Geçtiğimiz günlerde Suriye’deki rejimin on bir gün içinde kimsenin beklemediği bir hızla çöktüğünü gördük. “Bundan bize ne?” diyenler olabilir ama Suriye Mağusa’dan sadece 110 kilometre ötede. Bu mesafe yaklaşık Karpaz ve Güzelyurt arasındaki mesafe kadar. Bazen dünyanın en çetrefilli ve acımasız çatışmalarının burnumuzun dibinde olduğunu unutuyoruz. Bunlardan birinin vakti zamanında adamızda yaşanmış olduğunu da…
***
Suriye konusunda birkaç noktayı paylaşmak istiyorum.
On üç yıldır pek çok devletin farklı amaçlarla yıkmak istediği Suriye’deki Esat rejimi hiç kimsenin beklemediği kadar kolay ve çabuk yıkıldı. Zaten Esat rejimi uzun süredir topraklarının önemli bir kısmında hakimiyeti kaybetmiş, buralarda kontrol değişik ülkelerin desteklediği farklı silahlı grupların eline geçmişti. Şimdi o gruplardan birinin gayet de zahmetsiz bir şekilde güneye yürüyüp rejimi devirdiğini gördük. Öncelikle böyle bir zaferin Amerika ve İsrail’in parmağı olmadan yaşanmayacağı konusunda herhalde çoğu kişi hemfikir. Her ne kadar Suriyelilerin zaferi gibi gösterilmeye çalışılsa da böyle bir olayın vuku bulması içinde Türkiye’nin de bulunduğu dış güçlerin parmağı olmadan elbette ki mümkün değildi. Silahlardan istihbarata ve hatta harekete geçmek için uygun zamanın tespit edilmesine dek HTŞ (Heyet Tahrir el-Şam) denilen silahlı örgütün dış yardımsız başarılı olmasına imkân yoktu. Karşılarına hiçbir direniş çıkmadan Şam’a hızlıca ilerlemiş olmaları gerçekten çok ilginç. HTŞ’nin başındaki Ahmed Hussein al-Shara’nın da şimdiye dek verdiği demeçlerde söylediklerinden tutun sakal tıraşına kadar birilerinden sürekli nasihat ve talimat aldığı çok açık. Ve aslında terör listesinde olan HTŞ’nin başına ödül konmuş bu liderini Batı şimdi nereye koyacağını bilemiyor!
Aynı şekilde Esat rejimi de sırtını dış güçlere (Rusya ve İran) yaslamış bir rejimdi. Rusya’nın Esat rejimini bu kadar çabuk yüzüstü bırakmasının altındaki nedenlerin bir kısmının daha sonra ortaya çıkacağını sanıyorum. Şimdilik anladığımız Rusya tüm enerjisini Ukrayna’ya harcamak istiyor. Ukrayna’da oldukça avantajlı durumda olduğunu biliyoruz, ama yakın zamana dek yaptırımlara başarıyla direnmiş ekonomisi artık teklemeye başladı. Fakat Rusya Suriye’yi sırf bu sebeple yalnız bırakmış ve Akdeniz’deki üslerinden bu kadar kolayca vazgeçmiş olamaz. İran’ın durumu ise daha anlaşılır. İsrail ile son bir senedir Hizbullah aracılığıyla sürdürdüğü savaş İran’ı oldukça yıprattı. Hizbullah’ın Lübnan’da ağır darbeler alması ve İsrail’in İran’ın kendi topraklarına da yaptığı saldırılar sonucu İran’ın Suriye’ye destek olacak gücünün artık kalmadığı aşikâr.
Herkesin iddiası bu son olayların en büyük kazananlarının İsrail ve Türkiye olduğu. İsrail’in durumunu iyice güçlendirdiği ve düşman bellediği rejimleri tek tek bertaraf ettiği net. Şu anda İsrail herhalde dünyanın en nefret edilen ülkesi konumundadır, ama ne yazık ki uluslararası ilişikler—İsrail -Amerika ilişkisi müstesna olmak üzere—aşk ve nefret bağlamında ilerlemiyor. Filistinlilere yaptığı soykırımdan ve onca eziyetten tutun da bölge ülkelerinin topraklarına yaptığı saldırılara kadar uluslararası hukukun en temel prensiplerini çiğneyen İsrail hiçbir yaptırıma maruz kalmayıp Orta Doğu’da iyice istediği gibi at oynatmaya başladı. Zaten fırsatı kaçırmayıp hemen Golan Tepeleri dahil Suriye’nin güneydeki topraklarını da işgal etti ve istediği gibi Suriye’yi bombalayarak ülkenin tüm askeri teçhizatını da ortadan kaldırdı.
