Hasan Cemal’in Kandil röportajlarıyla birlikte derlemiş olduğu pratiklerden ve fikirlerden, kendi analizlerini yaparak ortaya çıkarmış olduğu kitabın adına “BARIŞA EMANET OLUN” atfen; silahların susmasının ardından günümüze kadar geçen süreçte, meydana çıkan pratikler ve ifade edilen söylemlerden dolayı ortaya çıkan endişelerin anlatımıdır “BARIŞA EMANET EDİLEYECEKMİYİZ!” fikri.
Barışa emanet etmek, geleceğe yönelik olarak eşitliğe, demokrasiye ve ortaklaşmaya temenni ifadesi ise; Barışa emanet edilecek miyiz de barışa olan hasretle, güvensizliğin yarattığı ‘acaba’nın ifadesidir.
Barış, savaşın olduğu kabulün ifadesidir ve buradan çıkarak savaşın bitmesi gerektiğinin anlatımıdır da.
Dolayısıyla karşıtlık haline gelmiş ya da ilişkilerin çatışkı halinin tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmış durumunda bu çatışkı/çatışkıların ortadan kaldırılması ya da en azından bir daha açık çatışkı haline gemlememesi/getirilmemesi anlatımıdır da.
‘Barış’ın ifadesi tarafların olduğunun ön kabulüdür ve barış esas olarak bu iki taraf arasında yapılacağı, yapılması gerekliliğidir. Barış, tarafların yoğunlaşmış güçler üzerinden yürüttüğü haldir.
Ama ‘barış’ yoğunlaşmış güçlerin konusu iken, yoğunlaşmış güçlerin üzerinde yükseldiği zeminde/tabanda, barışın geniş anlamda mutlak taraflarıdır. Barış, dar anlamda karşıtlıklar halinde örgütlenmiş güçler müzakerelerdir. Geniş anlamda ise, ‘örgütlenmelerin’ üzerinde yükseldiği toplumlardır ve bu toplumlar arasındaki ilişki biçiminin yeniden kurulması kararıdır, çabasıdır.
Barışa emanet edilecek miyiz! endişesi, tarafların üzerinde yükselmiş oldukları toplumsal zemine yönelik olarak ortaya çıkmış olan kuşkuların ifadesi halidir.
TC politikasını, siyasi sınırları içerisindeki tüm yaşayanları Türk görmüştür. “Türk bayrağı altında yaşayan her kes Türk’tür.” Bunun en kesin anlatımıdır. Bu anlatım çeşitli tarihsel süreçler içerisinde, nedeni ne olursa olsun var olan demografik farklılıkları yok olarak görmek ve bunlara Türk gömleğini dayatmaktır.
Giydirilen bu gömlek ister rızaya dayansın, isterse de dayanmasın; farklı demografik hallerin yok olacağı anlamına gelememektedir.
Birey; adını, inancını her şeyini değiştirebilir ama değiştiremeyeceği tek şey onun etnik aidiyet halidir. Bu etnik aidiyet hali sonradan kazanılabilecek, kazanılacak bir nitelik olamamasından dolayı, onun bu aidiyet hali, onun fiziksel yaşamı var olduğu süresi boyunca devamlı olarak kendi gölgesi hali olacaktır.
Dolayısıyla, bir insana olmadığı etnik kimliği dayatma o insana dayatılan etnik kimliğe nesnel yapı halini kazandırmaz. O ancak ‘kendi nesnel kimliğine giydirilmiş, gönüllü olarak giymiş’ bir karakter hali olur.
Devletin üzerinde vücut olduğu toplum kütlesine dayatmış olduğu tek kimlik zorunluluğunu; ideolojik, politik, kültürel, dil ve sunmuş olduğu ayrıcalıklarla tahkim ederken, ortaya çıkan şey; ‘o kimliğin’ ırkçılık noktasına kadar topluma taşınmasıdır. Ve devlet kurumlarının bu ırkçılığın devamının sağlanması araçları haline getirilmesidir.
Türkiye devlet politikaları bu uygulamalardan bir okyanus oluşturmuş vaziyettedir.
