Başka bir konuya gelelim. Okullarda okutulmakta olan resmi tarih, Osmanlılar ile Bizans İmparatorluğu arasındaki temasları yok farzetmektedir. Oysa Osmanlılar batı Anadolu’ya yerleşmeye başladıkları andan itibaren Bizanslılarla sıkı temaslar kurmuşlar, yıllarca Bizanslılarla uyum içerisinde yaşamışlardır. Hatta Osmanlı soyundan gelen birçok sultanın hanımlarının Bizans aslıllı oldukları ,Osmanlılarla birlikte Hristiyan olan birçok Türk boylarının Bizans’ta askerlik yaptıkları, Bizans ordularının birçok birliğinin Türk asıllı ya Müslüman ya da Hristiyan boylardan meydana geldikleri de hep es geçilir. Anadolu’ fethedilirken Osmanlı beyleri arasında Binas Rum asıllı komutanların olduklarından ise hiç bahsedilmez.Kıbrıs tarihinde de geçen Türkopoller de Asya, Moldovya veya Çerkez asıllı Hristiyan Türklerdir. Daha sonra bunların Mısır’a gittikleri ve Kölemenleri meydana getirdikleri ve yine daha sonra 1800’lü yıllarda Kavalalı Mehmetali Paşa’nın gücünün bu Kölemen askerlerine bağlı olduğu tarihlerde yine işlenmez. Bir başka gerçek de aslında Osmanlı’nın kurduğu imparatorluğun tüm altyapısı ve yönetim şekliyle Bizansın bir devamı olduğudur. Önceleri Alevi olan Osmanlıların, çok sonraları Sunni ideolojisini ve mezhebini benimseyerek ideoloji değiştirdikleri tarihlerde pek yoktur. Göçebe olan Osmanlı boylarıyla yerleşime geçen Osmanlılar arasında aslında birçok farklar bulunmaktadır.
Türk tarihinin ulusal konularda da resmi ideolojiyi çalıştırdığı pek bilinmemektedir. Kurtuluş Savaşı’nda Yunanlılara karşı kazanılan savaşın aslında Yunanistan’daki işçi sınıfının Yunanistan’daki yönetime karşı bir işçi sınıfı mücadelesi sonunda olduğu işlenmemektedir.30 Ağustos,2014 tarihli Siyasi Haber adlı web sitesinde, “30 Ağustos neyin zaferi?” başlıklı yazısında Tamer Çilingir Bu gerçeği şu şekilde işlemiştir:
“1922 yazında, bozgundan biraz önce, aralarında Polopulos’ta olan 25 asker savaş karşıtı, eylemliliklerinden dolayı tutuklanıp, “vatana ihanet” suçlamasıyla askerî mahkemeye sevk edildi. Ama kısa bir zaman içinde cephenin kırılması ve ardından çok hızlı çözülmesinden dolayı Ordu’dan arta kalanlarla birlikte İzmir Cezaevi’nden Atina’ya geldiler.
Bu sıralarda Yunanistan’da da savaş karşıtı gösteriler ve grevlerde giderek arttı. Savaş karşıtı taleplerle gündelik talep arasında bağlantı kuran işçi eylemleri gerçekleştirildi: 1921’de Bolos’ta büyük bir işçi hareketi başladı, ancak 15 Şubat 1920’de liderliğin Tüm İşçiler Birliği’nde yaptığı iki günlük toplantının ardından, tam zirvesindeyken, bastırıldı. 1921 1 Mayıs’ında Selânik’te büyük bir gösteri düzenlendi ve greve çıkıldı. Küçük Asya’ya giden bir alay ayaklandı ve göstericilere katıldı.
1921 Kasım’ında Elektrik İşçileri Federasyonu çalışanları greve çıktılar. Ekonomik talepler yanında savaş karşıtı talepler de ileri sürüldü. Mecliste bu konuya ilişkin başbakan konuşurken elektrikler kesildi ve tartışmalar durduruldu. Ekonomik durumun giderek daha da kötüleştiği takip eden dönemde, 21 Şubat 1921’de demiryolları işçileri greve gitti. 1920’den itibaren ekmek fiyatı bir yılda üç kez arttı. Fiyat endeksleri % 30-50 yükseldi.
Cephe gerisinde 90.000 civarında asker ve yoklama kaçağı vardı. Bunların büyük bir bölümü parti tarafından silâhlı gruplar hâlinde, dağlarda tutuluyordu. Yerel jandarma güçleri onları yakalamakta zorlandıkça, hükümet cepheye göndereceği birliklerden ek takviye ayırmak zorunda kalıyordu.
İşte böyle bir orduya karşı kazanılan bir zaferdir, bahsi geçen cephe savaşları. Ne politik ne de fiziksel güce sahip göstermelik bir ordu, başka amaçların kurbanı olarak Küçük Asya ‘’macerasına’’ sürüklenmiş, büyük bir trajedi yaşamış, ama en önemlisi, bir başka büyük katliama gerekçe olarak gösterilmek suretiyle, emperyalistlerin; daha doğrusu yeni emperyalist efendilerin sahnelediği bu oyun gereği, Küçük Asya’nın ve Pontos’un kadim halklarından olan Rumlar, başta Osmanlı İmparatorluğu, ardından Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucuları tarafından olmak üzere, dünyanın en kanlı zulümlerinden birini yaşamış ve soykırıma uğratılmıştı”.
Aslında tarihin tekrar gözden geçirilerek, resmi ideolojinin gölgesiden kurtularak, tekrar yazılması ve de doğruların gelecek nesillerte öğretilmesiyle kardeşlik ve barışın çok daha etkin gelişeceği de gerçektir. Pek tabi ki gayrı resmi tarih her iki tarafta da aynı paralelde başlarsa daha da etkin olacaktır.