“Bütün çağlardan daha kokuşmuşuzdur,
bütün imparatorluklardan daha çürümüşüzdür.”[1]
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Buyurganlık Osmanlı’da yok,”[2] demiş!
Bu “ne müthiş bir tarih bilgisi!” demek yerine; Louis Althusser’in, “En iyi bildiğimiz şeyler hiç öğrenmediklerimizdir.” “Balıklar, yüzdükleri suyu görmez”; Alain Badiou’nun, “Kuşku duyulmayan tek şey hiçtir, çünkü hiçbir gerçeklik iddiası yoktur”; Søren Kierkegaard’ın, “Bir insanın hiçbir uzlaşmaya varamayacak iki şeyi birleştirmesi her zaman komiktir,”[3] sözlerini hatırlatmakla yetinerek Theodor W. Adorno’dan aktaralım: “Bilginin iktidarla ilişkisi sadece uşaklıkla değil, hâkikatle de ilgilidir. Çoğu bilgi eğer güçler ilişkisiyle orantılı değilse, biçimsel açıdan ne kadar doğru olursa olsun, geçersizdir”…
Oysa, resmi söylencelerin çeşitli versiyonları yerine Osmanlı’nın öteki tarihine göz atmakta yarar var…
KARDEŞ KAT(İ)Lİ
Osmanlı İmparatorluğu tarihinin temel karakteristiğini en iyi, “Kevir çiqasî jî di avê de bimîne, dîsa nerm nabe/ Taş ne kadar suda kalsa da, yine de yumuşamaz,” diyen Kürt Atasözü, ya da “Akıl azaldığı oranda kaygı da azalır,”[4] cümlesiyle Søren Kierkegaard veya “Yok etmek sadece zorbaların ve cahillerin işidir,”[5] diyen George Orwell anlatır…
Bunun en net verilerinden biri, “Ve her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizam-ı âlem içün katl etmek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz itmiştir. Anında amil olalar,” diyen Fatih Kanunnamesi’dir…[6]
Malum: Milliyetçiler ile İslâmcılar; Osmanlı’nın kendi iç hesaplaşmasını inkâr ettiği gibi, Osmanlı’nın tarihiyle yüzleşip, hesaplaşmaktan itinayla uzak dururlar.
Örneğin Harem’i (ve yaşanan zevki âlemleri) “bir eğitim kurumu” olarak niteleyip Saray ve çevresinin eşitsiz, ayrıcalıklı konumunu Allah’ın bir lütfu sayarlar. Halkların yoksul aç ve sefil olmasını “es” geçerler.
Saray entrikalarına, saray katliamlarına, kardeşin kardeşe zulmüne sırt dönerler.
600 yıllık saltanat boyunca zorba bir rejim tarafından haraca bağlanıp aç bırakılanlara ilgisiz kalırlar.
Tüm kötülüklerine rağmen resmi ideolojinin göklere çıkardığı Osmanlı’nın adaletinden bahsetmeyi ise hâlâ sürdürürler.
Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nda kardeşkanı dökmekle sınanan devlet geleneğinde, hemen her şey mubah sayılıyorken; saray entrikaları da zirve yapmıştır.
Örneğin Osmanlı’da 36 padişahtan13’ü Şeyhülislâm fetvası ile tahttan indirildi.
Orta Asya gelenekleri, Bizans devlet müesseseleri, şeriat hükümleri karmakarışık siyasal-kültürel zeminini oluştururken; aslolan daima “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” ilkesi olageldi.
“Devletin bekası için” baba-oğul, ağabey-kardeş, yakınlar/ akrabaların birbirini öldürme hakkı yasallaştırılırken; daha başlarda, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Bey, amcası Dündar Bey’i öldürmüş ve cesedini ibreti âlem için sergilemişti.
I. Murat, babadan oğula geçen saltanat geleneğini bozup, padişah olması gereken ağabeyi Halil’i öldürüp tahta geçmişti. Tahta geçtikten sonra diğer kardeşi İbrahim’i de tahtı için öldürttü. Kardeşlerden sonra oğlu Savcı Bey’i de öldürüp cesedini şehrin merkezine astı.
Yıldırım Beyazıt tahta geçtikten sonra kardeşlerini boğazlattı. Yerine geçen oğlu Çelebi Mehmet de kardeşi İsa’yı boğdurttu.
II. Murat da tahta geçince, kardeşi Mustafa’yı öldürttü.
Fatih Sultan Mehmet, bir yaşına girmemiş kardeşi Ahmet’i biat töreni sırasında boğdurttu.
Fatih öldükten sonra iki oğlu hayatta kaldı: II. Beyazıt ve Cem… Taht kavgasını II. Beyazıt kazandı. Cem İtalya’ya kaçtı. Cem’in ülkedeki çocukları öldürüldü.
Osmanlı padişahları arasında Yavuz Sultan Selim “kelleci” olarak bilinir. Nedeni ise Sadrazamının kellesini kendi elleriyle kestikten sonra kanlı kelleyi yanında taşımasıdır. İbret-i âlem olsun diye. Kelleci Yavuz Sultan Selim, sadrazamıyla yetinmeyip kardeşlerini öldürttü, oğullarını boğdurttu. Yetmedi, 50 bini aşkın Kızılbaşı da katletti.
“Cihan Padişahı” diye anılan Kanuni Sultan Süleyman, oğullarını (Mustafa ve Beyazıt) boğdurtması yanında Osmanlı zulmüne başkaldıran Kalender Şah’ın önderliğinde gelişen Kızılbaş ayaklanmasını vahşice bastırdı.
“Şah” unvanlı Kalender Çelebi, vergi sistemindeki haksızlıklara başkaldırmış; Kanuni’nin Şeyhülislâmı Ebu Suud da, “Kızılbaş katli vaciptir… Canları, malları, namusları size helaldir,” diye fetva vermişti.
“İster okla, ister mızrakla, ister bıçakla olsun Kızılbaşların kestiği murdardır, yenilmez,” diyen Ebu Suud, “Kadınlarını ne yapalım?” diyenlere “ “Belinize kuvvet,” yanıtını verecekti.
III. Murat da tahta çıktığı zaman, “Nizam-ı Âlem için” 5 kardeşini boğdurttu.
III. Murat öldükten sonra oğlu III. Mehmet tahta çıkacak ve ilk işi de kardeşlerinin hepsini boğdurmak olacaktı. Ayasofya Camii avlusunda 54 mezar kazıldı: Bunlardan 20’si erkek, 23’ü kadındı.
Öldürülenlerin yaşı küçüktü, hatta altı aylık olanları bile vardı ve hepsinin ölüm tarihi 1595’di. Anasından süt emerken alınıp boğulan ve emdiği süt burnundan gelen beşikteki bebeğe dek boğdurmuştu…
Evliya Çelebi, “Bir şehzadenin daha emzirilirken annesinin kucağından sökülüp alındığını boğulduğunda emdiği sütün burnundan geldiğini” yazarken; naklettiğine göre “İstanbul halkının feryatlarını gökteki melekler duymuştu…”
Bununla da yetinilmemişti. III. Murat’ın gebe eşleri de öldürtmüş ve ergenlik çağındaki iki kardeşinden gebe kalmış yedi cariye de denize atılmıştı.
III. Mehmet sadece bununla yetinmedi, 16 yaşındaki oğlu şehzade Murat’ı da boğdurttu.!
III. Mehmet 1603’te 37 yaşında obezitenin getirdiği sorunlar yüzünden öldüğünde, tahta I. Ahmet oturdu. III. Mehmet’in cenazesi Ayasofya’ya götürüldü. Namazının kılınmasına yeni padişah gitmeyi, “Taht sahibi olmak için 39 kardeşini ve bir oğlunu öldüren adam babam da olsa katildir. Ben katil bir adamın cenazesini kılmam! Varın siz kılın!” diyerek reddetti.[7]
I. Ahmet, bu şahane protesto ile yetinmedi ve 243 yıldır süregelen geleneği, kardeş katli denen vahşeti ve insanlık ayıbını da kaldırdı.
Hani her şey devletin bekası içindi? 1603’te kaldırıldıktan sonra aynı devlet 320 sene daha varlığını sürdürdü; demek ki devletin sürmesi için kardeşlerin, evlatların katledilmesine gerek yoktu ve “Devletin Bekası”, kuyruklu bir yalandı.
Gerçekten de padişahların, tahta çıkar çıkmaz etrafında ona rakip olacak ne kadar canlı varsa acımasızca yok etmesinin açıklanabilir bir yanı yoktu, olamazdı da!
Bu, olsa olsa, iktidar hırsı katliamıydı; o kadar!
RÜŞVET HUKUK(SUZLUK)U
“Hoşgörülü bir medeniyet” diye sunulan Osmanlı İmparatorluğu’nda Max Horkheimer’ın ifadesiyle “Çoğunluk her zaman ve istisnasız olarak azınlığın haklarını çiğnemiştir.”
Her ne kadar “Tarihçi Fernand Braudel, Osmanlı’nın tarihte örnekleri çok olan bir göçebe kasırgası değil, kurumlaşmış, bürokrasisi ve arşivi mevcut hakiki bir devlet olduğunu belirtir. Buna göre de hukuk teşekkül etti, devlet kurumları oluştu,”[8] denilse de; Lucette Valensi farklı şeyler aktarıyor:
“Büyük hükümdar, bu büyüklükte bir imparatorluk yönetimini birkaç kişiye değil, bir tek kişiye bırakıyor: Vezir, iktidarı, erdemine, değerine değil, hükümdarın keyfine borçlu oluyor. Başka ülkelerde adalet ve aklın belli bir yeri vardır; burada tutkunun yön verdiği kişisel irade baş tacı ediliyor. Yargılamak için, hiç yazılı metinlere dayanmıyorlar, yargılarını yalnız şahitliği göz önüne alarak veriyorlar. İhbarcılık dili, gözlemcilik dilinden önce geliyor.”[9]
“Osmanlı hanedanı, siyasal gücü kimseyle paylaşmadan kullanan bir soy var; yalnız, hükümdarın oğullarından, baştaki sultanın yerini kimin alacağı hiçbir zaman kesin bilinmiyor. Her tahta çıkış baba ya da kardeş katliyle birlikte gidiyor, ordu ve sarayın içindeki hasım grupların şiddet gösterilerine yol açıyor.”[10]
Koca bir sistemin yürümesi yasaya uyuma değil, hükümdarın şanını gözetmeye ve cezalandırılma korkusuna dayanıyor. Buradan doğan paradokslu durum şu: Sultan’ın görevlileri ona, yalnız otoritesini iyi kullandığı sürece hizmet etmeye yükümlüler. Peki, bu otorite kötü kullanıldığı zaman ne oluyor? (…) Sistem doğal aristokrasi -yani kan ve soylu karakter aristokrasisi- tanımadığı için, hükümdarın bozukluğunu dengeleyecek sosyal engellerden yoksun. Özellikle Sultan, üst görevli devlet adamlarından uzaklaşıp aşağılık kişilerin yanına sokulunca. İnsan donup kalıyor, diye yazar Erizzo 1557’de, Sultan’ın dairesinde ne tür insanlarla görüşüp konuştuğunu görünce; “Oraya yalnız hadımlar, dilsizler, en aşağı türden yaratıklar, köleleri girip çıkıyor. Büyük devlet adamlarıysa hiç girmiyor, Sultan’la törenlerde, kalabalık yerlerde konuşabiliyorlar ancak.” (…)İnsanları tanımaktan el etek çekmiş, yalnız hadımlar, saray oğlanları ve kadınlarla, dünyada olup biteni ne tanır ne bilir olan, saraylara kapanmış, dış dünya ile bağları kopuk kişilerle görüştüğü için bu Osmanlı İmparatorlarını eleştiriyor.”[11]
“Devlet kararları için para veriliyor, makamlar satın alınıyor, siyasetin bir fiyatı var. Venedikliler ticaret sanatında ustadırlar. Almak, satmak, saymak ve ödemek: bunlar işleri. Yalnız, pazar olan yerde. Siyaset ortamına para girer mi? Evet, ama Türk mantığından ayrı bir mantık çerçevesinde. Devlet kararlarını yapan prensiplerdir. Seçim, terfi, bağımsız kalan bir siyasal mantık sonucudur: Yurttaşlık görevlerinde değerini gösteren kişi siyasal alanda kabul görür ve parasal karşılığını bulur. Yönetim ortamında bir üst görevli, yurdu hizmetinde bir yurttaş -hem çaba hem malını mülkünü harcamak durumundadır. Görev düzeyinde kalmak için harcar, onuruna bağlılığını göstermek için harcar: görevli gittiği zaman götürdüğü armağanlar, taşıdığı giysi, seçildiği zaman dağıttığı bağış, yapmakta olduğu mesenlik, bütün bu geniş elli tutumlar onun siyasal gücünün ölçüsüdür. Bu gösteriş karşılık beklemez. Yaptığı bağışlar potlaç düzeyine girerler. (…)
Babı-ı Ali’de her şey tersi. Vekil, vali, yargıç ya da küçük rütbeli, hediye ve para kabul ediyor; görülecek bir iş ya da iş sözüyle para alınıyor. Kendinden küçükten alınıyor, kendinden büyüğe veriliyor. Hediye sosyal piramidin tepesine taşıyor. Otoritenin önemi alınan hediyelerin boyutu ile ölçülü. Sultanlar ve vezirler geniş ihsanlarda bulunuyor, evet. Zengin yaşıyorlar, camiler yaptırıyorlar, umum yararına kurumlar donatıyorlar. Ama pek çok da armağan bekliyorlar. Görevde yükselme ile verilen ücretin kuralları, en üst görevlere kimin geleceğini bilmeye elvermediği için Venedik temsilcileri değişik kişilerin yardımlarını hazırlamak zorundalar. Sosyal hiyerarşi soydan gelmeyince, kurumlardaki hiyerarşi belli olmayınca, “talih çarkı” her an adsız sansız birini yüceltebilir. Venediklilerin duyduğu çekilmez rahatsızlık burada: En üst düzeyde -şimdi ya da sonrası için- bir yarar elde etmek için, kendinden küçüğe armağanda bulunmak. Vermenin küçüklüğü, bunun adı çürümüşlük.”[12]
“İstanbul’da herkese hatır gönül dağıtmak gerek. Kendilerini kişiden sayan, Osmanlı donanmasında kullanılmak üzere Girit ve öbür adalardan toplanmış meyhane türedilerine bile. Çünkü Sultan’ın keyfince dönen talih çarkının kimi indirip kimi yükselteceği belli değil.”[13]
Görünen odur ki, “De lege lata/ Yürürlükteki kanuna göre” -Eduardo Galeano’nun ifadesyle- “Adalet de tıpkı yılanlar gibi, yalnızca çıplak ayaklıları ısırıyor”du ve elbette “Adaletten yoksun olan hiçbir şey ahlâken doğru olamaz”ı![14]
Malum: İslâm hukukunda insan hakları kavramı yoktur, kadının çok az hakkı vardır ve Osmanlı tebaası olan gayrimüslimler de Müslümanlarla eşit statüde değildir. Şeriata göre örneğin bir cinayet davasında bir gayrimüslim bir Müslüman aleyhinde tanıklık yapamazdı. Yani bir Müslüman yüzlerce gayrimüslimin gözleri önünde içlerinden birini öldürse onlar o Müslüman aleyhinde şer’i mahkemede şahit olamazlardı…
Devlet dairelerine girişte XIX. yüzyılın ikinci yarısına değin hiçbir sınav veya normatif prosedür yoktu, tamamen keyfiydi. Zaten bütün büyük memurluklar rüşvetle dağıtılıyor ve rüşveti verip o makama gelenler de verdiği parayı çıkarmak için rüşvet alıyorlardı. Sözde adalet dağıtmakla görevli olan kadılar en fazla rüşvet ve yolsuzluğa bulaşmış olan kesimdi. Kadılar mansıplarını rüşvetle alıyorlar ve görevde rüşvet alıyorlardı…
Rüşvete dair en meşhur örnek bizzat Osmanlı’nın en parlak klasik devri olan Kanuni devrine aittir. Bağdat’ı fetheden Kanuni’ye bir kaside sunan Fuzuli’ye Kanuni bir maaş bağlar ve şairin eline bir berat verilir. Ne var ki Fuzuli beratına rağmen devlet dairelerinde maaşını bir türlü alamaz. Bunun üzerine meşhur şikâyetnamesini yazar: “Selam verdim rüşvet değildir deyu almadılar”.
