ABD ve Avrupa Birliği’nin Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik bugüne kadar NATO planları çerçevesinde izledikleri çıkara dayalı siyaset, Türkiye’nin adanın kuzeyini koloni haline getirmesine yardımcı olmuştur.
1974 yılında NATO’nun organize edip, faşist Yunan cuntasına yaptırdığı darbe ve ardından Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal nizamını ve toprak bütünlüğünü koruma bahanesi ile Türkiye’nin adanın yüzde 37’sini güçle ele geçirip, “barış diye işgal harekâtı” yapması bir rastlantı değildir.
1968 yılından beri sonuç alınmayan görüşme süreçleri de rastlantı değildir.
Görüşme süreçlerinin geldiği her noktada taraflardan birine yapılan müdahale ile süreç berhava edilerek Türkiye’ye zaman kazandırılır ve adanın kuzeyinde Türkiye’nin kurdurduğu kukla rejim ile kolonicilik faaliyetleri ileri taşınırken, 4 Mart 1964 yılında Türkiye’nin onayı ile Birleşmiş Milletler’in aldığı 186 sayılı karara dayalı olarak, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin daha da Rumlaştırılması sürmektedir.
NATO kararları çerçevesinde izlenen bu politika ile İngiliz, Türk, Fransız, Yunanlı ve ABD orduları NATO adına adada durmaya devam ederken, İngiliz egemen üsleri tartışma konusu bile yapılmamaktadır.
Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti’ni elinde tutan Kıbrıslı Rumlar, Türkiye’nin 1949 Cenevre Sözleşmelerine aykırı olarak savaş suçu işleyerek adamızın kuzeyine nüfus taşıyıp demografik yapıyı bozmasını ısrarla uluslararası mahkemelere taşımamaktadır.
Diğer taraftan Avrupa Birliği’nin Kıbrıslı Türklere hibe adı altında her yıl ayırdığı 40 milyon euroluk bütçenin önemli bir bölümünün dolaylı olarak Türkiye’nin adanın kuzeyinde devam eden kolonicilik faaliyetlerine gittiği de ortadadır.
Çözümsüzlüğün devam etmesi ve NATO güçlerinin Türkiye’ye destek olan duruşları, Kıbrıslı Rumların Kıbrıs Cumhuriyeti çatısını Kıbrıslı Türklere açmaması çerçevesinde kazanılan zamanı Türkiye çok iyi değerlendirmektedir.
“Kıbrıslı Türklere değer verdiği” ve adanın kuzeyinin de Avrupa Birliği toprağı olduğunu söyleyen Avrupa Birliği’nin izlediği pasif siyaset, kuzey Kıbrıs’ta Türkiye’nin kökleşmesine çanak tutmaktadır.
Kıbrıslı Türkler tanımlamasına Avrupa Birliği yetkililerinin verecek cevabı yoktur.
Türkiye taşıdığı nüfusla, Kıbrıslı Türklerin iradesini gasp etmiştir. Türkiye’den taşınan sermayeye verilen ayrıcalıklara ülkemizin en güzel yerlerinin peşkeş çekilmesi de eklenince, Türkiye sermayesi adanın kuzeyinde her alanda egemen olmuştur.
100 milyar dolarlara varan kara para aklama işlerinin organize edildiği, uluslararası bankacılık denetiminin dışındaki kuzey Kıbrıs tam bir korsan yatağı haline getirilmiştir.
Türkiye yetkilileri eğitim sistemini şekillendirmekte, toplumsal belleği ortadan kaldırmak için toplumun geçmişini belgeleyen arşivleri Türkiye’ye taşımakta, tapu kadastro işlerini keşmekeşe dönüştürmekte, toplu konut adı altında yerleşimci merkezleri oluşturmakta, medya kurumlarını ele geçirerek, toplumu Türkiye medyasının bombardımanı altında yaşamaya zorlamaktadır.
Bu da yetmezmiş gibi kolonicilik faaliyetlerinin maddi bedelini de Kıbrıs Türk Toplumu’nun boynuna borç diye asmaktadır.
Yol, su, elektrik, sağlık, eğitim gibi alanlarda yaşanan rezillikler, Türkiye’nin ve ona bugüne kadar göz yuman NATO güçlerinin eseridir.
Kıbrıs Türk toplumunu siyasi rehine olarak kullanan Türkiye, kırbaç- havuç siyaseti ile Kıbrıs Türk toplumuna iş birlikçileri aracılığı ile istediğini yaptırmaktadır.
Bir örnek verecek olursak; XXI. yüzyılda, Avrupa Birliği toprağı kuzey Kıbrıs’ta çocuklarımızın barakalarda eğitim görmeye zorlanmasının sorumluluğu kime aittir?
Bu şartlarda yaşadıklarımızdan tümüyle toplum sorumludur demek, haksızlıktır.
İş birlikçiler, sömürgecinin memurlarıdır ve onların yaptıklarının sorumluluğu topluma değil sömürgeciye aittir.
Yeniçağ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.