On altı yıldan beridir de dünyayı dolaşır dururum. Gezip gördüklerim bir yanda, okuyarak, tartışarak öğrendiklerim diğer yanda.
Her gezimle birlikte, yolculuğum süresince okuduğum bir de kitap bitiririm.
İlk defa bir şehri gezerken, yeni bir dünya keşfeder, yeni bir kitabın son sayfasını çevirdiğimde ise önceki bilgilerimi yenilerim.
Derler ya “bir şehir gördüm dünyam, bir kitap okudum düşüncem değişti.”
BABAMDAN İLERİ DOĞACAK OLAN ÇOCUĞUMDAN GERİYİM
Her gezi dönüşünde, bir yandan ideolojilere çakılıp kalmanın kısır döngüsüyle malul o “muhteşem cehaletim” ile sarsılır, öte yandan kerameti kafama sabitlediğim önyargılarımdan menkul düşüncelerimle, o “ne kendime, ne de bir başkasına faydası olmayan” duvarlarına çarparım.
Bu nedenle he seyahatimin sonrasında yaşamımın eksik yönlerini tamamlarım.
Gezdiğim her ülke, gittiğim her şehir kasaba ve köy’ün, her yürüdüğüm cadde, sokak ve köprü’nün, her ziyaret ettiğim müze ve pazar yerinin, her havasını solduğum okyanus, deniz, göl, akarsu, dağ, orman ve çöl’ün tanığı olarım…
Böylece dünyanın küçük bir adacığın yarısına sıkışmış yaşamlarımızdan çok daha başka şeyler olduğuyla teselli bulur, “zenginleşirim”…
Her seyahate çıkacağımda içimde bir başka coğrafya ve yaşamlarla karşılaşacak olmanın heyecanıyla yanımda Figen, birlikte düşeriz yollara.
Gez-gez bitmez, ucu bucağı belli, ama ucunu bucağını gezmeye insan ömrünün de yetmeyeceği kadar devasa bir coğrafyadır bu yer küre.
Benim için gezip gördükçe, küçüleceğine daha da büyür. Çünkü yeni şehirler gördükçe görmediklerimin ne kadar çok olduğunu fark eder, ölünceye kadar gidip göremeyeceğim o bambaşka yaşamları geride bırakacağımı da kendime dert edinirim. Zaten bu dünyayı gezme işine geç başladım ve zaman da ben yaşlandıkça bir jet hızıyla geçiyor sanki…
Diyelim ki yüksek öğrenimden mezun, yani 20’li yaşlarınızdasınız. Mesleğiniz de dünyayı gezmek ve gezip gördüklerinizi de yazmak. Benim gibi altmışına merdiven dayandığınızda bile emin olun ki daha ne kadar çok gezecek yerinizin olduğunu fark eder, daha ne kadar çok eksik kaldığınıza yanarsınız. Belki babamdan çok erken yaşta başladım dünyayı gezmeye,ama çocuklarım da benden çok önce, uçağa gemiye bindiler ve Kıbrıs’ın dışında başka dünyalar da olduğunu gördüler.
Ne demiş Nazım baba: “Babamdan ileride, doğacak olan çocuğumdan gerideyim”.
21.YÜZYILDA DÜNYAYI DAHA ÇOK İNSAN GEZİP GÖRECEK
Demem o ki insan bir kez yeni yerler görmek, bilgi dağarcığına yeni şeyler eklemek, dünyayı keşfetmekle ilgili meraklanmaya görsün.
Hele de bunu büyük bir zevkle yapıyorsa.
Yabancısı olduğu yepyeni mekanları özümsemek kolay değildir elbet. Öyle birkaç güne de sığmaz. Ama “yaşam tecrübesinde yaşlı olmanın”, “çok gezmiş, görmüş geçirmişliğin” ve de “okumuşluğun” avantajları da galiba burada ortaya çıkar. Böylece daha ilk defa karşılaştığınız kentlerin cadde ve sokaklarına, bina ve mağazalarına, kent içi ve dışı ulaşım ve ticari yoğunluğa ve nihayet temiz ve planlı olup olmadığına bakarak yaşam kalitesi hakkında daha sağlıklı yorumlar yapabilir, daha sağlıklı ön yargılara sahip olabilirsiniz.
