelerin hem hakim sınıfın hem yönetilen sınıfların hangi fraksiyonlarını hangi araçlarla örgütlediğini görmek mümkün olur. Bu jeopolitiği salt bir ideolojik (ya da dini) saplantıya indirgemek büyük bir yanılgıdır, çünkü bu yaklaşım ekonomi politiği gözardı eder. Suriye’den Türkiye’ye göçün yarattığı ekonomik canlanmayı gözden kaçırdığı gibi, Colani yönetimindeki Suriye’nin sermayeye nasıl bir kâr sahası açtığına da körleşir. Bu konuyu ileride daha etraflıca açmak fırsatı bulacağız anlaşılan.

Külliye için bu yeni dönemin temel sorunu verasettir. Erdoğan Türkiye’de yeni bir rejim kurdu, ancak kendisinin ardından bu sistem işleyebilecek mi? Kim işletecek? Öne çıkan ya da rekabet içinde olan adaylar var mı? Yoksa sistem kişilerden bağımsızlaşıp kurumsallaşacak mı? O halde kurumlar arasındaki güç ilişkileri nasıl olacak? Bu olasılıklar devlet-toplum ilişkilerinde nasıl bir değişimi varsayıyor ya da gerektiriyor? Jeopolitiğin rejime boomerang etkisi bu ilişkileri nasıl etkiler? Bu soruların hepsi ayrı ayrı yazılar gerektiriyor.


Yeniçağ sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

YORUM YOK

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Exit mobile version