Çoğu zaman ardı ardına yaşanan gelişmeleri, birbirinden bağımsızmış gibi görünen tekil olayları iç bütünlükleriyle somutlaşıp biçimde de görünür bir olgunluğa ulaştıklarında isimlendirebiliriz. Çelişkiler yumağına dönüşmüş sistemin nefes alış verişlerinin neye ve nasıl evrileceğini politik olarak öngörsek bile o politik öngörülere uygun tutumlar geliştiremiyorsak eğer neyin yaşandığını aslında çok da anlamamışız demektir.
Son günlerde/aylarda Ortadoğu’da olup bitenlerin nereye evrilebileceğini, arka planında neyin/nelerin olduğunu politik olarak tahlil etsek bile buna uygun bir hazırlık içine girmemişsek demek ki sonuçları bütünlüğüyle göremiyoruz (aynı aymazlık Ukrayna topraklarında süren NATO-Rusya savaşında da kendini gösteriyor).
İsrail’in 7 Ekim’den bu yana Gazze’de ve giderek işgal altındaki Batı Şeria ve Lübnan’da yapıp ettikleri politik olarak öngördüğümüz bir 3’üncü dünya savaşının kapısını aralayacak mahiyettedir diyoruz hemen hepimiz. Orada yapılıp edilenlerin bizi nasıl bir savaşın beklediğinin ön habercisi olduğunu da en azından seziyoruz.
Bu savaşın ne 1’inci ne de 2’nci emperyalist dünya savaşlarına benzemeyecek bir karakterde olacağını Gazze’de, en son Lübnan’da yaşananlardan anlayabiliyoruz. Aslında onu bulunduğu noktada boğmak, yayılmasını engellemek de ilk denemelerinin yapıldığı bu iki noktada olup bitene tavır almaktan geçtiğini belki de yıllar sonra daha net bir şekilde anlayacağız.
1’inci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın arifesinde nasıl bir toplumsal psikolojinin hakim olduğuna dair sayısız tarihçi tarafından yazılmış gözlemler var. O savaş, kapitalizmin emperyalizme dönüştüğü dönemin ilk savaşıydı. Sınai-teknik gelişmelerin silahlanmaya da tercüme edilmesiyle önceki savaşlardan farklı silahların geliştirildiği, savaş stratejilerinin de buna göre yeniden belirlendiği ilk savaş… Kısa süre önce yaşanan Balkan Savaşı bile esas olarak emperyalizm öncesi döneme mahsus savaş tekniği ve stratejileriyle olup biten, o nedenle de kısa süren bir savaştı. Emperyalizm çağının ilk büyük savaşı 1’inci Paylaşım Savaşı’ydı.
O kesitte kitle psikolojisinin bu gerçeğin farkında olmadığını yazar tarihçiler. Tüm ülkelerde egemenlerce kışkırtılan, savaşı yeni bir başlangıç ve tazelenme olarak içselleştirmeleri için geniş bir propagandaya-manipülasyona maruz kalan kitlelerin kafalarındaki savaş feodal çağlara mahsus bir kahramanlıkla özdeşleşmişti. O kadar basite alıyorlardı ki tarihçiler bunu, “yapraklar dökülünce evlerimize döneceğiz” gibi bir naiflikle özetliyor.
Oysa savaş somut bir gerçeğe dönüştüğünde hiç de beklenildiği gibi kısa sürmediği gibi önceki savaşlardan bambaşka bir bedeli simgelediği anlaşıldığında işler değişir, ama olan da olmuştur artık!
Şimdi 21’inci yüzyıldayız. Emperyalizmin sadece ağır konvansiyonel silahlarla değil, taktik nükleer bombalar, İHA’lar, SİHA’lar, robot teknolojisi, siber saldırı yöntemleri, gelişkin teknoloji ürünü tahrip gücü çok yüksek füzeler kullandığı bir savaş bu. Önceki dönemin savaş araçlarıyla birleşen hibrit özelliğini halen korusa da Lübnan’daki son saldırılarla bambaşka bir nitelik kazanan bir savaş…
Kısacası 21’inci yüzyılın savaş teknolojilerinin 20’nci yüzyılla kıyaslanmayacak bir çeşitlilik kazandığı açık. Buna son olarak 17-18 Eylül’de Lübnan’da aynı anda uzaktan patlatılan çağrı cihazları ve telsizler eklendi. Bir anda tüm bir kenti felç edecek, geride toplumsallaşan kaygı ve korkular bırakacak, binlerce insanın yaralanmasına, son rakamlara göre 76 kişinin hayatını kaybetmesine neden olacak bu savaş yöntemi bu yüzyılda nelerin nasıl kullanılacağının, savaşın biçim ve muhtevasının hangi araçlarla nasıl bir dönüşüm yaşadığının çarpıcı bir ifadesi oldu.
Emperyalist güç odakları arasındaki rekabet ve çekişmenin boyutları sistemin yapısal krizinin derinliği ölçüsünde keskin. Bu keskinlik, belirleyici hegemonik güç olarak rüştünü ispatlama telaşında olan ABD başta olmak üzere tüm emperyalist kapitalist güç odaklarını en çılgınca girişimlere imza atacak noktaya getirmiş durumda. İsrail gibi tepeden tırnağa silahlandırılmış bir bölge jandarması eliyle uygulamaya konulan her şeyin, aslında bu odakla birlikte tasarlandığı, bu odağın oluruyla olduğu açık. Bu, Gazze, on binlerce insanın, doğanın, kentlerin sistematik biçimde soğukkanlılıkla yok edildiği bir örnek olarak dünya halklarının gözüne sokuldu adeta. Güç gösterisinin son sahnesi olan Lübnan’daysa savaşın en sinsi en karanlık biçimi sahnelendi. Bir anda binlerce ölüyü göze alabilecek bir “çılgınlık”tı sergilenen. Bu sahnenin yarın başka bir yerde ve belki daha kanlı biçimlerle sergilenmemesinin ise garantisi yok.
21’inci yüzyılın savaş yöntemleri ve tekniklerinin bir laboratuvar gibi sergilendiği Ortadoğu, daha genişlemiş savaşlar için sadece bir prototiptir. Bu prototipin yarın Asya’da Ortadoğu’nun başka bölgelerinde dahası dünyanın emperyalistler açısından kritik olan her bölgesinde sergilenmemesinin yegane teminatı halen ve her zaman dünya halklarının alacağı tutuma bağlıdır.
Emperyalist sistemin klasik kurumlarının, sözleşmelerinin çoktan iflas ettiği, dünyanın yeni bir savaş iklimine girdiği bu koşullarda Filistin ya da Lübnan’da olup bitenlerin dünya sahnesi haline gelmemesinin biricik yolu halkların “dur” diyebilmesinin örgütlenmesidir. Dün olduğu gibi bugün de…
Dün Cizre ve Sur’da benzer bir kanlı savaş tatbikatı yapanların yarın Gazze’ler, Lübnan’lar yaratmamalarının hiçbir güvencesi yoktur. Netanyahu’nun Gazze stratejisinin bir prototip olarak Cizre ve Sur’dan esinlenmediğini söyleyebilir miyiz? O halde, dünyanın her noktasının bugün aynı tehlikeyle karşı karşıya olduğunu bilerek savaşa, savaş politikalarına karşı örgütlü bir halk hareketinin yaratılması ertelenemeyecek bir görevdir.
Yeniçağ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.