Geçtiğimiz haftalarda, “Sevdiğin bir sanatçıyı, yazarı, şairi, müzisyeni uzaktan sevmek bazen daha güzel” demiştim.
Bunun tersi de mümkün.
Bugün de bu taraftan bakalım istedim…
Bazen “İyi ki tanırım/tanımışım bu güzel insanı/insanları” dediğimiz de olur- seyrek de olsa.
Özgün olmak. Özgün kalmak. Veya özgün şeyleri bulmak.
Kendimizde, yaşadığımız toplumun içinde ve topraklar üzerinde ve bunu sanata yansıtmak.
Ağırlıklı popüler kültürün yarattığı geçici hevesler ve modalar üzerinden yürüyor dünya. Özellikle de bizim gibi kimlik sorunu yaşayan coğrafyalarda.
Taklit üzerinden var ediyoruz kendimizi. İthal etik kurallarla, modalarla, aşırılıkları normalleştirmeye çalışarak veya bazı geri kalmış kültürel kodlamalarla bunlara sert bir tavırla karşı çıkıyoruz, yapay hayatlar yaşıyoruz.
Zorlama işlere girişiyoruz.
En zor şeylerden biri bence özgünlük. Onca şey yapılmış, yaşanmış, tüketilmiş ama günün sonunda unutulup gitmiş.
Özgün şeyler bırakanlar yaşıyor bugün hala. Kendi alanında orijinal işler, düşünceler, eserler, bırakmış kişiler.
Eylemlerde bulunabilmiş kişiler. Toplumlar da aynı şekilde özgünlükleri ile ayakta kalmıyor mu? Ya da yıkılmıyor mu?
Ne kadar çok taklit edersek o kadar özgünlükten uzaklaşmaz mıyız sizce de?
Kıbrıs meselesi ile ilgili de hala dıştan gelen ya da gelecek olan planlarlar üzerinden gidiyoruz, siyaset yapıyoruz.
Halbuki fark yaratan liderler hep kendi kültürünü ön plana çıkarıp önemli devrimler yapmadı mı? Mahatma Ghandi, Martin Luther King, Evo Morales, Malala Yousafzai ve daha niceleri…
Sanatta da Diego Velazquez, Bruegel the Elder, Egon Schiele, Joseph Beuys ve daha pek çok değerli kişi kendi coğrafyalarında kendi özgün eserlerini yarattılar ve evrenselleştiler.
Ne var acaba biz Kıbrıslıların özünde diye düşünüyorum, kendimize özgü ağzımız ve aksanımız, bazı davranış biçimlerimiz; inançlı olmadan erkek çocuklarını sünnet ettirmek gibi (Gürgenç’e fark etmemi sağladığı için teşekkürler!) belki bazı ürünlerimizin kendine has aroması; turunç çiçeğinin kokusu veya burada yetişen limonun tadı ve aroması gibi…
Yerli zeytinlerin kekremsi halleri,
Bazı eski dönemlerden kalan kapı ve pencereler,
Bazı endemik bitkiler,
Cırlavık sesleri belki,
Bandabuliyanın restore edilmeden önceki kokusu…
Karpaz taraflarında rüzgâra doğru eğilen maki kılıklı ağaçlar,
Mesarya’daki Yetin Arslan’ın zaman zaman güzel çekimleriyle hatırlattığı küçük ev,
Babutsa ağaçları,
Rüzgârlı havalarda trafikte aniden karşımıza çıkan çalı tarzı otlar (Eser Keçeci bunu çok güzel bir sanat çalışmasına döndürmüştü)
Liste böyle gider gitmesine de biz neyi nasıl değerlendirebiliriz ona bakmak lazım.
Böyle özgün şeyleri sanata dönüştürmek çok güzel olmaz mı?
Ama tabii bahsettiğim şey bunları ifade edecek görsel bir yol bulmak tabii.
Sele sepet yapıp köy meydanına asmak değil veya turuncuya boylanmış bir portakalı kasaba girişine koymak.
Benim bahsettiğim özgün taraflarımızdan yararlanarak bunları sanatsal işlere çevirebilmek.
Tıpkı bazı bölgelerde asırlar içinde oluşan özgün haller gibi.
Dillirga gibi. İpsillat gibi. Luricina gibi…
Bunları yapsak keşke.
Hatta bizi kurtaracak şeyler bu belki de.
Sadece sanatta değil her alanda.
Politikada bile.
Yeniçağ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.