Türkiye’nin uzun dönemde kazanımının ne olacağı ise benim kafamda pek net değil. Suriye iç savaşının başından beri Esat rejiminin altını neredeyse Amerika’ya taş çıkartacak kadar oyan AKP iktidarı Esat rejimin yıkılması ile emeline kavuşmuş gözüküyor. Hatta şimdi yeni Suriye rejimine demokrasi dersleri veriyor! Lakin Türkiye İsrail değil. Türkiye’nin en büyük derdi olan kuzey Suriye’deki Amerika destekli silahlı Kürt grupların ortadan yok olmayacağı kesin. Zaten Amerika hemen Türkiye’yi oralarda bir hareket yapmaması konusunda uyardı. Trump’ın ilk başkanlık döneminde dahi Türkiye bu konuda uyarılıyordu. İkinci Trump döneminde de Türkiye’nin elinin rahatlayacağını sanmıyorum. Ayrıca ne kısa dönemde ne orta dönemde istikrara kavuşması mümkün gözükmeyen Suriye’nin Türkiye’nin güneyinde sürekli bir tehdit olarak kalacağını düşünüyorum. İç savaş sırasında üç milyon Suriyelinin Türkiye’ye sığındığını da biliyoruz, ama bunlardan ne kadarının Suriye’ye döneceği de meçhul.
***
Şimdi gelelim Suriye’nin geleceği konusunda niçin ümitsiz olduğuma…
Nedense bir ülkede bir diktatörlük yıkılınca ardından hemen demokrasi geliyor diye sevinen Batılı bir kitle var. Hatırlarsanız Amerika da 2003’te Saddam rejimini devirip Irak’ı işgal ederek demokrasi getireceğini iddia etmişti. Aynı şekilde Afganistan da Taliban’dan kurtarılmış, yirmi yıl NATO işgali altında kalmış, ama sonra Taliban’ın geri dönmesiyle aslında yirmi yılda bir adım dahi ileri gidilmemiş olduğu ortaya çıkmıştı. Keza 2011 NATO harekâtıyla devrilen Kaddafi’den sonra Libya’da da görünen bir ilerleme yok. Bütün bu ülkelerde sürekli devam eden etnisite-din bazlı çatışmalar var. Üstelik ekonomik ve sosyal durumları diktatörlük zamanlarına göre çok daha kötü durumda.
Diyeceğim o ki, demokrasi öyle tepeden ya da dışarıdan gelen bir şey değildir. Bugünün demokratik toplumları demokrasiye ulaşmak için önce bir ekonomik dönüşümden, yani sanayi devrimi sürecinden geçtiler. Bu dönüşüm sonucu sosyal bir modernizasyon süreci de yaşanmış ve bu süreçte oluşan örgütlü toplum yapısı da demokrasiyi getirmiştir. Tekrarlayayım, bu bir modernizasyon sürecidir ve toplumda dinin, aşiretlerin önemini yitirip, toplumun dinsel ve etnik ayrımlardan sıyrılıp ulus bilincine ulaşmasını ifade eder. Bu süreçten geçen toplumlarda bireyler hem kendi hakları konusunda bilinçlenir hem de din, dil ve ırk farkı gözetmeksizin eşit vatandaşlar olduklarını ve aynı zamanda topluma karşı sorumlulukları olduğunu idrak ederler. Bunları tam yaşamadan demokratik olmayı başarabilmiş tek bir toplum vardır, o da Hindistan. Ancak Hindistan da çok kendine has münhasır bir toplum olarak diğer ülkelerle karşılaştırılacak bir örnek değildir. Kaldı ki bugün onların da demokrasisi sağ popülizm nedeniyle tehlikeye girmiş durumda.
Suriye’ye geri dönersek… Suriye’de örgütlü olanlar sadece elleri silahlı ve etnik-mezhepsel farklılıkların ötesine geçememiş gruplar. Başka türlü örgütlenmeye çalışmış herkesi zaten Esat rejimi tarumar etmiş. Bugün ortaya çıkan içler acısı Sednaya hapishanesi görüntüleri de bunu kanıtlıyor. HTŞ de Sünni, cihatçı, İŞİD’den bozma bir silahlı örgüttür. Yani din bazlıdır. Ondan demokrasi beklemek iyimserliğin de ötesinde komiktir. Eli kanlı bir diktatörlüğün devrilmesi elbette ki iyi bir şeydir, ama dışarıdan destekli İslamcı bir grubun Suriye’ye demokrasi getirmesi imkansızdır. Ne yazık ki Suriye toplumunda demokrasiyi yeşertecek bir yapılanma henüz mevcut değil. Esatların Baas Partisi yıllardır sosyalizm, Arap milliyetçiliği, modernizasyon, laiklik ve kalkınma vaatlerine rağmen ülkeyi modernizasyon sürecinin ilk basamaklarında bırakmış, onun yerine kaba kuvvetle iktidarda kalmayı önceliklemişti. Üstelik Suriye iç savaştan beri hem ekonomik hem sosyal açıdan daha da gerilere düşmüş durumda. Şimdiye dek bu toplumun bireyleri etnik-mezhepsel bağlarının ötesine geçememiş ve bu bağlar kapsamında örgütlenip farklı dış güçler tarafından desteklenmiş ya da bir kısmı Esad rejimini desteklemiş, bu nedenle birbirlerine hınçlanmış durumda. Hatırlarsanız Başer Esat 2000 yılında babasının ölümü ardından başa geçtiğinde reformcu olarak nam salmıştı. Hatta bu demokratikleşme sürecine “Şam Baharı” ismi verilmişti. Güya Suriye daha demokratik olacaktı, ama Başer kısa sürede babasının kıvamına geldi. Eminim niyeti samimiydi, ama Suriye ortamında babasını takip etmek daha kolay geldi. Bana kalırsa Suriye’deki durum Irak’taki durumdan bile daha ümitsiz, çünkü ekonomik kaynakları da daha kısıtlı. Umarım Suriye tamamen emperyalist dış güçlerin elinde oyuncak bir parya devlet haline gelmez.
