Belki de hala atan bir kalbe sahip olmanın, nefes alıyor olmanın çocuksu ama kaçınılmaz küstahlığıdır, ölümle ölenlerin yok olduğunu sanmak.
Ama öyle midir?
Düdüklü tenceredeki yemeği fışır fışır yüksek basınçla kaynatan, ocağın ateşi değil midir? Peki ateşi söndürdümüz anda yemek basınçtan ve pişmekten kurtuluyor mu? Daha da ilerisi, mesela Kıbrıs’ın meşhur hırsız kebabını baştan sona pişiren, ağzı sıvanmış, oksijensiz bırakılmış fırındaki ateşin ölüsü değil midir?
Nedir insanı insan yapan? Toplumu toplum, kültürü kültür yapan?
Bu sorular bir çok açıdan cevaplanabilir. Fakat belki de en temel cevap, bir sürü hayvanı olarak insan topluluklarının hayatın gereklerini doğa içinde yaratabilmek, üretebilmek için nasıl organize olduklarıyla alakalıdır. Töre, gelenek, yasa, ve hayata genel bakış, yani inanç, felsefe ve sonuçta kültür, bu yaratıcı örgütlenme, iş bölümü, üretilenin paylaşımı ve imtiyaz dağıtımı doğrultusunda şekillenir.
Bir fert olarak insanın da bu örgütlenme içindeki konumuna, gerek üretme işlevi gerekse üretilenden aldığı pay ve imtiyaza göre kişiliği, kendine bakışı şekillenir.
Bu yaratıcı örgütlenme bir insan ömründen çok ama çok uzun bir zaman dilimine yayılır. Üretim kurumları, devlet, yasa, inanç, ve kültür keza. Ve atan kalbi, açılan nefesi ile dünyaya gelen her bebek, bu dinamik sürecin bir anında doğar.
Özünde, sayın okurum, her bebek sadece en son halkası yaşayan ucu erişilmez bir ölüler zincirinin biçimlendirdiği dünyaya, ekonomik, sosyal ve kültürel gerçekliğe doğar. Ve hatırı sayılır derecede, ölülerin yarattığı bu gerçeklik bebeğin kaderini belirler.
Yüzeysel olarak baktığımız zaman anlattıklarımdan en uzak gibi görünen noktadan örnek verelim. Günümüzün “dijital kuşağı” geçmişten çok öte bir alemdeymiş gibi görünebilir. Fakat mevcut teknolojinin oluşum sürecinde, modern elektrik ve elektronik mühendisliğinin tıkanma noktalarından biri Diofantus’un sayısal teoremiyle aşıldı. Peki Diofantus kimdi? İskenderiye şehrinde 3üncü yüzyılda yaşamış Roma Dönemi Yunan matematikçi. Öleli neredeyse bin sekiz yüz yıl oldu.
Yedikleri ekmek 10 bin yıl önce ölenlerin icadı. İçtikleri suyu sağlayan sistemin mucidi en az 3000, kullandıkları alfabeyi yaratan ve antik Yunan uygarlığı dahil insanlığa kazandıran Fenikeli atalarımız 3500 yıldır nefes almıyor.
Ölüler, nefes alanları sadece içinde yaşadıkları sosyo-ekonomik, teknolojik ve kültürel dünyayı şekillendirerek etkilemez. Doğrudan, şahsi ve psikolojik olarak da etkiler.
Nasıl mı?
“Yenenler, yenilenlerin
dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
eşildi nallarıyla.
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zarurî neticesi bu!
deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,»
der.
Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları”
Bu satırları okuyan hangi 18li, şairin de şiirin kahramanlarının da öldüğüne inanır! Ölü ve ölüler, seslerinin titreyişini, nefes alıp verişlerini duyarmışızcasına, hınç ve sevgiyle dolan gözlerinin ışıldayışını görürmüşüzcesine, zihnimizin hayata açıldığı andan itibaren bizimle olan en yakınımızlarmış gibi hayallerini, arzularını hayata dair amaçlarını, hüzünlerini, sevinçlerini, kavgalarını benliğimizin derinliklerine işlerler…
Ölenlerin ölmeyen tahakkümü aynı zamanda her kuşağın sıfırdan başlamaması da demektir haliyle. Nazım, Sabahattin Ali, Dostoyevski, Kazancakis, Ritsos, Sokratis, Wilde, Galileo, Fleming, Colomb’un çılgınlığı sayesinde tanıştığımız, domates, patates, tatlısıyla acısıyla bibersiz bir hayat ne kadar da eksik kalırdı değil mi?
Gezegenin yaşanabilirliğini derinden yaralayan küresel ısınma ve plastik zehirlenmesi, dünyamızı küle çevirecek askeri teknolojinin varlığı da mirasımızın bir parçası…
Ölenlerin tahakkümü böylesine hakiki ve mukkader ise, biz nefes alıyor olanlar tamamıyla mahkum olmuş durumda mıyız?
Kurtuluşumuz, özgürlüğümüz, kendi kaderimizi belirleyebilmemiz “ölenlerin anısına saygı” denen geleneksel sözleşmeyi titizlik ve bilinçle paramparça etmekten geçer.
Üzerine basarak “titizlik ve bilinçle” diyorum, çünkü sözünü ettiğim başkaldırı günümüz postmodernizmi misali ölenlerin düşünsel ve pratik kazanımlarını, kainatın gerçeklerine dair keşiflerini, rasyonelizmi hiçe sayan, bilim-dışılığı marifet zanneden kendini beğenmiş cahiliye şaşkınlığı, ergen isyankarlığı değildir.
Yapmamız gereken, ölenlerin kazanımlarını en az onlar kadar iyi anlamak, niyetlerini, icraatlarını ve bunların tarihsel sonuçlarını tavizsiz eleştirellikle değerlendirmek ve daha güzel yarınlar için hedef koyup faaliyete geçmektir. Onları yüceltmeden, tanrılaştırmadan ama değerlerini bilerek…
Böylesi bir çıkışa belki de en çok ihtiyacı olanlar belki de bizim de parçası olduğumuz Yakın Doğu halklarıdır. 20inci yüzyılın siyasi olayları – yıkılan devletler, kurulan devletler, değişen milli kimlikler, toplumsal tasfiyler ve varlık transferleri – sonucu 21inci yüzyılın ilk çeyreğini bitirdiğimiz bu günlerde, Yunanistan’dan Ermenistan’a, Türkiye’den Filistin’e milyonlarcamız açlık sınırı altında, yoksulluk sınırı altında, işgal ve vatansız kalmışlıkla yaşıyor haldeyiz.
Ölülerin tahakkümünü kırmak ve daha güzel bir gelecek için en azından sahaya çıkmak için bugünden harakete geçmekten başka çaremiz yoktur.