Zaten çok gezen bir süre sonra, artık kendisini araştırmacı ya da gazeteci misali görevli addeder. Ve ayak bastığı her yeni diyarda, minimum zamanda, maksimum mekanları ve o mekanlardaki yaşam biçimlerini, renklerini yakalamaya çalışır…
Kamerasında ilk defa karşılaşmış olduğunu düşündüğü, başka insanlar görsün de onlar da bilsinler diye, andaki delillerinden bir kare eksik kalmaması için dertlenip durur…
Eksik kaldığını düşündüğü başka ve daha gizemli olan o anlık kareleri yakalayacak diye yeni coğrafyaların, daha önce hiç görmediği yabancı mekanların peşine düşer.
Bir defa kendini gezgin hissetmeye görsün insan.
Her defasında dünyanın mozayiğinden eksik kalan parçalara bir defacık olsun şahitlik etmek ister…
Bir yandan yerkürenin kendisi için hep ilk olacak o an’daki yaşam biçimlerinin “düşünce koleksiyonu’nu” kurmaya girişir. Ve kendisi için yeni olan her şeye, kendine göre bir anlam vermeye girişir. Bütün bunları yaparken “kendi yaşamını da yeniden yorumlamaya” ve “dünyadaki yerinin ne olabileceğine” bir daha ve her defasında bir daha karar verir.
Meraklı bir gezgin, her şart ve şurt altında, her mekanda konaklar. Beş yıldızlıda da, pansiyonda da, öğrenci yurdunda da, varsa akraba, arkadaş ve bir tandık evde de…
Önemli olan ilk defa şahit olacağı yaşamlara mümkün olduğu kadar yakın durabilmesi ve bizzat o yaşamları birkaç saatlik de olsa bir parçası olabilecek kadar yoğun yaşayabilmesidir.
Çünkü bir kez dünyanın o baş döndürücü uçsuz bucaksız kaleydeskobuna daldınız mı…
Geriye dönüşü yoktur…
Seyahat etme, gezme, yeni kentlere gitme tutkusu peşinizi bırakmaz.
Zaten bırakmasın diye de bahane üretir durursunuz…
Yılda bir seyahat hali, yılda birkaç keze çıkarır ve böylece ilk terfinizi yaptırır size.
Sonra mevsimler girer işin içine ve “her mevsim bir başka güzel” bahanesiyle, hele de maddi durumunuz elverirse, hiç düşünmez düşersiniz yollara…
Farklı ülkelerden İnsanların, tıpkı, gelişen enformatik çağ’da herkesin gazeteci ve yazar imiş gibi, “facebook ve twitter ordusu”na kayıt yaptırması misali, ulaşım teknolojisindeki gelişmeler arttıkça, dünyamızda her gün artan sayıda gezginlere sahne olacağını söyleyip yazmanın da sanırım kahinlikle bir alakası yok.
Evet, gezginlik 21. Yüzyılın karakteristiklerinden birisi olacak gibi…
Neden yazdım bütün bunları?
Anlatayım…
GEZMEK VE GÖRMEK, EMPATİ YAPMAKTIR
Bir kere çok gezen insan empati yapmasını öğrenir.
Başka yaşamları görür, düşünür ve yorumlar.
Daha önce kitap, ansiklopedi, dergi ve gazetelerden, belki filmleri seyrederek, fotoğraflara bakarak, hatta başkalarından dinleyerek ve nihayet gezip görerek edindiği fikirleri ve ön yargıları vardır insanların.
Başka ülkeler, başka şehirleri gezdikçe, bir kez daha değişime uğrama ve bambaşka fikirlere ve yorumlara dümen kırma ve önyargılarını değiştirme ihtimali de artar kişinin.
Hele gördüğü o yeni ve farklı yaşamları ne kadar çok içselleştirir ve bir parçası olmayı becerebilirse, o kadar çok karşı tarafın diline, gözüne velhasıl yaşama dair düşüncelerine yanaşmış olur.
Yani hem fikirleri değişip çoklaşır ve hem de empati yapması o kadar güçlenip gelişir.
DAHA HAREKETLİ VE HIZLA DEĞİŞEN BİR DÜNYADAYIZ.