Katip Çelebi ile aynı devirde yaşamış olan Koçi Bey’in 1631 tarihinde IV. Murad’a sunduğu risalesinde de devlet dairelerinde açıkça rüşvet alındığı ve kazaskerlik, kadılık, müderrislik, müftülük dahil olmak üzere bütün makamların alınıp satıldığını yazar.
Katip Çelebi de “Günümüzde çekinilmeden rüşvet alınmaktadır” demektedir. Çelebi mahkeme dışındaki devlet dairelerinde alınıp verilen rüşveti icare akdi (iş takibi mukavelesi) olarak nitelendirmekte, ancak bir yandan da hile-i şeriyye yapmak iyi değildir, demektedir.
Bir şey daha: Rüstem Paşa, Kanuni’nin damadıydı ve “Damat” ve “Sadrazam” unvanlarından başka bir sıfatı daha vardı: “Ebvab-ı Rüşvet Fatihi”… Yani, “Rüşvet Kapısını Fetheden” kişi!
Para karşılığında beylik-komutanlık satardı, mangırı bastırana makam-mevki dağıtırdı, kendi kesesini doldurana devlet kesesine ait arazileri peşkeş çekerdi, barış anlaşmaları imzalanırken bile yabancı devletlerden avanta alırdı, işi düşen herkesi yolardı.
O kadar dindar’dı ki; şahsına ait 8 bin adet Kur’an-ı Kerim vardı!
Kefenin cebi yok tabii… Dört kolluya binip giderken, hırsızlıklarıyla biriktirdiği şu serveti bıraktı: 1 milyon 200 bin altın, 11 milyon akçe, 33 iri mücevher, 815 çiftlik, 476 değirmen, 1700 köle, 12 bin 900 at, 500 altın eyer, bin gümüş eyer, 130 altın üzengi, 1100 deve, 1200 sığır, 2 bin zırh, 1500 gümüş tolga, 5 bin kaftan, 860 altın kabzalı-mücevher süslü kılıç, bin gümüş mızrak… Kendisinin çalıp çırpıp, mücevher tutkusuyla ünlü olan eşi Mihrimah’a devrettikleri ise, bilinmiyordu![15]
“Karl Marx boşuna dememiş ‘Bütün kutsallıklar sonunda dünyevileşir’ diye. Para, mal, servet; imanı bozuyor işte…
Böylesi bir bozulmayı yaşayan Osmanlı toplumunda yönetici sınıfının yazışmalarında da bir yörenin ileri gelenleri için ayan, eşraf, muteberan, mütemeyyizan, rüesa veya bildiğimiz ileri gelenler ifadesi kullanılırdı. Aşiret reisleri açıkça tanınır ve devletten yana oldukları sürece otoriteleri desteklenirdi. Peygamber soyundan gelen seyyit ve şerifler vergi ve askerlikten muaftı, bunların imtiyazlarını korumak için nakib ül eşraflık makamı vardı. Ulemanın tefsir ve fıkıh kitaplarında da halkı havass (seçkinler) ve avam (sıradan halk) şeklinde ayırması adettendi.
Burada havass’tan genelde kasıt eğitimli olmak, yani medrese eğitiminden geçmiş olmak veya en azından okuma yazma bilmekti. Ancak eğitim de zaten genelde toplumsal statüsü yüksek olanların bir ayrıcalığıydı. Ulema şeriata dair meseleleri avamın anlayamayacağını düşündüğü için bu konuların onların içinde tartışılmasını doğru bulmazdı. Bütün dinlerde olduğu gibi, modernite öncesi İslâmi ruhban sınıfı da dinsel bilgi üzerindeki tekelini kıskançlıkla korumaya çalışırdı. Kuşkusuz en önemli husus Kur’an’ı yorumlama tekeliydi.
Ulema halkın kendi başına Kur’an’ı okuyup anlamaya çalışmasını kesinlikle caiz görmezdi. Kur’an kurslarında Kur’an’ı anlamadan sadece okumak öğretilirdi. 600 yıllık Osmanlı devletinde ulema sınıfı Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesine izin vermemiştir. Hatta 1870’lere değin Kur’an’ın matbaada basılmasına dahi izin vermemiştir. Her kuruma olduğu gibi kuşkusuz medreseye girişte de adam kayırmacılık hâkimdi.[16] Askerlikten kaçmak için bugün yüksek lisans yapmanın o zamanki muadili medrese öğrencisi olmaktı. Ulema kendi çocuklarına daha beşikteyken ilmi payeler verdirirdi. Beşik uleması sözü buradan gelmektedir.
Ulemanın havass ve avam kavramını nasıl kullandığına bir örnek olarak yine Katip Çelebi’nin Mizan ül Hakk adlı eserine bakalım. XVII. yüzyılda yaşamış olan Katip Çelebi bütün Osmanlı uleması içinde en aydınlarından biridir. Nitekim adı geçen eserinde matematik ve hendese (geometri) gibi bilimlerin ve hikmetin (felsefenin) medreselerde okutulmamasını eleştirmiştir. Katip Çelebi, “İslâmi olmayan ilimlerin yasaklanmasında ilk zamanlarda o kadar sert davranılmıştı ki Hz. Ömer Mısır ve İskenderiye fethedilince nice bin cildi bulan kitapları yaktırmıştı” demiştir.[17]
Bu noktada sözü Halil İnalcık’a bırakalım:
“Osmanlı ilmî çalışmalarının amacı, Tanrı kelâmını doğru anlamak olan dinî bilgiyi tek gerçek ilim olarak gören geleneksel İslâmî anlayışla sınırlıydı. Bu bilginin temelini Kur’an ve Hazret-i Peygamberin hadisleri oluştururdu. Akıl, din hizmetinde sadece bir tamamlayıcıdır. Dinî ilimlerin usûlü (metodolojisi), kanıtları önce Kur’an, sonra Peygamberin hadislerinde, daha sonra da kayda geçmiş örneklerde aramak, akıl yoluyla belirlemeye ancak son çare olarak başvurmaktı. Bu gelenek, İslâm’da serbest düşünceyi sınırlamış; sonraki Müslüman düşünürlerin yenilik yapabilmesi neredeyse olanaksız hâle gelmiştir. Peygambere en yakın kaynaklar (sahâbe) ve onlara yakın olanlar (tâbi’ûn) en güvenilir kanıtların sözcüsü sayıldığından, gelenekçilik egemen olmuştur. Osmanlı döneminde, önceki örnekleri izleme ilkesi yalnız dinî hukukta değil, İslâm ilminin her yönünde yol gösterici temel ilke olmuştur. VIII. ve IX. yüzyıllarda yaşamış akılcı kıyas yöntemiyle bu geleneği geliştiren ve olgunluğa kavuşturan Abu Hanîfe, Şafi’î gibi büyük imamlardan sonra dinî ilimlerde yenilik esaslarda değil, ancak ikincil konularda olanaklı sayılmıştır. Derleme, özetleme, şerh ve tahşiye, İslâmî çalışmaların temel üslubu olmuş, Osmanlı ulemâsı da ancak bu türden yapıtlar vermişlerdir.”[18]
Aynı konuda Taner Timur da şunları ekler:
“Osmanlı zihniyeti günümüzdeki anlamıyla ilme yer vermeyen, skolastik bir zihniyetti; “Osmanlılarda ‘ilim’ ve ‘âlim’ kelimeleri dini bir anlam taşıyordu, ilmin temeli ‘cehalet devri’ne son veren Allah’ın sözü Kur’an’dı. Allah, peygamberi aracılığı ile insanlara gerçekleri yollamış, dünyayı aydınlığa, nura boğmuştu. Bu gerçeklere çeşitli yollarla varılabilirdi. ‘Marifa’ yoluyla, yani düşünce ve öğrenimle varılabileceği gibi, Allah’la ruhi birlik kurarak, tasavvuf yoluyla ve şiirle de varılabilirdi. Fakat bu yolların hepsinde ortak nokta ‘Hakikât’in Gök’ten vahiyle inmiş olması ve Kur’an’da yazılı bulunmasıydı”[19]
AYRIMCI(LIK) ÖTEKİLEŞTİRME
Osmanlı tarihi ayrıca, yasaklarla doludur.
Reşad Ekrem Koçu’nun 1950’de yayınladığı ‘Osmanlı Tarihinde Yasaklar’ başlıklı yapıtı, bir zamanların en çok satan tarih dergilerinden “Tarih Dünyası”nın ilâvesi olarak hazırlamış ve 42 sayfalık eser, derginin yayınladığı “Tarih Kütüphanesi” serisinin ikinci kitabı olarak çıkmıştı.[20]
Nadir eserlerden olduğu için bulunması şimdi oldukça zor görünen kitapta yer alan yasaklar şöyle:
Esir pazarlarında gayrimüslimlere cariye satma yasağı, tütün yasağı, kahve yasağı, içki yasağı, yatsı ezanı ile sabah ezanı arasında sokağa çıkma yasağı, evlerde ışık yakma yasağı, afyon ve esrar kullanma yasağı, kadınların kayıklara erkeklerle beraber binmeleri yasağı, kadınların Eyüp’teki kaymakçı dükkânlarına girme yasağı, kadınların açık-saçık gezmeleri yasağı, yine kadınlara mesireye gitmeleri yasağı, bekâr erkekler için İstanbul’a girme yasağı, hamama giden gayrimüslimlere nalın giyme yasağı, binalara saçak ve çardak inşa edilmesi yasağı, çingenelerin ata binme ve kısrak besleme yasağı, belli bir millete mensup erkeklerin hamamlarda tellâklık etme yasağı, kahvehanelerde devlet sohbeti yasağı, kiliselerde çan çalma yasağı, şehirdeki konaklardan yalılara ve yalılardan da konaklara taşınma yasağı, silâh taşıma yasağı, surların üzerine ev yapma yasağı, evlerde yemek çeşidi yasağı, bekçilerin davul çalma yasağı, kahvehanelerde sazlı sözlü eğlence ve meddah yasağı, erkeklerin şımarık şekilde giyinmeleri yasağı ile ayyıldız kullanma yasağı.
Kırmızı zemin üzerine beyaz ay-yıldız Osmanlı İmparatorluğu’nda asırlar boyunca kullanılmış ve ay-yıldızın devletin bayrağında yer almasına İkinci Mahmud zamanında resmen karar verilmişti. Halk, karardan sonra ay-yıldızı süs motifi olarak kullanmaya başlamış, kapılara, pencereler ve duvarlara ay-yıldız motifleri çizilmiş, kayıklar, arabalar ve hattâ atların koşum takımları da ay-yıldızla bezenmişti.
Hükümet, bu modayı iyi karşılamadı ve ay-yıldızın olur olmaz her yerde kullanılmasını engellemek için motife bayrağın, resmî dairelerin ve üniformaların dışında yer verilmesini yasakladı. Ama yasağın uygulanması bir türlü denetlenemedi ve ay-yıldız en fazla kullanılan motiflerimizden biri olarak günümüze kadar geldi.
Esir ve köle ticareti kaldırılana kadar İstanbul’da Nuruosmaniye Camii’nin yakınında bir esir pazarı vardı. Cariye veya erkek köle satışı türlü uygunsuzluklara ve fuhşa yol açtığı için esircilik sıkı kefalet kurallarına bağlanmıştı ve devlet esircileri kontrol altında tutuyordu.
1559’da gayrimüslimlerin köle kullanmaları kesin şekilde yasak edildi. İstanbul Kadısı’na gönderilen bir fermanda gayrimüslimlerin elinde bulunan esirlerin adedinin belirlenmesi buyuruldu, daha sonra yazılan bir başka fermanda da bu esirlerin bedeli mukabilinde alınarak Müslümanlar’a satılmaları emredildi.
Sokakların devlet tarafından aydınlatılmadığı devirlerde uygunsuz kişilerin yapabilecekleri fenalıkları önlemek maksadı ile İstanbul’da yatsı ile sabah ezanı arasında sokağa çıkmak sık sık yasak edilir, bu yasak özellikle ihtilâl dönemlerinde uygulanırdı.
