Ana Sayfa iktibas Zafer Yörük Elveda Sykes-Picot: Paradigmanın İflası -Zafer Yörük

Elveda Sykes-Picot: Paradigmanın İflası -Zafer Yörük

Reklamlar

Şam’ın düşmesi, Beşar Esad’ın ülkeyi terk etmesi ve ardından gelen İsrail bombardımanıyla Suriye devleti askeri altyapısının yüzde 80’inin imha edilmesi, Esad hanedanı döneminin kapanmasından öte bir final momentinde yaşamakta olduğumuz hissini yaratıyor. Adeta bir çağ kapanıyor, yeni bir çağ açılıyor. Ve ilerlemeci tarih felsefesi iddialarının aksine her yeni çağ parlak bir gelecek vaadi taşımak zorunda olmuyor. Gelen gideni aratabiliyor. Tam olarak neyin bittiğinin tarifi zor. Ama, Orta Doğu ve Kuzey Afrika sosyoloji ve siyasetinin mensupları ya da gözlemcileri olarak en az iki olguyla – Sykes-Picot antlaşmasının sonuçları ve Baasçı siyasal mimari – vedalaşma vaktinin gelip çattığını iddia etmek mümkün.

Entente Güçler (İtilaf Devletleri) Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasıyla birlikte Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağı üzerine müzakerelere başladılar. İki başarısız girişimin ardından, 1916’da Fransa ve İngiltere heyetleri tarafından imzalanarak İngiltere Parlamentosu tarafından onaylanan Sykes-Picot Anlaşması, cumhuriyet Türkiye’sinin sınırlarını ve Ortadoğu coğrafyasının kaderini büyük oranda belirleyecekti.

İngiltere, bu planın gizli kalması koşuluyla hayata geçirilebileceğine müttefiklerini ikna etti. Savaşın başlangıcında Mekke Şerifi Hüseyin Bin Ali’ye Osmanlı’ya karşı bir Arap ayaklanması örgütlemesi karşılığında Halep’ten Yemen’e kadar uzanan bir Arabistan Krallığı sözü vermiş bulunuyordu. Yine İngiltere, anlaşmadan bir yıl sonra Belfour Deklarasyonu’nu imzaladı. Böylelikle, anlaşma metninde uluslararası yönetim öngörülen Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurulmasının da garantörü oldu. Öte yandan, 1917 Devrimiyle Rusya’da kurulan Bolşevik devleti, derhal anlaşmadan çekildi ve gizli hükümleri dünya kamuoyuna ifşa etti. Anadolu’da başlayan Milli Mücadele, Fransız egemenlik bölgesini güneye, günümüz Suriye sınırlarına çekilmeye ikna eder ya da zorlarken İngilizler de batıdan genişleme baskısı yapıyordu. Bu basıncın nedeni petrol bölgelerinin tamamı üzerinde egemenlik arzusuydu. Savaşın sonuyla birlikte Fransa himayesinde bugünün Suriye ve Lübnan toprakları kalacak; Milletler Cemiyeti kararıyla yaratılan günümüz Ürdün devleti, Irak ve Filistin bölgeleriyse İngiltere mandası olacaktı.

Tarihçi Susan Pedersen, manda ya da himaye yönetimlerinin, Milletler Cemiyeti bildirgesindeki özel statü tanımlamasına rağmen sömürge yönetimlerinden farklı olmadığını belirtir. Fransa, 1830’dan beri Kuzey Afrika’da Fas, Tunus ve Cezayir bölgelerini kolonileştirmiş bulunuyordu. Libya İtalya’nın, Mısır İngiltere’nin sömürge yönetimleri altındaydı. O halde Osmanlı ülkesinin güney topraklarında Fransız ve İngiliz ağırlıklı kolonileştirme süreci 1. Dünya Savaşı’yla tamamlanmış oluyordu.

Bu ülkeler, 2. Dünya Savaşı sonrasında başlayan dekolonizasyon sürecinde ardı ardına bağımsızlıklarını ilan ederken Fransa ve İngiltere tarafından çizilmiş sınırlarından siyasi kurumlara kadar birçok sömürge yapısını yeniden üretmeyi sürdürdüler. Sykes-Picot ile paylaşımı tamamlanmış olan Arap dünyası, bölünmüşlüğünü bugüne kadar korudu. Ayrıca, ekonomik bağımlılık, özellikle de bölgenin zengin petrol kaynaklarının kontrolü ve işletmesi, geçmişin emperyal “efendileri”, ABD başta olmak üzere bunlara eklenen yeni egemen ülkeler ve çokuluslu tekeller tarafından sömürge ve manda döneminde oluşturulmuş yapılar üzerinden devam etti. Sömürge ve himaye geçmişi, Batı ülkeleriyle ilişkilerini sürekli gölgeleyen bir unsur olarak kaldı.

Öte yandan, hiçbir bölge halkının rızası alınmadan yazılmış Belfour Deklarasyonu’nun hükmü gereği 1948’de İsrail devletinin kurulmasıyla, İngiltere tarafından anlaşma konusu coğrafyanın ortasına adeta bir çuval dinamit bırakılmış oldu. Filistin davasını bölge yönetimlerinin hemen tamamı için birincil sorun haline getirerek bütün kaynaklarını ve enerjilerini sistematik olarak tüketmelerine neden olacaktı.

Bölgenin modern tarihinde yaşanmış olan her şeyi, iç yapıları ve dinamikleri tamamen göz ardı ederek Sykes-Picot haritasının sembolize ettiği mandacı ve kolonyal geçmişe referansla açıklamanın yanlışlığı tartışılmaz. Ama anti-emperyalizm tanımlamasına uygun düşecek bu algı oryantasyonun özellikle Sykes-Picot’nun yarattığı derin güvensizlikten kaynaklandığı da yadsınamaz. Ortadoğu’nun yakın tarihinde hiç eksik olmayan siyasi alt üst oluşlar ve ekonomik krizlerin çoğunun kökeninde, haritaların o coğrafyanın nüfus yapısına göre değil, egemen güçlerin nüfuz mücadelesi kapsamında çizilmiş olması yatmaktadır.

Kolonyal hiyerarşilerin, emperyalist sömürü yapılarına eşlik eden ırkçı siyasal ve ideolojik konumların ve özellikle Şarkiyatçı ideolojik ön-kabullerin hiç sorgulanmadığı koşullar altında şekillenmiş bir egemen paradigmanın eseridir Sykes-Picot. Bir emperyal anlaşmanın olduğu kadar bir kolektif Ortadoğu travmasının da adıdır. Bölgenin siyasal coğrafyası kadar siyasal kurumlarını, toplumların kültürel ve ideolojik yönelimlerini belirlemiştir. Bu anlamda Ortadoğulu kimliğinin primal travması olduğu kadar bölgede 20. yüzyıl’ın kurucu paradigması olma özelliği de taşır.

Bağdat’tan yirmi bir yıl sonra Şam’ın da “düşmesine” tanıklık ettiğimiz bu günler, o paradigmayla da vedalaşma vaktinin geldiğine işaret etmektedir.


Yeniçağ sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

YORUM YOK

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Exit mobile version