“Son enformatik teknolojik devrim” sayesinde sadece karmaşıklaşmayan ama aynı anda şeffaflaşan da dünyamızda, her sınıftan, her yaş ve kuşaktan “internet gezginleri”…
“Ulaşım teknolojisindeki devrimin” sonucu olarak onlara eklenen çoğu orta sınıftan ve orta yaş ve üzerindeki “yeni dünyanın yeni gezginleri”…
Milliyetçi ve köktendinci savaşların vahşetinden, ulusalcı-askeri diktatörlüklerden canını kurtarmak, ekonomik krizlerin yol açtığı işsizlik ve yaşam kalitesi düşük coğrafyalardan, savaşsız ve sakin ve de yaşam kalitesi nispeten daha iyi olan batılı kentlere ölümü göze alarak göç eden, daha çok yoksul halklardan, daha çok çocuk ve gençlerden oluşan “mülteciler”…
Başta Çin ve Hindistan olmak üzere Afrika ve Asya’nın, bir yandan emek yoğun, diğer yandan çevre kirliliği yaratan teknolojilerini, “azami kar” devamlılığı sağlansın diye, dünyanın bir ucundan öteki ucuna aktaran “batı menşeli dev sermaye” şirketlerinin beyaz yakalı yöneticileriyle hissedarları…
Bir yanda daha çok gezinenlerin, diğer yanda kimlik alt-üst oluşlarının ve kimlik üzerinden ölümcü savaşların yaşandığı, yer-yer ulus-devlet sınırlarının değiştiği (Ortadoğu örneği), yer yer silikleştiği (AB örneği) mevcut üretim ilişkileri ve üretim tarzıyla malul küresel bir insanlık ve çevre felaketinin de derinleştiği bu yüzyıl, büyük sosyal değişimlere mi gebe?
Sanırım…
İNANÇLAR VE DEĞİŞİM ÇAKIŞINCA
İnançları uğrunda mücadele ederken tarihin değişim doğrultusuna omuz vermek.
O kişinin tarihin tekerliğini insanlık lehine ilerletecek ve bunu da hiçbir çıkar gözetmeksizin ve dahası kendisinden fedakarlık yaparak verdiği o mücadelesinin önünde, yaşı kaç olursa olsun saygıyla eğilmeyi “caiz” kılar mı?
Kılar
“Vicdani Ret”çi, Haluk Selami Tufanlı’dan bahsediyorum.
Övgüyle…
İnsanlığın savaşlarla kazanacak “zaferi”nin sahteliğini, ama başta yaşamları olmak üzere kaybedecek çok şeyleri olduğunu biz “akılsız Kıbrıslıların” gözümüzün içine soktuğu için.
Bunu yaparken de inancını ve davasını, hapsedilmeyi göze alacak kadar ileriye götürecek bir samimiyete ve kararlılığa, minnacık bir ada coğrafyasında insanlara zorla askerlik yaptıracak yasaları değiştirmemekle, neyi, insanlığın hangi “zaferini” paylaşacak ki bu “akılsız Kıbrıslılar”.
1958, 1963, 1968, ve nihayet 1974…
Ve zafere ulaşmak adına onca işlenen siyasi cinayetler yetmedi akıllarının başlarına gelmesine…
Demek ki yetmedi…
TÜRKİYE’DE OLDUĞU GİBİ
Mahkemenin kararını ayakta ve fakat büyük bir olgunlukla dinledi.
Kendisini mahkum eden cümleler okunduğunda mahkeme salonda bulunanlar arasında, o, en ciddi ve başı en dik olandı.
İddia makamı, şimdiye kadar hiç suç işlemeyip mahkemeye düşmeyen Haluk’a hafifletici bir neden buldu. Ancak Haluk’un avukatı Öncel Poli’li, mahkeme tarafından kabul görmeyen ve seferberliğe gitmeyi ve karşılığında para cezasını ödemeyi de ret ettiği için hapsedilen Haluk’un, düşünce suçlusu olduğunu yinelendi.
Dışarı çıktık Haluk’u beklemeye başladık.
Derken Haluk kapıda üç-dört polisin arasında kendisini ceza evine götürecek arabaya doğru, Türkiye’deki sahneleri aratmayacak şekilde hızla götürüldü.
Arabaya binerken arkadaşlarının destek sloganlarına kelepçelenmiş ellerini havaya kaldırarak karşılık verirken, yanındaki polisler tarafından Türkiye’de televizyonlarında şahit olduğumuz gibi sert bir şekilde engellendi.
Ağzını açacakken ağzını kapatmaya çalıştılar mı iyi göremedim.
Ancak araba oradan hızla uzaklaştı…
Aynen Türkiye’de olduğu gibi…
Haluk o polislerin arasında, yaşamının en kısa ve fakat ülkesi ve inançları için en fedakar ve en güzel yolculuğuna çıktı.
Ben de yakın bir tarihin ileriye doğru akışına bedel ödeyerek omuz veren, Kıbrıs’ımın sakin ve kahraman bir gencinin duruşmasına tanıklık ettim.
O gün oradaydım ya…
Bu bir çok seyahatime bedel…
Kaynak: Bu yazı 7 Aralık tarihinde Havadis’in Poli ekinde yayınlandı
Yeniçağ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.