I. Murad zamanında konan kahve, içki ve geceleri sokağa çıkma yasaklarının yanısıra bazı zamanlarda evlerde yatsı ezanından sonra ışık yakılması da menedilmiş, böylelikle içki ve eğlence âlemleri ile gizli siyasî faaliyetlerin önüne geçilmesine çalışılmıştı.
Fatih Sultan Mehmed zamanında bazı “hafifmeşrep kadınlar”ın Boğaz’ın ve Haliç’in iki yakası arasında yolcu taşıyan kayıklarda erkeklerle buluşmaya başlamaları üzerine erkekler ile kadınların kayıklara beraber binmeleri yasaklanmış ve bu yasak XX. yüzyılın ilk yıllarına, II. Abdülhamid iktidarının sonuna kadar devam etmişti. Yasaktan sadece yaşlı kadınlar istisna edilmiş ve belli bir yaşı geçmiş kadınların dolmuş kayıklarına binmelerine izin verilmişti. Devlet, yasağın sık sık delinmesi üzerine yeni emirler ve ihtarnameler çıkartıyordu ve 1580’de Kayıkçılar Kâhyası’na gönderilen bir ihtarnamede “Bundan önce de tenbih edilmişti: Taze avratların levend tayfası ile kayığa binip gezmelerine engel olacak ve bu yasağı bütün kayıkçılara tekrar tekrar tenbih edeceksin” deniyordu.
Taşradan İstanbul’a gelen bekâr erkekler bugün olduğu gibi geçmişte de önce hemşehrilerinin yanında kalırlar ve onların vasıtası ile iş bularak para kazanmaya çalışırlardı. İş sahibi olanlar hanlara yahut “bekâr odaları” denen yerlere taşınır ama bekâr sayısının artması hükümet tarafından her zaman bir tehlike kabul edilirdi. Tehlikenin önüne geçmek için Anadolu’dan ve Rumeli’den İstanbul’a bekârların gelmesi sık sık yasaklanır, şehre daha önce gelebilmiş olanlar da sıkı şekilde kontrol edilir ve başta kefalet olmak üzere çeşitli sınırlamalar konurdu.
İstanbul’da en iyi kalitede kaymak Eyüp’teki dükkânlarda satılırdı ve VVI. asırda kadınların bu dükkânlara girmeleri yasaklanmıştı. Yasağın sebebi, bazı kadınların önceden anlaştıkları erkeklerle bu dükkânlarda buluşmaya başlamaları idi ve bu konuda 1573’te çıkartılan fermanda “Kadınların kaymak yemek bahanesi ile kaymakçı dükkânlarına girerek şeriata aykırı işler ettikleri haber veriliyor. Dükkâncılara kadınları içeriye almamaları şiddetle tenbih edilecektir” deniyordu.
XVII. asır İstanbul’unda, hamama giden gayrimüslimlerin nalın giymeleri yasaktı ve yasağın sebebi, hamamdaki Müslümanlar ile gayrimüslimlerin ayırd edilmeleri gerektiği yolundaki tuhaf düşünce idi. Bu yasağın konmasının ardından Müslümanlar’ın yıkandıkları sırada nalınlarını çıkarttıkları takdirde gayrimüslimlere benzemeleri ihtimali de gözönüne alınmış ve Müslüman olmayan hamam müşterilerine verilecek peştemalların üzerinde birer demir halka bulunması mecburiyeti getirilmişti. XVIII. yüzyıl başlarında bu yasağa ve kurala bir başka tuhaf ilâve daha yapıldı ve garip davranışları ile bilinen vezirlerden Kalaylıkoz Ahmed Paşa, hamama giden gayrimüslimlerin peştemallarına demir halkanın yanısıra bir de çıngırak bağlanması kuralını koydu.
İstanbul’da fetihten itibaren uygulanan tuhaf yasaklardan biri, çingenelerin şehir içerisinde ata binmelerine izin verilmemesi idi. 1595 tarihli bir fermanda çingenelerin sadece eşeğe veya arabaya binebilecekleri, bu emre uymayıp ata binenlerin ise derhâl idam edilmeleri emrediliyordu.
Osmanlı zamanında bütün dinlere serbestlik verilmiş ve ibadetlerini serbestçe yapabilmeleri sağlanmış ama tek bir konuda kısıtlama getirilmiş ve kiliselerde çan çalınması yasaklanmıştı. Yasak 1856’da imzalanan Paris Anlaşması’na kadar devam etmiş, bu tarihten sonra kiliselere çan kuleleri yaptırılmış ve âyin zamanlarında çan çalınır olmuştu.[21]
Osmanlı zamanındaki değişik esnaf kanunnâmelerinin bazı kısımları maddeler hâlinde yer alıyordu: “Lokantalarda Hıristiyanlar çalışamazlar.”[22]
Toplumsal hayatta hiçbir zaman Müslümanlara içki satışını serbest bırakmıyorlar. Ama Galata’ya gidip içiliyor. (Padişahların şarap içmesi şahsi günahıdır.)[23]
KÖLELİK VE KADINLAR
‘Tarihimize İz Bırakan Valide Sultanlar’ programındaki konuşmasında Emine Erdoğan’ın, “Harem Osmanlı hanedan üyeleri için daha çok bir okuldur,”[24] ifadesinin hakikât ile bir ilişkisi yoktur.
İslâm dünyasında Müslüman olmayan kadınların köleleştirilerek cariye hâline getirilmesinin kaynağı Kur’an-ı Kerim’e dayandırıldığı bir “sır” değilken; kadınların kullanımının Allah’ın takdiri olduğu görüşü yaygındır.
Köle kadınların İslâm toplumunda nasıl görüldüğünü Pakistanlı âlim Mevdudi şöyle anlatır:
“Kur’an-ı Kerim’de cariye şöyle tarif edilmiştir: ‘Bilek gücü ile ele geçirilmiş kadın.’
Kur’an-ı Kerim’in tarifine göre de cariye; Müslüman bir savaşçının cihat ederken ele geçirdiği kadın demektir. Böyle kadının helal olduğuna delil şu ayet de bulunmaktadır:
“Size analarınız haram kılınmıştır… ve kadınlardan evli olanlar da haram kılınmıştır. Ancak sağ ellerinizin sahip olduğu kadınlar helaldir.”
Günümüz Türkiye’sinde Cübbeli Ahmet Hoca’sı da şöyle demektedir:
“İslâm’da kölelik-cariyelik yoktur diyenler ne olur? Stalin gibi kâfir olur. Çünkü Kur’an’da ellerinin sahip olduğu köle ve cariyeler hakkında dolu ayet var. Bu kadar ayeti sen nasıl inkâr edersin yahu?”
Osmanlı sistemini anlatan akademisyenlerden Prof. Dr. Ahmet Akgündüz haremi şöyle aktarır;
“Şunu tekrar ifade edelim ki cariye, kadın köle demektir. Cariyeler de diğer köleler gibi İslâm hukukunun köleler için tespit ettiği hukuki statüye sahiptir. (…) Bilindiği gibi efendinin, cariyesi ile karı-koca hayatı yaşama hakkına istifraş hakkı ( yatma hakkı, odalık) diyoruz. Köle veya cariye üzerinde sahip olduğu mülki menfaatten kaynaklanan onları çalıştırma hakkına ise istihdam hakkı diyoruz. Cariye demek, efendinin birinci derecede istihdam hakkı bulunan kadın köle demektir.”
Elbette saray hareminde köle kadınların sayısı da oldukça kalabalıktı.
Harem; Gürcü, Çerkes, Ukraynalı, Hırvat, Yunan, İtalyan, Fransız’lardan oluşurdu. Haremağaları da çocuk yaşta hadım edilmiş devşirmelerden seçilirdi. 1582’den sonra daha çok Habeş kara hadımağaları saraya girmiş ve bunlar devlet yönetimine dolaylı yollarla dahil olmuşlardı.
Konuya ilişkin olarak Madeline C. Zilfi’nin ‘Osmanlı İmparatorluğu’nda Kölelik ve Kadınlar’[25] başlıklı kitabında toplumsal hiyerarşisinin en altındaki kadınlar ve köleler anlatılırken; bunların nerelerde, ne şekilde, kimler eliyle köleleştirildiği, kimler tarafından hangi işlere sürüldükleri ve sahiplerinin kölelerin üzerlerinde ne gibi “hakları” bulunduğunu incelenir. Şimdilerde “hoşgörü” ile anılan ve muhafazakârlar dışındaki çevrelerde de “kozmopolitliğinden” övgüyle söz edilen Osmanlı toplumunda, evet, gayrimüslimler kendi cemaatlerinin yönetiminde serbest bırakılıyordu ama bu tabiiyet ilişkilerine çizilen katı sınırlar ve ihlâli durumunda da sert cezalar vardı.
Zilfi’nin tabiriyle söyleyecek olursak, “İstanbul kozmopolit bir kentti ama herkesi kaynaştıran bir yer değildi.”
Mesela İstanbul’da etnisite ve mezhebe dayalı bir gettolaşma vardı, her bir cemaat, topluluk belirli mahallelerde oturuyordu. Mimari planda bile kentin en yüksek noktaları sultanların yaptırdığı camilerle donatılmıştı. Statü gösteren bütün mallar Müslüman yönetici sınıflara bölüştürülmüştü. Katı giyim kuşam kuralları vardı. Örneğin sarı çizme ve terlik yapımında kullanılan ince sarı deriyi dışarıda kullanma hakkı yalnızca Müslüman kadın ve erkeklere tanınmıştı. “Sarı çizmeli”nin önemli şahsiyet anlamına gelmesinin kökeni de buraya dayanıyor. Ayrıca XVI. ve XVII. yüzyıllarda nadir bulunan ve fiyatları yüksek olan ipek ve kadife brokarlar, satenler, karışık ipekler, “ince müslin”, “ermin”, samur ve siyah tilki kürkü imparatorluk otoritesini belirten kumaşlardı; kullanımları katı kurallara bağlıydı.
Kentte at sırtında gitmek Müslümanlara tanınan bir ayrıcalıktı, XVII. yüzyılda bu kural biraz yumuşatılsa da donanmadan bir kaptana yeterince hızlı yol vermeyen gayrimüslim saray hekimi, öldüresiye dövülmüştü. Yahudi ve Hıristiyanların, Müslümanlar gibi giyinmesi yasaktı.
“Sultanın ve Allah’ın iradesi” sokağa yansıyan şiddette somutlanırken; yeniliklere, “ahlâksızlık” suçlamasıyla karşı çıkılıp iktidarın ilk el attığı şey, kadınların giyim kuşamı oluyordu. Kıyafet, kumaş türlerine, modellerine, renklerine varana kadar idari düzenlemelerin konusuydu.
II. Mahmud ve III. Osman gibi reformcu padişahların kadınların kıyafetine ilişkin çıkardığı fermanlardan örnekler veren Zilfi, bu dönemde, eskiden para ve şiddetle cezalandırılan giyimle ilgili suçların artık ölüm ya da şehirden sürmeyle cezalandırıldığını belirtiyor ve öldürülen kadınların cesetlerinin Boğaz’ın sularına atıldığını aktarıyor. Ayrıca yalnızca memurlar değil, kendi ifadeleriyle “Allah’ın iradesini uygulayan” erkekler de sokaklarda kadınlara “yasaları uyguluyordu”: Sopayla döverek!
Bazı Osmanlı sultanlarının kadın nefreti, örneğin Sultan III. Osman’ın şehirde gezineceği günlerde kadınların sokaklarda dolaşmamasını emretmesiyle kendini gösteriyordu. Sultan’ın tamamen erkeklerden oluşan bir dünya hayalini şaşırtıcı bulmayan Madeline C. Zilfi, bunu da şöyle açıklıyor: “Şehzadelik hayatının elli yılı aşkın bir bölümünü, sarayın iç kısmındaki dairelerde neredeyse ev hapsinde geçirdiğinden, homososyal ya da homoseksüel zevklerine ağır gelecek kadar çok sayıda kadın görmüştü herhâlde. Ama erkeklerin kadın kılığına girdiğini görmekten ya da böyle erkekler tarafından görülmekten pek rahatsızlık duymuyordu.”
Kitabın temel konularından köleliğe gelince, köle kullanımının imparatorluğun yükselme döneminde başladığını ve imparatorluğun sonuna kadar da sürdüğünü anlatan Zilfi, Osmanlı’daki kölelik sisteminin özelliklerini ve Atlantik köle sisteminden farklarını da ortaya koyuyor.
Ve belirtiyor: “Tıpkı Amerika’da olduğu gibi Osmanlı Devleti de başkentlerini ve anıtlarını inşa etmek için köle emeği kullanmıştı.”
İmparatorluğun ilk döneminde askeri köleler ağırlıkta olsa da Zilfi’nin araştırdığı dönemde Osmanlı’da kölelik, ağırlıklı olarak ev içi köleliğe evrilmişti ve kadın köleliğine dayanıyordu. Erkek askeri köleler, tarımsal köleler, hadımlar, her türden uşak gelip geçmişti ancak “hizmetçi ve cariye” olarak aynı durum kadın köleler için söz konusu değildi.
Osmanlı tarihçisi Halil İnalcık’tan köle talebinin büyük çoğunluğunun yönetici sınıflara ait olduğu bilgisini aktaran Zilfi, bir başka kaynaktan XIX. yüzyıl ortasında İstanbul’da kayıtlı köle sayısını 52 bin olduğunu ve bunların 47 bininin kadın olduğunu bildiriyor: “Ubici’nin tahminlerine göre neredeyse tamamı Müslüman olan köle sahipleri İstanbul’un Müslüman nüfusunun yüzde 12’sini oluşturuyordu.”
Peki bu zengin hanelerin sahibi resmi elitler kimlerdi: Üst düzey bürokratlar, askeri yetkililer, ulemanın önde gelen isimleri. Saraya ve bu elitlere özenen Müslüman ve gayrimüslim zengin orta sınıf aileler de köle sahipleri arasına katılmaya çalışıyordu.