Çatışmasızlığın barışa dönüştürülmesinde güçler arasındaki mutabakattan barış çıktığı zaman, sorun halledilmiş olacak mıdır?
Odakların oluşturmuş oldukları ‘barış’ın toplumsal kimlik kazanması gerekmektedir.
Barışın toplumsal kimlik kazanmasının olmazsa olmaz koşulu ‘ezen ulus milliyetçiliği’ yani ezen ulus kimliğinin şovenizm kuşatmasından çıkması, çıkarılması zorunluluğudur.
Ezen ulus şovenizminden toplumun çıkarılması için öncelikli görev; barışın yaratımcısı olan güç odaklarından biri olan devletin, behemehal ırkçı devlet dilinden hemen vazgeçmesi ve bunu kararlılıkla uygulamasıdır.
Ana kadar; devletin yazılı külliyatında açık-kapalı var olan tüm yazımlarının barışa, demokrasiye ve eşitliğe en büyük düşman olduğu ve bunun ivedilikle düzeltilmesi gerekliliğidir.
Toplum hafızasında, egemen toplum hafızasına yerleştirmiş olduğu ırkçılık halinin bu toplumda ki egemenlik hale son verilmesi gerekmektedir. Devlet, toplum dilinde ve hafızasında ırkçı-tekçi zihniyetin kırılmasının yol ve yöntemini oluştururken; siyasetin toplumda ki taşıyıcılarına da anti-şovenist dilin yerleşmesi de bir zorunluluk halidir.
Asgari düzey de bunların yapılması bir gereklilik hali iken; bir taraftan ateşkesin, müzakereden barışa evirilmesi çalışma programı yapılması gerekirken: Ezen ulus siyaset odaklarında yok görücü, şovenist politikaların bir birleriyle yarışır ve yarıştırılır halde olduğunu görmekteyiz.
Nasıl mı?
Davutoğlu ile Bahçeli arasındaki, Dersim üzerinden Kürt politikaları en son örnekler olarak yakın zaman söylemidir.
Meral Akşener’in, biz Dersim’e gittik (mealen) Davutoğlu kendisine güveniyorsan sen de Diyarbakır’da Bağlar semtine git ve Apo’ya terörist de, bebek katili de söylemidir.
Devlet adına barışın yürütücüsü olan başbakanlık makamı oturanları, şovenist dilin kırılmasının koç başı olması gerekirken; partilerin siyasal polemiklerinde ‘en savaşçı benim’, ‘en ırkçı benim’ odaklı ırkçı konuşmalarının egemenlik halinin devam ettirilmesi.
Görüldüğü üzere, devlet; egemen etmiş olduğu politikalardan dolayı Türk sorunu yaratmıştır, Sünni Hanefi mezhebi sorunu yaratmıştır.
Devletin yaratmış olduğu ‘Türk sorunu’, ‘Sünni Hanefi mezhebi’ sorunu çözümü hali de; ancak sorunu yaratanların, sorunu çözen noktasında kendisini olmazsa olmaz kararlılığında görevlendirme zorunluluğudur.
Şu ana kadar yapılanlara baktığımız zaman ‘barışa emanet edilecek miyiz?’ sorusu ciddi bir kuşkuyu da beraberinde taşıdığı görülmektedir.
Devlet, Türkiye toplumunun barışa, demokrasiye ve özgürlüğe kavuşabilmesi için: kendisinin yaratmış olduğu ve halen o nokta da durduğu “Türk sorunu”, “Sünni Hanefi sorunu” ile ne kadar mücadele edeceğidir.
Türk toplumunun, Türkleştirilmiş toplumun ‘barışa emanet olması’ için devletin bu iki soruna karşı vereceği kararlı mücadeleyle doğru orantılıdır.
Barış:
Yaratılan “Türk sorunudur”
Barış:
Yaratılan “Sünni Hanefi sorunudur”
Ve bu sorunu da çözmek, sorunu yaratanların boynunda günah halkası olarak durmaktadır.
Günahınızdan arının.
Yeniçağ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.