Bu arada Esat’ın son güne dek iktidarının yıkılacağını fark etmemiş olması da ayrıca düşündürücü. Diktatörler rejimlerinin düşeceğinin son ana dek farkında olamıyorlar, çünkü etrafları hep şakşakçılar ve çıkarcılarla çevrili oluyor. Elbette bir diktatörün etrafında olan kimse diktatöre dürüstçe sistemin çürüdüğünü, toplumdaki desteğinin kalmadığını ve iktidardan kolayca düşebileceğini söylemeye cesaret edemez. Söylerse kendini hapishanede işkence çekerken bulabileceğini bilir. Diktatörlerin herhalde en büyük handikaplarından biri bu.
Bunun yanı sıra tam aynı zamanlarda bir de Güney Kore olayına şahit olduk. Müthiş bir ekonomik ve sosyal modernizasyon sürecinden geçmiş olan Güney Kore’ye demokrasi ancak 1987’de, yani oldukça geç gelmişti. Demokrasiye geçiş yoğun öğrenci, işçi ve sivil toplum protestoları sonucu vuku bulmuştu. Yani demokrasi gerçekten tabandan gelen bir talepti ve ortam da demokrasinin yeşermesine uygundu, çünkü 1950’lerden ve 1980’lerde geçirdikleri o hızlı modernizasyon süreci Güney Kore’de örgütlü ve bilinçli toplum yaratmıştı. Güney Koreliler geçtiğimiz günlerde tüm dünyaya kanıtladı ki demokrasileri kalıcı olacak, çünkü onu korumaya yetecek kadar örgütlü güçleri ve bilinçleri var ve gerektiğinde her zaman sokaklara dökülüp demokrasilerini koruyacaklar.
***
Bizleri de ilgilendirecek şekilde özetlemek gerekirse:
- Orta Doğu son bir senedir iyice darmaduman oldu. Yakın bir gelecekte istikrara kavuşacak gibi de değil. Yani Mağusa’nın karşı kıyısında daha çok kan ve trajedi görmeye devam edeceğiz.
- Otoriter rejimler hiç beklenmedik bir anda yıkılabilirler. Kimse ilelebet iktidarda kalmaz.
- Kendi halkına değil dış güçlere dayalı rejimler bir yere kadar ayakta kalır, çünkü dış güçler sonuçta kendi çıkarlarını öncelikler ve kendi çıkarları gerektirdiğinde sizi birden ortada bırakabilirler. Dolayısıyla bir devlet gücünü ancak kendi toplumundan alıyorsa kuvvetlidir. O da elbette toplumunu ezmekle değil toplumuna kulak vermek, sadece ona hizmet etmek ve sadece ona hesap vermekle olur.
- Demokrasi şapkadan çıkmaz. Demokrasi uzun soluklu ekonomik ve sosyal dönüşümler sonucu ulaşılabilen bir gelişme noktasıdır. Örgütsüz toplumlar demokratik olamaz. Mevcut demokrasilerin en büyük garantisi de örgütlü toplumdur. Anayasalar bile demokrasiyi garantileyemez, çünkü son yıllarda dünyadaki pek çok örnekte gördüğümüz üzere, demokratik anayasalar kolayca değiştirilip otokratik hale de getirilebilir. Bunun olmasına ancak örgütlü, bilinçli bir toplum yapısı engel olabilir. Dolayısıyla sivil toplum örgütlerine sahip çıkmalı ve hatta daha da güçlendirmeliyiz. Aksi takdirde demokrasimize tehdit geldiğinde onu korumaktan aciz kalabiliriz.
Yeniçağ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.