İmparatorlukta köle emeğine büyük bir merak vardı. Bunu karşılayan da başta Yahya Kemal’in şiirlerinde “çocuklar gibi” şen olduğunu anlattığı ya da “Kara Murat” filmlerindeki akıncılardı. Yazarın aktardığına göre, esirleri yerel işbirlikçilerin gözetiminde hiç de kamusal adaba uygun olmayan bir “ayıklama teftişine” tabi tutuyorlardı. Savaş zamanı “ganimet” olarak görülen bu kölelerden bir kısmı da padişahın hakkı olarak ayrılıyordu.
Savaş dönemleri dışında da köle tacirleri, aşiret reisleri, bazen de köleleştirilenlerin yakınları yerel tedarikçilerdi. Zilfi’nin anlatımına göre, Osmanlılar, Kafkaslar’ın kuzeyini kölelik amacıyla sömürgeleştirmişti.[26]
İmparatorlukta gayrimüslimlerin köle sahibi olmasına ise sınırlamalar getirilmişti. Çünkü Müslümanlar “üstündü” ve “bir müminin bir kâfirin kölesi olması dini düzeni tersine çevirirdi”.
Köleleştirildikleri andan itibaren kaba kuvvete maruz kalan, çok az yiyecek, kirli su ve üstü başı açık bir şekilde esir pazarlarına nakledilen bu insanlar, yerleştirildikleri hanelerde de ağır şiddete maruz kalıyordu. Venedikli Ottaviano Bon’un XVII. yüzyılın başında sarayın hareminde “davranışları kusurlu bulunan” kadınların denetçileri tarafından aşırı derecede dövüldüğüne, devşirilen oğlan çocuklarının da eğitimcilerinden benzer şekilde şiddet gördüğüne ilişkin gözlemlerine kitapta yer veriliyor. Zilfi, gözden ırak köle sahibi orta ve üst sınıf hanelerde de fiziksel şiddetin köleleri “disiplin aracı” olduğunu belirtiyor.
Akdeniz köle ticareti de Atlantik’teki kadar ölümcüldü ve İstanbul’daki köle ticaretinin merkezi ise Abdülmecid’in 1846’daki fermanına kadar açık kalan başkentteki Esir Pazarı’ydı. Burası, Bab-ı Âli ve Topkapı Sarayı’na yürüme mesafesinde Nuruosmaniye Camii ile aynı alanda, Kapalı Çarşı’dan birkaç kapı ötedeydi.
Madeline C. Zilfi, burayı ziyaret eden oryantalist seyyahların, denizcilerin hatıratlarından Esir Pazarı’ndan manzaraları da aktarıyor.
Esir Pazarı’ndaki teşhir edilme ve türlü aşağılamalar, kadın köleler bir eve yerleştirildiklerinde ya da özgürlüklerini kazandığında son buluyordu. Ancak yeniden satılmaları tehlikesi her zaman vardı. Nitekim XIX. yüzyılda Esir Pazarı’nı gezen seyyahlar “ikinci el” diye satılan köle kadınların bulunduğuna da tanıklık etmişlerdi.
Yazar, Afrikalı kadınları zahmetli ev işlerinde çalıştırma yönündeki genel bir eğilime de işaret ediyor. Ayrıca, sarayda ve ona özenen üst sınıf hanelerinde haremin emniyetinin çocukken hadım edilerek Sudan’daki ailelerinden koparılmış siyah erkeklere, haremağalarına emanet olduğunu hatırlatıyor. Öte yandan Esir Pazarı’na Sahra-altı Afrika’dan getirilen kölelerin Avrupalı ve Kafkaslara göre daha ucuza satıldığını, bunun istisnasının, hadım erkekler ile Habeş kadınlar olduğunu ifade ediyor.
Özetle Osmanlı’da kölelik, özellikle XVIII. ve XIX. yüzyıl İstanbul’unda kadın köleliğine dayanıyordu yani daha ziyade ev içi kölelik. Ve bu durum da “efendi-köle” arasındaki cinsel ilişkiler boyutunu ortaya çıkarıyordu. Kölelerin hukuken, normalde özgür kadınlarla ilişkilendirilen “bedensel iffet hakları” yoktu ya da bu “bedensel iffetten” sorumlu tutulamazlardı.
Boşanmanın yaygın olmadığı üst sınıf hanelerde cariye sahibi olmak, “efendinin” (erkek), “başka yasal eş almaksızın” cinsel serbestiyetini mümkün kılıyordu. Fakat boşanmanın da Osmanlı toplumunda zor olduğu veya erkeğe ekonomik bir yük getirdiği sanılmasın. “Boş ol” deyip boşanabiliyor, sadece üç aylık nafaka ödüyorlardı. Yani yasal eşin, cariye karşısındaki hukuki ve toplumsal konumunun üstünlüğünü de abartmamak gerekir.
Oğlan çocuğu doğurmadığı için kadınları “kısır” diye tanımlayan eril Osmanlı geleneği, kaldı ki, babası ölen çocuklardan annesi sağ olsa bile kayıtlarda “yetim” diye söz ediyordu; erkeklerin çok eşliliğini çocuk sahibi olma ihtiyacıyla sınırlamıyordu. Osmanlı anlayışına göre “bir eşin çocuk doğurması, yoksa doğuracak kadınlara yer açması” gerekirdi ama erkeğin cinsel iştahı da bir cariye satın almakta en az bu kadar etkendi.
Burada bir noktaya işaret etmekte fayda var: Çok eşlilik de daha ziyade köle sahibi olma ayrıcalığına sahip üst sınıflara aitti. İmparatorluğun bütünü ağırlıklı olarak tekeşli bir nüfusu barındırıyordu. Çünkü insanların çoğunluğu açısından çocuksuz evlilikler çokeşlilikten ziyade boşanmayla son buluyordu.
Köle kadınlar, hafif ev işleri ve istifraş yani köle sahibinin “cinsel kullanımı” amacıyla “cariyeler” ve “odalıklar” olarak; ağır ve mahrem olmayan işlere bakan yaşlı köle kadınlar, “halayık” ve “molada” olarak ayrılıyordu. Ancak bunun cinsel kaderi değil, pazardaki fiyatlandırmayı yansıttığı belirtiliyor. Esir tellallarının “insan mallarını” ayırmakta kullandığı mesleki kategoriler ve fiyat aralıklarının alıcıyı istihdam kuralları konusunda bağlamadığını ifade eden Zilfi, “Odalıklar, dizleri üzerine çömelip yerleri fırçalamaktan hukuken korunmadıkları gibi, mollalar da cinsel istismardan muaf tutulmuyordu” diyor.
Yani “efendi”, mülkü olan kölenin bedeni üzerinde hem hukuka yani şeriata hem de toplumsal kabullere göre “cinsel haklara” sahipti. Bunun şöyle de bir yönü vardı: “Genel kabul gören bilgilere göre köle kadınların toplumsal olarak yükselmesi cinselliğe bağlıydı. Kuramsal olarak kadın kölelerin çalıştığı yerlerde, cinsellikleri onların göze girmelerini, daha iyi muamele görmelerini sağlayabiliyordu.”
Burada bir parantez açarak erkek kölelerin de efendilerinin cinsel arzularının nesnesi olduğu yönündeki anlatımlardan söz etmek gerekir: “Makam sahibi erkeklerin aşk nesnesi ya da avı olan genç erkekler, ayrıca işi uysal mürit rolünü oynamak olan gençler de cinselliğin araçsallığından bir köle kadın kadar haberdardılar. Homoseksüel ilişkiler ve karşılaşmaların Osmanlı toplumuna ne derece nüfuz ettiği bilinmiyor. Elitler arasında sübyancılığa dair birçok fıkranın ve anekdotun anlatıldığı dikkate alınırsa, belli ki bu tür ilişkiler yaygındı. XVII. ve XVII. yüzyıllarda sultanların erkek gözdelere bağlılığı kadın eşler konusunda hevesli olmadıkları konusunda anlatılan çok sayıda hikâye vardır. Birkaç sultanın (en başta da I. Mahmud ve III. Osman’ın) çocuk yapmamış olmaları da bu hikâyeleri destekler. Kentteki üst ve alt kesimlerin sürdüğü hayatın bir öğesi olarak genç oğlanların, köle ticaretinde, taşra haydutluğunda cinsel istismarı gayet iyi bilinmektedir. Karadaki seferlere ve donanmanın gemilerine eşlikçi olarak alınan genç oğlanların oynadığı muğlak rol de aynı derecede bilinen bir olguydu.”
Cariyelerle girilen ilişkilere dönecek olursak, çocuk doğurması hâlinde ise babalık ve mirasla ilgili hukuki karmaşalar ortaya çıkabiliyordu. Zaten Zilfi’nin aktardığına göre de döneme ait çok sayıda fetvada bu konularla ilgili yorumlar bulunuyor. Evet, hukuk erkek köle sahibinin, “cinsel yararlanma” hakkını destekliyordu. O hukukun dayanağı Kur’an’da da “efendinin”, mutlak sahibi olduğu kadın kölelerde cinsel hakkı bulunduğu tanınıyordu.
Köle sahibi erkeğin, cariyesinden doğan çocuğun babası olduğunu kabul etmesi hâlinde, çocuk statüsünü babasından alıyor ve özgür oluyordu. İleride de mirastan varsa diğer kardeşleri gibi eşit pay alıyordu. Eğer çocuk köle sahibinden değil de bir başka erkektense bu durumda da çocuk statüsünü anneden alıyor ve köle oluyordu. Azat edilmedikçe de annesi gibi satılabilir, bir başkasına hediye edilebilir bir “mülk”e dönüşüyordu. Açılan davalarda babaların retlerinin ağır bastığını aktaran Madeline C. Zilfi, kölelerin çocuk doğurması sonucu ortaya çıkan mülk, miras, köle kadının ve çocuğun statüsü vb. konularla ilgili hükümleri içeren fetvaları da kitapta detaylıca inceliyor.
Fetvalarda yer aldığı şekliyle Osmanlı hukuk dilinde, efendisinden çocuk doğuran köle kadınlara “ümm-i veled” deniyordu. Ama bu statü, köle kadını yine de özgür bir kadınla aynı konuma koymuyordu. Bunu basitçe gündelik ilişkilerdeki davranış kodlarıyla ilgili bir şey sanmamalı. Daha ötesiydi. “Ümm-i veled” hâlâ efendisinin mülküydü; süt analık hakkından yararlanamıyor, özgür kadınlar gibi nafaka alamıyor, sahibi tarafından bir başkasıyla evlendirilebilerek çocuğundan uzaklaştırılabiliyordu. Bir “ümm-i veled” sahibinin evinde kalırsa da başlıca görevi, “çocuğuna analık etmek değil, efendisine kölelik etmekti”.
Tabii bununla da sınırlı değil. Tarihçinin verdiği bir diğer örnek, kadına sadece doğurganlığı yönünden bir kıymet biçen ve bedeni üzerinde totaliter bir iktidarı ortaya koyan dine dayalı eril hukukun ne denli ayrıntılı olduğunu gösteriyor. “Coitus interruptus”, yani ilişki sırasında erkeğin geri çekilmesine dayanan gebelik önleme yöntemi. Şeriat, evli özgür bir kadına kocasıyla sadece cinsel tatmin yaşama değil, aynı zamanda “çocuk doğurma amacıyla cinsel ilişkide bulunma hakkı” da veriyordu ve bir erkek “coitus interruptus”u ancak kadının rızası olursa uygulayabiliyordu. Köle kadının ise böyle bir “hakkı” yoktu. Yazara göre, bunun şöyle bir önemi vardı, köle kadının “ümm-i veled” statüsü kazanma ve özgürleşme umutları en baştan suya düşebiliyordu.[27]
Devam edersek:
Osmanlı’da savaş sırasında ele geçirilen topraklardan oğlan elde edilmesinin tarihi aslında oldukça eskidir. Ele geçirilen ülke topraklarından devşirilen oğlanlar önce Anadolu köylüsünün yanına verilir; orada dil ve Müslümanlığı öğrenmeleri sağlanırdı.
Sonra bunlar alınıp acemi ocağında askerliğe hazırlanırlardı. Acemi ocağında yetiştirilenler yalnızca yeniçeri ocağına değil, yine ocak diye adlandırılan diğer askeri birliklere de, örneğin cebeci ocağına, topçu ocağına ve kapıkulu süvari bölüklerine de alınırlardı. Bu oğlanlardan güzel endamlı, zeki ve yetenekli olanlar ayrıca ayrılarak, Enderun denilen devlet okullarında özel olarak yetiştirilir ve padişahın hizmetinde kullanılmak üzere sarayda görev alırlardı. Enderun’daki odalara acemi oğlanlar olarak giren Hıristiyan çocukları devlet yöneticisi, asker, şair, müzisyen olmak üzere eğitilirlerdi. Hıristiyanken Müslüman yapılan bu kadroya dönme denilmiş ve saray yönetiminde önemli görevler almışlardır. Enderun’dan yetiştirilen oğlanlardan en güzelleri ve beceriklileri seçilir, padişahın hizmetine verilirdi. Bunlara da içoğlanları denilirdi. İçoğlanları, padişahın en yakınında bulunurlardı. Bunların içinden zamanla yükselenler sarayın en önemli görevleri olan ağalık makamlarına gelirlerdi.
Osmanlı’da oğlanlar şöyle sınıflandırılmıştır: Acemi oğlanı, içoğlanı, şehir oğlanı, hamam oğlanı, şamar oğlanı, tavşan oğlan, ateş oğlanı. Bunlardan ilk ikisi, esir alma veya devşirme yoluyla oluşturulmuştur. Diğer dört grup ise doğrudan doğruya şehirlerdeki cinsel ticaret üzerinden ortaya çıkmıştır. Oğlancılık sisteminin temelini, esir alınan çocuklar oluşturmuştur. Bunlar kara yoluyla veya kimi zaman da gemilerle İstanbul’a getirilmişlerdir. Devlete ayrılan bölümün dışında kalan ve satılık olarak ayrılan kısmı, Kapalı Çarşı’nın yanındaki uzun ve büyük Esir Hanı’nda açık artırmayla köle tüccarlarına satılmışlardır. Erkek ve kadın tüccarlar, erkek ve kız esirlerin yetiştirilmesi ve pazarlanması işini yürütmüşlerdir. Esircilik bir meslek olarak daha çok İstanbul, Bursa, Edirne gibi şehirlerde yürütülmüştür. Devlet, kethüdalar eliyle bu ticareti denetlemiş ve hâzineye bu ticaretten ciddi paralar gelmiştir.
Büyük bestekâr ve musiki bilgini Buhurizade Mustafa Itrî Efendi de bir esirciler kethüdasıydı.[28]
XVII. yüzyılda yaşayan Evliya Çelebi, Sultan IV. Murat zamanında yapılan bir esnaf-ordu alayı münasebetiyle esirciler üzerine şunları yazıyor:
“Esnafı Bazirgâni Esirciyan: 2000 neferdir. Dükkânları, Esir- hane (Esir Hanı) odalarıdır. Bu taife Gürcistan, Megrilistan, Abaza Diyarı, Çerkezistan’dan kaldırılıp getirilmiş oğlan ve kızları süsleyerek onları Ordu-Esnaf Alayı’nda sürü sürü el ele verdirip yaya olarak Alay Köşkü dibinden geçirirken padişah (Sultan IV. Murat) 100 adet afitab misali Gürcü ve Abaza ve Çerkez oğlanlarını saraya alıp sahiplerine bedelinin üstünde ihsanda bulundu. Sonra Esirhane emini de maiyetiyle fahir alay esvapları giymiş olarak geçti. Ondan sonra nice bin pak ve pakize esir kızları ve sülün gözlü, münevver yüzlü mahbubi devran esir oğlanları şatırlar[29] önüne alıp saf saf geçerlerdi.”
Sultan İbrahim devrinin başı, 2 Ocak 1641 tarihli ve İstanbul Kadılığı tarafından tanzim edilmiş bir esnaf nizamı ve narh defterinde esirciler hakkında hükümlerle beraber erkek ve kadın esircilerin ve esir tellallarının ikametgâh adresleriyle birlikte adları da tespit edilmiştir ki çok kıymetli bir vesikadır; bugünkü dilimize çevrilmiş metni şudur:
“Esirci taifesi erkek ve kadın yüz neferden ziyade olup lâkin içlerinde bazı hilekâr ve müflis ve uygunsuz olanları vardır, bilhassa kadın esircilerin ekseri perhizkâr (namuslu) olmayıp Müslüman cariyeyi sahibinden ziyade bahayla isteklisi vardır diye alıp Leh ve Boğdan elçilerine ve sair zengin kefereye götürüp cariyeyi onlara tasarruf ettirip (fuhşa alet olup kıza ve kendisine) birkaç şey alıp beğenmediler diye sahibine iade ettikleri ve buna benzer nice fesat etmekle suçlu görüldüklerinden esircilikten men edilmişlerdir. Namuslu ve dindar ve işine yetecek kadar serveti olan esircilerden 33 nefer erkek ve 8 nefer kadın esirci ile 19 nefer tellal bırakılmıştır ve hepsi zincirleme kefalete bağlanıp bundan sonra içlerinden biri layıksız bir iş yaparsa cümlesi sorumlu tutulacaktır. Esir satışlarında uydurma, yalan fiyat istenmeyecek, esiri alım bedelinin onda bir kârıyla satacaklardır.”[30]
Küçük yaşlarda köleler satın alıp onları terbiye etmek, okutmak, yetiştirmek, bazı Osmanlı vezirleri, kibarları için bir iftihar vesilesi olurken; Kanuni Sultan Süleyman’ın baş defterdarı İskender Çelebi’nin ölümünde terekesinde, cariyeler hariç 6.200 kölesi çıkmıştı…
EŞCİNSELLİK
Resmî tarih söyleminde hasıraltı edilen konuların başında Osmanlı devrinde sıklıkla rastlanan eşcinsel ilişkiler geliyor. Tarihi lise kitaplarından öğrenenler, padişahların, önemli devlet adamlarının, şairlerin erkek erkeğe yaşadığı aşklar hakkında bilgi sahibi değil.[31]
Tarihçi Halit Erdem Oksaçan, Osmanlı saray ve toplum yaşamında eşcinsellik konusunda şunları der: “Osmanlı sarayında eşcinselliğe ilk olarak Yıldırım Bayezid döneminde rastlanıyor.
Tevârih-i Âl-i Osman adlı, yazarı bilinmeyen, saray için kaleme alınmış tarih kitapları bunlar. Bunlarda ayrıntılarıyla anlatılır Yıldırım Bayezid konusu. Hoca Sadettin Efendi’nin dile getirdiği iddialar da var. ‘Şu seferde şu kadar içoğlanı alındı. Saraya götürüldü’ gibi ifadeler mevcut. İlk oğlan hareminin de Yıldırım Bayezid döneminde kurulduğu kaynaklarda geçiyor.
İçoğlanı kurumu, bu tür zevkleri olduğu söylenen veziri Çandarlı Ali Paşa’nın önerisiyle Yıldırım Bayezid devrinde kuruluyor. Sonra bu kurum harem hayatı ve cinsellik bağlamında Osmanlı tarihinde işlevsel hâle geliyor. İlerleyen dönemlerde valide ve haseki sultanlar, yerlerinin sarsılmaması, kendilerine rakip gözdeler çıkmaması için çocuklarını oğlanlara yönlendiriyor. Mesela Kösem Sultan, oğlu IV. Murad’ı bu amaçla çocukluğundan itibaren erkeklere alıştırıyor. IV. Murad, eşcinsel eğilimleri en iyi bilinen hükümdar. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde de buna ilişkin sarih bilgiler var.
II. Bayezid, II. Murad, Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Selim de bu tür ilişkilerle anılır.”[32]
Gizlenenlerin ardında bir gerçek var elbette: Şair padişahların şiirlerine konu olan “güneş yüzlü melekler”; Fatih Sultan Mehmed ve Bizanslı Notaras’ın yakışıklı oğluyla ilgili iddialar; sevdiği delikanlı uğruna sürgün edilen Osmanlı veziri; Osmanlı Devleti’ne vergi vererek “esnaf” sayılan, fahişelik yapan parlak delikanlılar…
Cem Sultan ile Bafça Dukası Şarl’ın ilişkisi; oğlunu, ‘ahlâksız’ ilişkileri nedeniyle ölümle tehdit eden Osmanlı sultanı; oğlan peşinde koşan Divan şairleri; oğlancıların türlü işlerini anlatan bir ‘garip risale’; birbirlerini ‘oğlan pezevengi’ olarak tanımlayan paşalar ve ulemâ; dağa oğlan kaldıran medrese talebeleri ve eşkıya; ‘oğlanlarla’ yatan kocasını, kendisini ihmal ettiği için padişah babasına mektupla şikâyet eden Osmanlı sultanı…
Kanuni’nin, gördüğü bir delikanlının yakışıklılığı karşısında duygularını dizelere dökerek yazdığı şiir; eşcinsel ilişki yaşadığı Rum genci tarafından işkence edilerek öldürülen imamın öyküsü; baldırlarına ellenerek hamamda tellâklığa, meyhanede sâkiliğe çağrılan ve hayaları sıkılarak öldürülen Osmanlı padişahı; Evliya Çelebi’nin itiraf ettiği ‘kabahat’; erkeklik organları kesildiği hâlde yeniden çıkan ve parlak gençlerle cinsel ilişkiye giren hadımağalar; erkekleri peşinden koşturan rakkaslar, köçekler, tellâklar; içoğlanları, mahbuplar ve gılmanlar; anılarda kalan eşcinsel aşklar ve oğlancı ilişkiler; Osmanlı eşcinsel argosundan örnekler…
Halit Erdem Oksaçan ‘Sultanlar Devrinde Oğlanlar’ başlıklı yapıtında, Osmanlı saray ve toplum hayatında eşcinselliği kültürel kökenleriyle ele alırken, eşcinselliğin ve oğlancılığın Osmanlı’daki izini sürüp, meselelere ışık tutarken;[33] bunların hiçbir “tevatür” değil!
Tarihe kayıtlı oğlancılık örnekleri de var. Mesela Yavuz Sultan Selim’in kızı Fatma Sultan’ın babasına yazdığı bir mektup: “Çok trajik bir mektup. Zavallı kadın! Kocası Antalya Sancağının beyi Mustafa Paşa oğlanlarla birlikte olan çapkın adamın teki. Fatma Sultan buna uzun süre göz yummuş. Sonunda dedikodular şehri sarmaya başlayınca babasına mektup yazarak ona mahremini açmak zorunda kalmış. “Bir kişiye düştüm ki, beni kelp (köpek) hesabına saymaz. Elin oğlanların zulüme atasından, anasından alur. Heman işi gücü oğlanlar derdindedir. Benim devletlû Padişahım, bir yıldır bunda gelelidenberü bir gün, bir saat gülmedim” demiş.[34]
Bu konuda bolca örnek var: İşte Osmanlı’daki “oğlancılık” (pederasti) kültürü konudaki görüşlerden bazıları…
Prof. Dr. Ayhan Songar (1926-1997) cinsel patolojiyi incelerken, Osmanlı Saray Edebiyatı ve Divan Şiirinden örnekler verir. Songar, Osmanlı Sarayındaki “içoğlanı” kurumunun sübyancılık ve oğlancılığın en somut örneklerinden biri olduğuna vurgu yapar. Songar’ın belirttiği üzere, Sarayın oğlan gereksinimini karşılamak üzere özellikle Sakız adasında edilgen eşcinseller yetiştirilirmiş.
Oğlan çocuğunu bu iş için yetiştiren ve geçimlerini bu yolla sağlayan aileler, önce çeşitli kateterleri çocuğun anüsüne sokmak suretiyle onu alıştırır, daha sonra aile bireylerince anal ilişki (fiili livata) bizzat uygulanır ve sonunda oğlan istenilen kıvama gelince, altın karşılığında saraya satılırmış.[35]
Osmanlı İmparatorluğunun tarihine baktığımızda belli bir dönemde pederasti ve pedofilinin özellikle Saray çevresinde bir hayli beğeni kazandığı görülür. Oğlanlara düşkünlüğün (özellikle XIV-XVIII. Yüzyıl) Osmanlı kültüründe onay görmesi ve Saray çevresinde çok revaçta olması nedeniyle eşcinsel-pederastik-erotik bir edebiyat -Divan Edebiyatı- gelişmiştir. Divan şairlerinin cennette hizmet eden, sakilik yapan, “saklı inciler”e benzetilen “gılman” (gulam’ın çoğulu) tasvirlerinden esinlenerek pederastik içerikli dizelere veya tümüyle pederastik şiirlere yer verdikleri görülmektedir.
Hemen hemen tüm Divan şairlerinin kullandığı oğlancılık ve eşcinsellikle ilgili Hamamnamelerde, hamam âlemlerinden, oradaki yakışıklı gençlerden ve her tür hizmet sunan hamam oğlanlarından söz edilir. Şehrengizler, başta başkent İstanbul olmak üzere, büyük kentlerin eğlence yerlerini ve güzellerini anlatır. Erkekler erotik bir şekilde övülür. Mesihi’nin ‘Medhi Cüvânânı Edirne/ Edirne’nin Oğlanlarına Övgü’ adlı şehrengizi ünlüdür. Enderunlu Fazıl Bey’in “Hubabname”si çeşitli uluslardan delikanlıların cinsel özelliklerini şiirsel bir dille anlatır. ‘Defteri Aşk’ adlı eseri eşcinsel aşkla ilgilidir. ‘Çenginame’si XVIII. yüzyıl İstanbul’unun erkek dansçılarını anlatır. Divanı da eşcinsel, pederastik temalı şiirlerle doludur.
İlk bakışta bir kadın sevgiliye yazılmış gibi görünen Divan Şiiri mercek altına alındığında dizelerde sözü edilen sevgilinin erkek veya oğlan olduğu anlaşılır. Divan edebiyatının kendine özgü pederastik şifreleri, sözcükleri, simgeleri, benzetmeleri vardır. Divan şairleri bu şifreli sözcükleri gerektiğinde kullanırlar. Divan Şiirini çözümlemeye yardımcı olacak jargonun bazı şifreler şunlardır:
Civan: Genç, taze delikanlı, oğlan anlamına gelen Farsça bir sözcüktür. “Cüvan” ve “nevcivan” şeklinde de kullanılır. Şiirlerdeki civan heveskârdır, eğlenceye düşkündür, aşırı ateşlidir, yeni açılmaya başladığı için de mahcup ve ürkektir.
Hat: Gençlerin yanağında çıkan ince tüy, ayva tüyü anlamına gelir. Kelime “yazı” anlamına da geldiğinden yazıya benzetilen tüyler “yanak sayfası” betimiyle kullanılır.
Hal: Oğlanın vücudunun çeşitli yerlerinde bulunan “benek ve benler” için kullanılır.
Hub: Güzel, günah; “huban”: erkek ve kadın güzeller, anlamlarına gelir. Hat ile eşanlamlı olarak kullanılır.
Yusuf: Tevrat ve Kur’an’da adı geçen Yusuf Peygamber şairlerin erkek güzellerini betimlemekte kullandıkları bir simgedir.
Serv: Servi ağacı, erkek sevgilinin uzun boylu olduğuna işaret eder.
Ruh, rüh: Bu sözcük Farsçada “yanak” anlamına da gelir. Ruhial: pembe yanak, al yanak; ruhi zerd: sarı, solgun yanak anlamındadır.
Henüz ergenlik aşamasına gelmemiş, sesi kalınmamış, sakalı ve bıyığı çıkmamış, yani “erkek” olmamış olan oğlanlar Divan şairleri gözünde nazlı kızlar gibidir:
“Kızoğlan kızı nâzın, şehlevend âvâzı âvâzın,/ Belâsın ben de bilmem, kız mısın, oğlan mısın kâfir.” (“Nazlanman kızoğlan kız gibi, haykırman güzel delikanlı gibi/ Belasın ben de bilmem, kız mısın oğlan mısın kafir”, Nedim)
Ya da, oğlanların ateşli bir Rum dilberinden farkları yoktur:
“Dilde bu âteşi yakan mahdum/ Tıflı nevres henüz dahi masûm/ Görünür gerçi sûretâ mazlûm/ Hâli Hindûsu lîk âfeti Rûm/ Yaktı gönlümde nârı Bû Leheb’i/ On üç on dört yaşında bir Çelebi.” (“Dilde bu ateşi yakan oğul,/ Daha yeni yetişmiş bir masumdur./ Görünüşte uysaldır ama/ Hint beniyle bir Rum afeti gibidir./ Gönlümde Ebu Leheb’in ateşini yaktı/ On üç on dört yaşında bir Çelebi”, Sükkerî)
Oğlan çocuğu yaşı ilerleyip ergenlik başlayınca, sakal ve bıyıklar çıkmaya başlayınca her şey mahvolur, pederastik hayaller de yıkılır:
“Sakalın geldi vü mahvoldu zülfün/ Demişler hata bâkî, ömre fânî.” (Sakalın çıktı ve zülüflerin mahvoldu./ Demişler sakal kalıcı, ömür geçici”, Mesîhî)
Oğlanların tüyleri ergenlik zamanı gelişip sakal ve bıyığa dönüşünce, onlar artık sevgili olmaktan çıkar ve güzelliklerini kaybederler:
“Meydânı ruhi yarda oynar iken dil/ Hattı erişip dedi bunun bitti sakalı/ Veren ruhuna zîb ü bahâ hâl ü hatındır/ K’onlardır eden hüsn metâını bahâlı.” (Sevgilinin yanak meydanında dil oynarken,/ Ayva tüyleri büyüyüp dedi bunun sakalı çıktı./ Yanağını süsleyen ben ve tüylerindi/ Senin güzel malını değerli kılan onlardı”, Mesîhî)
XVIII. yüzyılda yaşayan divan şairlerinden Enderûnlu Fazıl’ın (1759-1810) ‘Defter-i Aşk’ından bir şeyler daha:
O, ‘Defter-i Aşk’ta şâir, başından geçen aşk mâceralarını hikâye eder. Saraya alınışını, Enderûn’daki bazı delikanlılara aşık olunca kovuluşunu, sefâletini ve bir Çingene genciyle olan gönül ilişkisine yer verir.
Enderûn mektebinde yetiştiği için “Enderûnlu” lâkabını almıştır. Osmanlı döneminde toplatılan ilk kitap olan ‘Zenanname’yi (Kadınlar Kitabı) yazan şairdir. Enderûnlu Fâzıl eşcinsel olmakla her vesîleyle övünmüştür. Kadınlardan zevk almadığını devamlı tekrarlamış, eserlerinde hep bu konuyu işlemiştir. Maceralarını, duygularını, isteklerini apaçık ve hiçbir şeyin ardına gizlenmeden anlatmıştır. Üstelik bu açık sözlülüğü, ona ünlü beytini yazdırır: “Şairiz, şeyn verir şânımıza / Giremez fâhişe divânımıza.”
‘Hûban-nâme’de (Güzel Oğlanlar Kitabı), dünyanın çeşitli uluslarına mensup delikanlıların cinsel ve fiziksel özelliklerini anlatır. Sevgilisi, diğer ülkelerin güzel erkeklerini de öğrenmek istediğini söyler ve Fâzıl bu isteği yerine getirmek için kaleme sarılır.
‘Zenannâme’de İngiliz ve Rus kadınlarını birbirinden ayıran cinsel özelliklerden, kadınlar hamamında nasıl kavga edildiğine ve İstanbul’da kaç çeşit kadın yaşadığına ilişkin çarpıcı bilgiler yer almaktadır.
‘Çengi-nâme’de ise Fâzıl’ın, İstanbul’daki meşhur köçekleri tasvir ettiği bir eseridir; Rakkâsnâme diye de bilinir.[36]
Bir ek de Cevdet Paşa’dan döneme ilişkin tespitinden: “İstanbul’da bizim delikanlı sevgililerimiz vardı”, “Tanzimat sosyal hayatta birçok değişiklikler getirdi ve erkeğin yerini kadın aldı”, “Ve bazı kişiler bu huylarından vazgeçmediler, gizli gizli erkek sevgilileriyle bir arada oldular. Bunların en başında gelen Sadrazam Ali Paşa’ydı.”
Ayrıca tarihçi Gelibolulu Âli’nin Görgü ve Toplum Kuralları Üzerine Ziyafet Sofraları adlı eserinde Osmanlı’da yüzünde tüy bitmemiş oğlanlara rağbet, güzel kadınlardan fazla olduğu şu şekilde anlatılırdı:
“Emred (yeni yetme) ve sâde-rû (yüzünde tüy bitmemiş) gılmana (oğlanlara) rağbet, hüsnü cemal (güzel) sahibi kadınlardan fazladır. Çünkü nigârların (güzel kadınların) namahremleri şunun bunun korkusundan kapalı, yani gizlidir. Oysa civanlar (genç, güzel oğlanlar) ile söyleşme ve buluşma kapısı daima açıktır. Kaldı ki, sâde-rûlar, seferde ve barışta sahibine yakın ve yâr (sevgili) olur. Emred (yeni yetmeler) cinsinden oğlanlar tazelik dönemlerinde alıcı bulurlar. Tıraşları gelinceye kadar bilgi öğrenmeye ve görgülerini artırmaya güzellikleri engeldir. Çünkü ünlü kişilerin kendilerine düşkünlüklerinden fırsat bulamazlar.”
Bunların yanında şair Nedim şu dörtlükte günümüzün Türkçesiyle sevgilisine şöyle diyor:
“Ey yürüyen serviye benzeyen sevgili! Gel, cuma namazına gidiyoruz diye anandan izin alalım. Böylece zalim felekten bir gün çalalım. Gizli yollardan iskeleye doğru varıp seninle Sadabad’a gidelim.”
Bir erkeğin cuma namazına bir kadınla gitmesi mümkün olmadığından burada Nedim’in sözünü ettiği servi boylu sevgili, genç bir oğlandır. Anlıyoruz ki “Divan Edebiyatı’nda ‘serv-i revan’ diye anlatılan sevgili, kadın değil erkek, yani oğlandır.”[37]
Zaten, “Divan Edebiyatı dediğimiz şey, Mehmet Akif Ersoy’un belirttiği gibi ‘Baştan başa oğlanlarla/ şarap’tan ibarettir.”[38]
1686’da Hamamcılar Kethüdası olan İsmail Ağa tarafından kaleme alınan Dellakname-i Dil Küşa yani Gönüller Açan Tellaklar kitabında İstanbul’daki 2 bin 123 “parlak” tellaktan “yakışıklı sevgili” diye bahsettiği Yemenici Bali Oğlan için şunları söylüyor:
“Henüz on beş yaşında ve güzellik tacı adının başında ve bu günahkârın gönül kuşu yemenici oğlanın samur kaşında.”
İsmail Ağa, Yemenici’nin hamamda soyunduğu dönemdeki tarifesiyle ilgili de bilgiler vermiş:
“Gece ve gündüz seferi 70 akçedir. 20 akça dahi ortağı dellak alır. Gece döşek yoldaşlığı 300 akçadır. Kulamparası kaç sefere takati varsa 300 akçaya dâhildir.”
Bu tabloda Osmanlı Padişahları’nın[39] da cinsel ilişkide bulunmak için güzel oğlanları toplatıp hareme aldıkları;[40] hatta IV. Murat’a[41] annesinin oğlan bulduğu[42] malumken; Rıza Zelyut’un ‘Osmanlı’da Oğlancılık’[43] başlıklı yapıtının ‘Padişahların Oğlancılığı’ bölümü oğlancı padişahlar konusunda şunları aktarır:
“Osmanlı padişahları, kendilerinin Bizans ve Acem imparatorlarıyla eş değerde olduklarını göstermek için, devlet protokolünü bu iki uygarlığın değerlerine dayamayı bir meziyet olarak görmüşlerdir. Elbette ki İran kökenli teşrifatın altında Arap imparatorluk geleneğinin etkisi de bulunmaktadır. Önceki dönemde bölgelerine hükmeden imparatorlardan hiç de geri olmadıklarını göstermek Osmanoğulları için itici bir güç olmuştur. Bu yüzden, eski saraylarda yer alan oğlancılığı da hiç düşünmeden içselleştirmişlerdir. Bu işin temelinin Yıldırım Bayezid zamanında atıldığı söylenmektedir. Vezir Çandarlı Ali Paşa’nın mahbub oğlanları, içoğlanı biçiminde saraya soktuğu, bu işe padişahı da alıştırdığı suçlaması hemen hemen bütün Osmanlı vakayinamelerinde yer alır. Manzum Tevârih-i Âl-i Osman’daki şu anlatım, devletin dönüştürülmesine ilişkin ilginç ipuçları vermektedir:
“Heman ki (ne zaman ki) Kara Halil oğlu Ali Paşa vezir oldu, fısk ü fücur (eğlence ve zina) ziyade oldu. Mahbub oğlanları yanına aldı, adını içoğlanı kodu. (…) İç oğlanına itten beter rağbet ederlerdi. İçoğlanına rağbet etmek Ali Paşa’dan kaldı. Heman Ali Paşa vezir oldu, onun zamanında danişmentler (din âlimleri) çoğaldı, begler kapısına geldiler. Her biri bir begin yanına geldiler. Her biri onlara yarayalım deyü tabiatlarına münasip cevap verdiler. Allah buyruğun peygamber kavlin terk ettiler.”
Bu kaynakta, danişmentlere (okumuş din adamlarına) dayalı yeni Osmanlı hukuk ve din anlayışının, Allah’ın buyruğunu ve Peygamber’in kavlini terk etmek olduğu söylenerek çok ağır bir eleştiri yapılıyor. Sözü edilen dönem halk devletinden kopup devşirme devletine geçişi gösteren dönemdir. Bizans, Fars ve Arap devletlerinin düzeyinde olduğunu, hatta onları aştığını göstermek için Osmanlı sultanları bu önerileri büyük bir iştahla kabul etmişlerdir. Bu yeni sistem, halk ahlâkıyla çelişse de egemenlik gücünün kuvvetlendiğini göstermesi açısından saray tarafından kabullenilmiştir. Sorunu, 1387-1406 yılları arasında başvezirlik (veziriazam) yapan Ali Paşa’yla sınırlamak yanıltıcıdır. Bu süreçte içoğlanı sisteminin padişahlar tarafından kuvvetle benimsendiğini görüyoruz. Bu dönem ayrıca sarayın haremlik ve selamlık diye ikiye ayrıldığı, kadınların harem kısmına sürgün edilerek oğlanların kadın saltanatına ortak edildiği bir dönemdir. (…)
Yıldırım Bayezid’den sonraki kısa bir kargaşa (Fetret) döneminden sonra Osmanlı sarayı oğlancılığı geliştirerek sürdürmüştür. Çok büyük bir komutan olan Padişah II. Murat, oğlancılığı protokol kitabı olarak devlet sistemine sokmuştur. Çok içmesiyle ünlü olan bu padişah iyi bir şairdir ve şiirleri onun hoşgörüsünü ve zevke düşkünlüğünü pek açık yansıtır.
Sehî Bey, Tezkire (Heşt Behişt) adlı eserinde Sultan II. Murat’tan bir beyit aktarır. Bu Sultan, o beyitte içki içerken rakkas yani oğlan oynattığını yazmıştır.
1442 yılında Osmanlı payitahtı Edirne, Sultanı ise Fatih’in babası II. Murat’tı.
Eflak Prensi Vlad Besarab, o yıl kardeşi Prens Güzel Radul’la (Radu cel Frumos) birlikte babaları Ejderha Vlad (Drakula) tarafından Osmanlı Sultanı’na rehin olarak Edirne Sarayı’na gönderildiğinde, sadece 11 yaşındaydı.
İki rehin prense Edirne’deki sarayda çok iyi davranıldı, ilerde Osmanlı’ya hizmet eğitimini de Sultan Murat’ın “içoğlanı” kadrosunda aldılar…
Ama Sultan’ın gözdesi Vlad’dı. Öyle ki genç prens sakalı bıyığı çıkıp “içoğlanı” kadrosundan emekli olunca; İkinci Murat kendisine 6 yıl süreyle duyduğu şefkatin karşılığını da cömertçe ödedi. 1448’de 17 yaşına basan Vlad’ı voyvoda unvanıyla bezeyip yanına bir ordu kattı ve Eflak tahtını fethe gönderdi.
Ama Osmanlı sultanları, her ne kadar aşk ile iş ilişkilerini birbirine karıştırsalar da enayi sayılmazlar… İkinci Murat da pek sevdiği Prens Vlad’ın kendisine bizzat verdiği “içoğlanı” eğitimine hoşlanarak mı, yoksa dişlerini sıkarak mı katlandığından pek emin değildi. Vlad’ı Eflak’a voyvoda gönderirken, kardeşi Güzel Radul’u rehin tutarak Osmanlı’ya bağlı kalmasını sağlama aldı.
Ne var ki Vlad Besarab, önce velinimetinin ordusuyla alıp iki ay sonra yitirdiği, ardından tekrar oturduğu Eflak tahtına iyice yerleşip, kaidesini artık güvencede hissettiği an… Rehin kalan kardeşi Radul’u gözden çıkararak Osmanlı’ya isyan bayrağını çekti.
Artık 31 yaşındaki Eflak Voyvodası Vlad’ın başkaldırdığı payitaht İstanbul olup, sahibi de “enfiye kutusunda kurutulmuş gül yaprakları koklamayı pek seven” Fatih Sultan Mehmet’ti.
Prens Vlad, 1462 başından itibaren İstanbul’dan gelip de karşısında sarığını çıkarmayı reddeden tüm elçi ve ulakların sarığını kafalarına çiviyle çaktırdı. Tuna boylarına ordu kaldırıp 30 binden fazla Osmanlıyı kazığa geçirdikten sonra Eflak ve Boğdan’da Romence “Kazıklı” anlamına gelen Tepeş lakabını aldı.
Osmanlıcada ise çocukluğunda maruz kaldığı tacize gönderme yapan Kalleş, İbne, Süzgeç, Götveren lakaplarıyla ya da Kazıglu Bey diye anılıyordu.[44]
Çoğu Batılı tarihçinin uzun zaman anlam veremediği bu lakaplardan özellikle dördüncüsü, Almanca sanılıp yüzyıllarca “Gotveren” diye söylendi![45]
II. Murat’ın oğlu Fatih Sultan Mehmet de içoğlanı kullanmıştır. İşte bu oğlanlardan saki olarak kullanılan birisine Veziriazam Şair Ahmet Paşa âşık olunca kıyamet kopmuştur. Sehi Bey, Tezkire’sinde Ahmed Paşa’yı anlatırken bu olaya da değinmiştir. (…)”
Örneğin “Büyük Sultan’ın (Fatih Sultan Mehmet) Avni mahlasıyla yazdığı Şiirlerinde de güzel oğlanlara ilgi duyduğu görülmektedir. Birkaç örnekte bunu görebiliyoruz:
“Bir Güneş yüzlü melek gördüm ki âlem mahıdur/ Ol kara sünbülleri âşıklarınun ahıdur” (Yüzü öylesine Güneş [gibi parlak] bir melek gördüm ki, âlemin ışık saçan dolunayıdır. Onun sümbül gibi simsiyah saçları da âşıklarının ahlarıdır.)
“Karalar geymiş meh-i tâbân gibi ol serv-i naz/ Mülk-i Efreng’ün meğer kim hüsn içinde şahıdur”
(Karalar giyinmiş bir dolunay gibi nazlı nazlı salınan o servi boylu [sevgili] tıpkı Frenk ülkesinin güzellikler içindeki padişahı gibidir.)
“Gamzesi öldürdügine lebleri canlar virür/ Var ise ol ruh-bahşun din-i İsa rahıdur” (O güzel sevgilinin hışımlı yan bakışının öldürdüğüne, dudakları can bağışlamaktadır. Galiba o ruh veren güzelin dini, Hz. İsa’nın yoludur.)
“Avniyâ kılma güman kim sana ram ola Nigar/ Sen Sitanbul şahısun ol (da) Kalata şahıdur” (Ey Avni, gönül verdiğin o Hıristiyan güzelinin sana ram olacağını asla umma! Çünkü sen nihayetinde İstanbul’un şahısın, o ise güzellik ülkesinin başkenti olan ve içinde cennet gibi hurilerin dolaştığı Galata’nın padişahıdır.)
Yukarıdaki şiirde anlatılan sevgili, Galata’da yaşayan Hıristiyan bir oğlandır. Onun için dininden bile vazgeçmeye hazır olduğunu yazabilmiştir. Bu dinden geçmeyi bir mecaz olarak yorumlasak bile, anlatılanın kara donlu bir erkek olduğu açıktır. Çünkü Osmanlı ülkesindeki gayrimüslimler, sokakta kim oldukları anlaşılsın diye genelde siyah elbiseyle dolaşmak zorundaydılar.
“Akl ü fehmin din ü imanın nice zabt eylesün Kâfir olur hey Müselmanlar o tersayı gören” (Hey Müslümanlar! O Hıristiyan dilberini bu güzellik içerisinde görenler akıllarını, şuurlarını, din ve imanlarını nasıl korusunlar? Onu gören insanın neredeyse kâfir olası geliyor.)
“Kevser’i anmaz ol içdüğü mey-i nâbı içen/ Mescide varmaz o varduğı kilisayı gören” (O Hıristiyan güzelinin içtiği saf şarabı içenler, Kevser şarabını artık hatırlarına bile getirmezler, onun gittiği kiliseyi görenler, bir daha mescide ayaklarını basmazlar.)
Fatih Sultan Mehmet’ten sonra tahta geçen oğlu II. Bayezid daha şehzadelik döneminde ayyaş ve ahlâksız olmakla suçlanmıştı. Onun içoğlanı, güzel Sırp çocuğu Mustafa tarihimizde Koca Mustafa Paşa olarak bilinmektedir.
II. Bayezid’in oğlu Selim (Yavuz), oğlancı şairleri korumuştu. En sert oğlancılık kitabının yazarı şair Gazalî, Yavuz döneminde işini sürdürmüştü. Daha da önemlisi, Yavuz Sultan Selim dönemin Şeyhülislâmı Kemalpaşazade’ye (İbn-i Kemal, 1468-1536), Rücûu’ş-Şeyh ilâ Sibâhü fi’l Kuvvet-i Ale’l-Bah adlı meşhur cinsellik kitabını (bahnameyi) yazdırtmıştı. Bu kitapta, oğlancılık ilişkileri de anlatılmaktadır. Sonraki yüzyıllarda bu kitabın farklı adlarda yapılan baskıları başka padişahlara da sunulmuştur. Bu durum, Yavuz Sultan Selim’in sarayda oğlancı ilişkileri devam ettirdiğini göstermektedir.
Osmanlı sultanları içinde Türklerden en fazla nefret eden Yavuz Sultan Selim, bu düşmanlık yüzünden Şiirlerini Türkçe değil Farsça yazmıştı. Onun adına sonradan bazı kıtalar uydurulmuş olsa bile, Sehi Bey, Sultan Selim’den bir beyit bile Türkçe şiir kalmadığını yazmıştı:
“Gerçi cahil insanlar onlara (ona) Türkçe şiirler isnad ederler. Ama onlar asla Türkçe şiir söylememişlerdir. Bütün şiirleri Farsçadır.”
Yazdığı bir gazelde sevgilisini kılıçlı bir güzel hâlinde, yani savaşçı bir oğlan gibi tasvir etmesi de şaşırtıcı değildir.
Bu dönem, oğlancılığın saraydan taşıp sokaklara egemen olduğu bir dönemdir. Aynı ilişkiler genişleyerek Kanuni Sultan Süleyman döneminde de sürmüştür. Oğlan satıcılığının devlet memurları tarafından bile yapılır hâle geldiği görülmektedir. Padişah Kanuni de şiirlerinde oğlancı bir ruh hâli içinde olduğunu ortaya koymaktadır.
Onun binlerce şiiri içinden seçilerek kendi hattıyla (yazısıyla) yazılmış Muhibbi Divanı’nda bunun ipuçlarını görmekteyiz. Kanuni’nin yaşlılık döneminde, eski serbest şiirlerinden elenerek hazırlandığı anlaşılan bu Divan’da padişahın şarabı çok övdüğü ve içtiği dile getiriliyor. Bir gazeli şöyle başlıyor:
“İy Muhibbi içüben mest-i harabat olub/ Topdolu eyleyelim nara ile afakı” (Ey gönül öyle içelim ki meyhane sarhoşuna dönelim ve attığımız naralarla dört yanı çınlatalım.)
Böyle sarhoş olduğu ortamdaki güzel, mahbub diye anılan bir oğlandır. Bunu şu beyitleri açıkça göstermektedir:
“Ol Hıta mahbubı gör kim turresin çîn gösterir/ Nokta-i hâli ile gül üzre pür çîn gösterir/ Deyr içinde zülfini zünnar edip ol muğbeçe/ Bana sundukda kadeh üstünde haçın gösterir” (O Hıta dilberleri kadar güzel olan hub [oğlan], güle benzeyen yanağındaki beniyle daha da çekicileşip alnına dökülen kıvırcık saçlarını [kâkülünü] bize gösterir. O meyhane oğlanı [saki] manastır keşişleri gibi saçını beline kuşak ederek bana kadeh sunduğunda sanki haçını göstermiş gibi olur.)
Birçok imgeyi ve sembolü iç içe geçiren Şair Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman), burada meyhaneci çırağı diye anlattığı bir Hıristiyan oğlana tutulduğunu dile getirmektedir. Bu oğlan, aslında Padişah’a sakilik yapan içoğlanından başkası değildir. (…)
Osmanoğullarının Yavuz Sultan Selim gibi gaddar sultanlarından birisi olan IV. Murat’la ilgili pek çok bilgiye sahibiz. IV. Murat da bir oğlancıdır. (…) O dönemde yaşayan ve Enderun’da yetiştirilmiş olan Ali Ufki de bu bilgiyi doğrulamaktadır:
“IV. Murat, Büyükoda’da içoğlanı olan Ermeni Musa’ya böyle âşık oldu ve ona öylesine tutuldu ki kimi zaman çıldıracak hâle geliyordu. Ayrıca genç bir silahdar paşaya da (halk içine çıktığında padişahın kılıcını ve silahlarını taşıyan ve baş hadımağaların ardından sarayda neredeyse en üst mevkide bulunan içoğlanına) âşık oldu. Bu içoğlanı güzelliği uğruna Galatasaray kışlasından alınmış, önce Padişah’ın lütfuyla Hasoda’ya kabul edilmiş, çok kısa bir sürede de silahdar paşa olmuştu.”
Ali Ufki Bey, kendi döneminin padişahı olan IV. Mehmet’in de Ermeni kökenli bir oğlana olan tutkusunu şu ifadelerle dile getirmiştir:
“Şu anda hüküm süren Padişah, Güloğlu adında İstanbullu genç bir oğlana âşıktır. Padişah’ın musiki içoğlanı olan bu kişi şimdi onun gözdesidir ve kendisine imparatorluğun en önde gelen mevkilerinden, neredeyse divan reisliğine denk kubbe veziri rütbesi verilmiştir.”[46]
Özetin özeti: Osmanlı İmparatorluğu’nda içoğlanı yetiştirilmesine Yıldırım Bayezid döneminde 1389’da başlanırken; Fatih Sultan Mehmed devrinde (1451-1481) içoğlan yetiştirilmesi usulü belirli bir sisteme kavuşturuldu. İçoğlanı uygulaması 1833’de ortadan kalktı.
Rıza Zelyut’un ‘Osmanlı’da Oğlancılık’ kitabına göre, resmi meslek örgütü bile vardı.[47]
“Osmanlı sisteminde oğlancılığın ve bu işin pazarlamasını yapanların bir meslek örgütü olarak kabul edildikleri anlaşılıyor. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin İstanbul’u anlatan bölümünde, şehirdeki meslekler sayılırken verilen bilgiler bunu ortaya koyuyor. Her yıl yapılan esnaf alayında (geçit töreninde) oğlanlar ile pezevenklerin padişahın önünden şamata yaparak geçtikleri biliniyor. Esnaf içinde bu kesimin de yer aldığını şu bilgiler gösteriyor: ‘Deyyuslar esnafı: 212 nefer, pirleri yoktur’…”
TOPARLARSAK!
“Sorgulanmadan yazılan tarih, tarih değil,” der Elif Naci!
Örneğin tarih kitaplarında Osmanlı padişahları arasında Yavuz Selim’e ait olduğu söylenen kulağı küpeli resim gerçekten onun mudur?[48]
“Türk tarihçileri”nin iddia ettikleri Çaldıran Savaşı’nda ele geçirilip İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi’nde sergilenen taht Şah İsmail’e mi ait?[49]
Ya da Resmi Türk Tarih yazıcılarının tarih karşısında objektifliği var mıdır?
Bunun hepsine “Hayır” denmeli…
Kolay mı? Boğaz Köprüsü’ne adı verilen Yavuz Sultan Selim hakkında Kürt siyasetçi İdris-i Bitlisi’nin Farsça olarak kaleme aldığı ‘Selimname’de, “Kızılbaş başlarından minareler yapıldı,”[50] der.
Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın ‘Osmanlı Tarihi’nin ikinci cildinin 257’nci sayfasından aktarıyoruz:
“Yavuz Sultan Selim İran seferine hazırlanıyordu. Şah İsmail’in Anadolu’da el altından yaptığı tahriklerle Osmanlı idaresinde bulunan Alevîler o tarafa meyletmişlerdi… Şah İsmail ile yapılacak harpte, memleket içinde yer yer Alevî kıyamlarıyla devletin başına büyük bir gaile çıkması muhtemeldi… Şah İsmail taraftarı olanların bir defteri (listesi) yapılmış, zararı dokunabilecek 40 bin kişi hapis veya idam edilmiştir.”
Uzunçarşılı üç de kaynak veriyor: Tacü’t tevarih, Ali ve Solakzade Tarihi…
Hammer Tarihi de aynı rakamları veriyor. Katliamı pek çok ciddi kaynak doğruluyor.
Yavuz’un bu katliamı arkadan vurulmamak için önlem olarak yaptığı söyleniyor.
Prof. Hülagü’nün ayrıca “Yavuz şiir yazardı, şair gaddar olamaz” diye bir savunması da var.
Şair Yavuz, iki kardeşi Korkud ve Ahmet’i kaytanla boğdurmuş, ölmüş kardeşlerinin çocuklarını katlettirmiş, üç sadrazamın boynunu vurdurmuş, bunlardan Dukakinoğlu Ahmet Paşa’yı boğdurmadan önce bizzat bıçaklamış, Yunus Paşa’nın Mısır dönüşü kestirdiği kellesini üç gün yanında taşımıştır![51]
Osmanlı tarihine daha ciddi bakmakta yarar var!
Siz bakmayın Emine Erdoğan, “Harem Osmanlı hanedan üyeleri için daha çok bir okuldur,” demesine; bir tarihçi, Prof. Dr. İlber Ortaylı da, “Padişah anneleri sarayda kalmak için birtakım entrikaların içinde yer almıştır,”[52] diyor…
Her denileni ciddiye almamakta yarar var!
Mesela çok dindar Osmanlı padişahları hacca gitmediler. Osmanlı dönemindeki hac 9 ay sürüyor. Vekil gönderiyorlar. Öyle bir gelenek de yok. Hac yolları güvenli değil. Bedevi eşkıyalardan korunması için çok kalabalık bir şekilde gidilmesi gerekiyormuş. 19. yüzyılda buharlı gemiler yapıldıktan sonra hac yapabilirlerdi. Ama Sultan Abdülaziz Londra’ya, Mısır’a gidiyor. Hacca gitmiyor! Osmanlı hanedanlarında hacca gitmiş tek kişi Cem Sultan’dır. Vahdettin tahttan indikten sonra hacca gidiyor. Fakat güvenlikten dolayı haccı tamamlayamamıştır.[53]
Daha da fazla uzatmayalım! Jean Bodin’in, “Tarih bize yapacağımız hataları öğretir,” saptamasına inat; “Tarihten ders almak” için Stefan Zweig’ın sözleriyle koyalım “son” noktayı:
“Zorbalık her çağda başka biçimlerde kendini yenilediğinden, ona karşı verilecek kavga da düşünen insanlar tarafından daima yenilenmek zorundadır.”
19 Temmuz 2023, 15:54:23, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[1] Emil Michel Cioran, Çürümenin Kitabı, çev: Haydun Bayrı, Metis Yay., 2013.
[2] Okan Konuralp, “Kılıçdaroğlu: Erdoğan Osmanlı’yı Bilmiyor”, Hürriyet, 2 Ocak 2015, s.12.
[3] Søren Kierkegaard, İroni Kavramı, çev: Sıla Okur, İş Bankası Kültür Yay., 2003, s.181.
[4] Søren Kierkegaard, Kendinizi Sevmeyi Unutmayın, Aforizmalar, çev: Emre Murat Bozer, Aylak Adam Yay., 2016, s.13.
[5] George Orwell, 1984, çev: Celal Üster, Can Yay., 2000.), çev: Celal Üster, Can Yay., 2000.
[6] Fatih, saltanatının son yıllarında yürürlüğe koyduğu ünlü Kanunnamesi’ne kardeş katlini meşrulaştıran şu maddeyi koydurttu: “Ve her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizam-ı âlem içün katl etmek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz itmiştir. Anında amil olalar.” Ama bu madde de taht kavgalarına engel olamadı, çünkü madde ancak tahta geçildikten sonra yapılacak şeyi tarif ediyordu. ‘Her kimesneye saltanat müyesser ola’ ifadesi, Halil İnalcık’a göre, eski Türk geleneklerine bağlılığın sürdüğünü, saltanatın Allah’ın takdirine bırakıldığını anlatıyordu. Erdoğan Aydın’a göre ise “orman kanununu devletin yasası yapmış, kimin ordusu daha çok, danışmanları da kurnaz ve asıl önemlisi saraydaki devşirme hizibi daha güçlü ise onun kazandığı, ama sonucu bir dizi savaş ve ahlâki kirlenme olan bir geleneği devlet düzeyinde kutsamıştır.” (Ayşe Hür, “Kardeş Katli ve Fatih Kanunnamesi”, Radikal, 16 Şubat 2014, s.22-23.)
[7] Erdal Boyoğlu, “Osmanlı Gerçeği ve Saray’dan Çıkan Ölüm Fermanları…”, 23 Ekim 2022… https://www.avrupademokrat1.com/osmanli-gercegi-ve-saraydan-cikan-olum-fermanlari-erdal-boyoglu/
[8] Taha Akyol, “Fatih ve Fetih”, Hürriyet, 2 Haziran 2015, s.22.
[9] Lucette Valensi, Venedik ve Bab-ı Ali, Despot’un Doğuşu, çev: A. Turgut Arnas, Bağlam Yay., 1994, s.101.
[13] Zahit Atam, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Ne Değişti?”, Birgün, 21 Haziran 2015, s.8.
[14] Marcus Tullius Cicero, Yükümlülükler Üzerine, çev: C. Cengiz Çevik, İş Bankası Kültür Yay., 2013.
[15] Yılmaz Özdil, “Şehzade Mustafa”, Hürriyet, 15 Şubat 2014, s.3.
[16] Osmanlı’da bozulan medrese öğretimi sonrasında toplumda “âlim” ve “cahil” diye adlandırılan iki tip ortaya çıktı. Prof. Niyazi Berkes, o zaman “ilim” sözcüğünün henüz “bilim” demek olmadığını, kitap ve sünnetten gelen kıyas ve icma ile yorumlanarak geliştirilen dinsel bilgiye “ilim”, bu dinsel bilgiye sahip olana da “âlim” dendiğini belirtir. İşte medreseler bu dinsel bilginin, “ilmin” verildiği okullardı. “Cahil denilince kastedilen ise halktı. Fakat bu dönemde cehalet yalnız halk yığınlarına özgü okuma-yazma bilgisizliği demek değildi. (…) Cahillik halk yığınlarını aşmış, ulemayı ve devlet adamlarını da içine almıştı. Halk yığınları gibi bunlar da ne İslâm ilmini, ne de modern fenleri biliyorlardı…” (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, 2018, s.179-180.)
1914’te sadece İstanbul’da 178 medrese vardı. Bunlarda 7 bin öğrenci kayıtlıydı. Üniversitedeki öğrenci sayısı medreselerdeki öğrenci sayısının yarısı kadar bile değildi. Medrese öğrencilerinin yaş ortalaması 30- 35’ti. 40-45 yaşlarında öğrenciler de vardı. Medreseler işsizlerin ve asker kaçaklarının yuvası hâline gelmişti. (Sinan Meydan, “Türkiye’de Eğitimde Devrim ve Karşıdevrim (1): ‘Osmanlı’da Öğretimin Bölünmüşlüğü, Reform Çabaları ve Dinsel Tepki’…”, Cumhuriyet, 14 Haziran 2023, s.6.)
[17] Candan Badem, “Osmanlı’da Elitizm ve Rüşvet”, Birgün Pazar, Yıl:14, No:530, 7 Mayıs 2017, s.17.
[18] Halil İnalcık, Osmanlı imparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600), YKY, 2003, s.181.
[19] Taner Timur, Osmanlı Kimliği, İmge Kitabevi, Genişletilmiş 5, Baskı, 2010, s.97.
[20] Reşad Ekrem Koçu, Haşmetli Yosmalar-Osmanlı Tarihinde Yasaklar, Doğan Kitap, 2017
[21] Murat Bardakçı, “Yasaklar Tarihimiz Gayet Zengindir ve Geçmişteki Yasakların Kitabı Bile Vardır”, Haber Türk, 23 Mart 2014, s.13.
[22] Murat Bardakçı, “İstanbul’un Sahtekâr Esnafını Kulağından Dükkânına Çivilediler Yine de Kâr Etmedi ve Ders Almadı”, Haber Türk, 29 Mart 2015, s.20.
[23] Abbas Güçlü, “Osmanlı’nın Bilinmeyenleri”, Milliyet, 12 Şubat 2016, s.2.
[24] “Emine Erdoğan’dan Yine Tartışılacak Sözler: Harem Okuldur”, Cumhuriyet, 10 Mart 2016, s.4.
[25] Madeline C. Zilfi, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kölelik ve Kadınlar (1700-1840), çev: Ebru Kılıç, İş Bankası Kültür Yay., 2018.
[26] 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması bir kırılma noktasıdır. Kırım, Osmanlı hâkimiyetinden çıkmıştır. Zira Kırım, beyaz köle ticaretinin merkeziydi. 1783’te Rusların Kırım’ı işgal etmesi sonucu beyaz köle ticareti Kafkasya’ya kaydı. O dönemde Çerkesya, Abhazya ve Gürcü Krallıkları nispeten bağımsız bölgelerdi. 1829’dan 1864’e kadar Osmanlı-Rus savaşları sürdü. Daha sonra Çerkes Soykırımı gerçekleşti. Bu dönemde 150 bini aşkın köle bu coğrafyaya geliyor. 1860’larda tahmini 400 bin beyaz kölenin Osmanlı topraklarında yaşadığını söyleyebiliriz.
1911’de padişahın fermanıyla beyaz köle ticareti Osmanlı’da yasaklandı. Yasaklanan sadece ticaretiydi. Beyaz kölelik ya da siyah kölelik kaldırılmadı. Ticaret yasaklandı fakat köle hanedanlıkları bir anda bitmedi, çünkü çok kökleşmiş bir yapıydı. (Sercan Meriç, “Elbruz Aksoy: Unutulan Köle Tarihi”, Birgün, 10 Ağustos 2022, s.13.)
[27] Süleyman Arıoğlu, “Mukaddesatçı Fantezi ve Gerçek: Osmanlı’da Kölelik ve Kadınlar”, 12 Ocak 2019… http://m.bianet.org/biamag/toplum/204366-mukaddesatci-fantezi-ve-gercek-osmanli-da-kolelik-ve-kadinlar
[28] Devlet tarafından esircilerin kontrolu için atanmış memur.
[29] Osmanlı döneminde, tören ve alaylarda padişahın, vezirin yanında yürüyen görevli.
[30] İstanbul Ansiklopedisi, Cilt: 10, s.5273.
[31] Evliya Çelebi’nin konumuzla ilgili bir başka ifşaatı da, I. Ahmet’in talihsiz oğlu Genç Osman’ın kendisini tahttan indiren Yeniçeriler tarafından öldürülmeden (1622) önce ırzına geçildiğiydi. Ancak Seyahatname’nin bu sayfaları, 1896 yılında orijinal yazmayı ilk kez yayımlayan kurulun içindeki Necib Asım Bey tarafından yırtılarak imha edildiği için bunu yakın tarihe kadar duymamıştık.
Asım Bey bu eylemini şu tanıdık sözlerle gerekçelendirmişti: “Tarihimiz için bu sayfa kara bir lekedir. Bunu gelecek kuşaklara göstermek doğru olmadığı için yırttım!” (Ayşe Hür, “Elinde Tesbih, Evinde Oğlan, Dudağında Dua…”, Radikal, 10 Kasım 2013, s.22-23.)
[32] Özlem Ertan, “Erdem Oksaçan: Fatih, Oğlanlara Aşkını Yazdı”, Taraf, 6 Nisan 2014, s.17.
[33] Halit Erdem Oksaçan, Sultanlar Devrinde Oğlanlar, Agora Kitaplığı, Nisan 2014.
[34] Tuğba Yurteri, “Metin Uca: Biz Yokmuşuz Gibi Yaz Panpa”, Birgün, 8 Ocak 2019, s.14.
[35] Ayrıntıları Ayhan Songar’ın ‘Psikiyatri’ başlıklı yapıtının “Seksüel Patoloji” bölümünde bulabilirsiniz. Psikiyatri, Prof. Dr. Ayhan Songar, Seksüel Patoloji, Gül Matbaası, 1971, s.345.
[36] https://turkiye.net/kultur-sanat/osmanlida-escinsellik-ve-kurandaki-yeri-bolum-1/… https://turkiye.net/kultur-sanat/osmanlida-escinsellik-ve-kurandaki-yeri-bolum-2son/
[37] Rıza Zelyut, Osmanlı’da Oğlancılık, Kaynak Yay., 2016, s.175.
[38] Rıza Zelyut, Osmanlı’da Oğlancılık, Kaynak Yay., 2016, s.155.
[39] Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı Padişahları, Ana Yay., 1981, s.207-221.
[40] Alphonse de Lamartine, Osmanlı Tarihi, Cilt:1, çev: Serhat Bayram, Sabah Yay., 1991, s.114
[41] IV. Murad (1623-1640) İran Seferi sırasında Revan kalesini kendisine savaşsız teslim eden kale kumandanı Emirgûneoğlu Tahmasp Kulu Han adlı bir eşcinseli İstanbul’a getirecek, adını Yusuf yapıp musahipliğine atayacaktı. Padişahın Yusuf Paşa’ya verdiği hediyelerden biri bugün Emirgân dediğimiz semtteki ‘Feridun Bahçesi’ idi. Dimitri Kantemir ve Eremya Çelebi’ye bakılırsa, padişah bu bahçedeki konakta, Musa Çelebi ve Silahtar Mustafa Paşa gibi dönemin ünlü eşcinselleri ile sabaha kadar oturak âlemleri düzenlerdi… (Ayşe Hür, “Elinde Tesbih, Evinde Oğlan, Dudağında Dua…”, Radikal, 10 Kasım 2013, s.22-23.)
[42] Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı Padişahları, Ana Yay., 1981, s.207-221.
[43] Rıza Zelyut, Osmanlı’da Oğlancılık, Kaynak Yay., 2016.
[44] Kaynak: Matei Cazacu, “Prens Drakula’nın Tarihi”, Droz, 1988
[45] Mine Kırıkkanat, “Osmanlı’nın En Ünlü İçoğlanı”, Cumhuriyet, 9 Aralık 2012… https://odatv.com/osmanlinin-en-unlu-icoglani-0912121200.html
[46] “Kim Bu Oğlancı Padişahlar”, 7 Aralık 2016… https://odatv.com/kim-bu-oglanci-padisahlar-0712161200.html
[47] Rıza Zelyut, Osmanlı’da Oğlancılık, Kaynak Yay., 2016, s.112.
[48] Bu resmin ona ait olmadığını 13 Şubat 1996 tarihli ‘Hürriyet’te Murat Bardakçı açıkladı: “Yavuz Selim bahsinin geçtiği hemen her ders kitabında, ünlü bir resmi yer alır hükümdarın: Kulağı küpeli tablosu… Oysa resim, aslında Yavuz’a değil, can düşmanı olan bir başkasına, İran Şahı İsmail’e aittir… Küpe de Şiîliğinin yanı sıra Haydari-Kalenderi dervişi olmasının sembolü” dır diyor.
[49] İşin gerçeğini Elif Naci’den öğrenelim: “Hangi tarih kitabını, hangi ansiklopediyi karıştırırsak Topkapı Sarayı’ndaki tahtın, Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran seferinden getirdiği Şah İsmail’e ait taht olarak geçtiğini görürüz. Hâlbuki bunun Nadir Şah tarafından birinci Mahmut’a hediye olarak gönderdiğini öğrendikten sonra bizzat tahtı getiren Mehdi-i Ester abadi’nin ağzından dinledikten sonra, Topkapı Saray’ında kaybolduğu için senelerce soruşturma konusu olan (Çaldıran Ganimet Defteri) de bulunup meydana çıkarıldıktan sonra, artık bunun Şah İsmailliği kalır mı? Çok şükür bunun müzede vitrindeki etiketini kendi elceğizimle değiştirmek bize nasip oldu” (Tarih Konuşuyor. Ekim 1966)
[50] Cengiz Yıldırım, Katliamın Adı: Yavuz Selim ve İdris-i Bitlisi, İtalik Yay., 2021.
[51] Melih Aşık, “Yavuz Sultan…”, Milliyet, 24 Kasım 2013, s.17
[52] Mert İnan, “Entrika Çevirmeyen Valide Sultan Yoktu”, Milliyet, 10 Ocak 2016, s.8.
[53] Mustafa Alp Dağıstanlı, Bildiğin Gibi Değil: Osmanlı, Can Yay., 2016.
Yeniçağ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.