“Gerçekten de Kıbrıs Türk Halkının en acil, en yaşamsal sorunu her alanda varlığının korunması sorunuysa;
Gerçekten de Kıbrıs Türk Halkının kimliğinin yok olmasına karşı mücadele birincil derecede önem kazanmışsa;
Gerçekten de asimilasyon olayı süratle gündemdeyse ve Kıbrıs Türk Halkının Kıbrıslılık karakterinin eritilerek sadece Türk halkı durumuna sokulması açıkça gözlemleniyorsa;
İşte o zaman Türkiye ile ilişkilerin yarattığı çelişki bir baş çelişki durumuna gelmiştir. Ve çelişkiler yumağının yaşandığı ülkelerde baş çelişkiyi aşıp çözümlenmesi gereken acil bir olay olmaktadır.
Sömürge ülkelerde, esas olarak baş çelişki kendilerine hükmeden emperyalizm ile halk arasındaki çelişkidir. Baş çelişki emperyalist sistem ağı içinde ülkeden ülkeye birtakım biçimsel değişiklikler gösterse bile, öze ilişkin farklı yaklaşımlara neden olmamalıdır. Türkiye – “KKTC” ilişkilerinin baş çelişki durumuna gelmesi bu anlamda değerlendirilebilir.
Kuşkusuz Kıbrıs Türk Halkının süreç içinde eritilmesi olayı, Türkiye’de devlete hakim olan egemenlerin benimsedikleri bir politikanın gereğidir. Bu politika Kuzey Kıbrıs’ta Türk etkinliğinin yok edilmesi olarak algılanmamalıdır. Hakim yönetici blokun politikası Kıbrıs’ta bir Türk varlığının bulunması, ancak bu Türk varlığının Türk ulusundan farklı karakterler taşıyan Kıbrıslı karakterinin yok olup gitmesidir.
Bir başka deyişle Kıbrıs Türk Halkının Türk ulusu okyanusu içinde kaybolup gitmesidir resmi politika… Türkiye devletine hakim çevrelerin ve onların Kıbrıs’taki işbirlikçisi şoven unsurların resmi politika durumuna getirdiği bu politikanın pratikteki uygulaması halkın yaşam seviyesinin Türkiye ayarına düşürülerek, Kıbrıs’tan göçü hızlandırması, bunun yanında ise Türkiye’den Kıbrıs’a göç kapılarının sonuna kadar açılması olarak gözlemlenebilir. Uygulanan ekonomik politikalarla üretici kesimler üretimden koparılırken, pompalanan sağcı-şoven eğitim ve kültür politikalarıyla da Kıbrıslılık karakteri süratle yok edilmektedir.
Üretimin giderek düşmesine paralel olarak “KKTC” bütçesine Türkiye katkısı %60-70’lere varmaktadır. Parayı veren hükmeder gerçeğini dikkate alırsak “KKTC” bütçesinin %60’ını karşılayan TC, “KKTC”nin egemenliği üzerinde hükmetme yetkisine sahip olacaktır. Böylesi bir sonuç “KKTC”-TC ilişkilerini “KKTC”-IMF ilişkileri düzeyine getirecektir. IMF, Türkiye’ye nasıl bakıyorsa, Türkiye de “KKTC”ye öyle bakacaktır. IMF’nin Türkiye’ye verdiği kredilerin serbest bırakılmasını ayarlayan Ankara’daki temsilcisi ile Türkiye’nin Lefkoşa Büyükleçiliğinde “KKTC”ye verilen kredilerin serbest bırakılması için onay veren memur arasında bir fark yoktur. Ankara’daki IMF temsilcisi, TC Lefkoşa Büyükleçiliği’ndeki memur da “KKTC” Başbakanına öyle hükmediyor.
Böylesi ilişkilere karşı tavır ne ‘ana-yavru’ ne de iki kardeş ülke şeklinde sloganlarla geçiştirilemez. Egemenlik ve bağımsızlık mücadelesi bu yaklaşımlarla sürdürülemez.
Türkiye-“KKTC” arasında ilişkilerin arasında ilişkilerin “kardeşçe İlişkiler” düzlemine oturtulması karşısında elbette ki olunamaz. Ülkeler arasındaki ilişkinin kardeşliği reddedilemez. Nedir ki kardeşlik her türlü niyetin dışında eşit şartlarda gerçekleşebilir. Hükmeden ile hükmedilenin, sömürenle sömürülenin ne kardeşçe ilişkisi olabilir, ne de barış ortamı içinde yaşayabilmesi istenebilir. Ekonomik, sosyal, siyasal kardeşlik yukarıda da açıkladığımız gibi aynı kökenden veya bir anadan gelmiş olmakla sağlanmış olmaz.
Çağımızda kardeşlik sınıf yaklaşımı ile ele alınabilir. Nasıl ki burjuvazinin çalışanlara karşı kardeşçe dayanışması bütün bir dünyada sağlanıyorsa (AT, NATO, IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar, çalışanlara karşı burjuvazinin kardeşçe dayanışmasını ifade etmektedir.) çalışanların da burjuvaziye karşı kardeşçe dayanışması olmalıdır. Bu en genel anlayış ışığında, TC Devletinin sınıf niteliği su götürmez gerçekliği ile ortada olduğuna göre “KKTC” Halkı için ancak düşman olabilir. Devletin niteliğinin ANAP yerine DYP’nin ve hatta SHP’nin gelmesi ile değişebileceği ise yanılgıdır. İktidarlar ancak örgütlü halk hareketleri ile değiştirilebilir.
Özetle yüzbinlerce insanın çoğunluğunu düşüncelerinden dolayı gözetim altına alan, işkenceyi, baskıyı çarpık kapitalist sistemin devamı için mübah sayan TC oligarşisi ile işbirlikçileri “KKTC” halkı için düşmandır. Bütün bu değerlendirmeler ışığında emperyalizmin Kıbrıs’ta jandarmalığını üstlenmiş TC Devletine karşı mücadele; kişilik mücadelesi esastır. Kardeşçe ilişki bu mücadelenin başarısı ile ilgilidir. Doğaldır ki bu mücadelede bütün halkların yanısıra Anadolu halkı ile kardeşçe ilişki çok önemlidir. Türkiye’de ve az gelişmiş bütün ülkelerde yurtsever, devrimci ve demokratlar IMF reçeteli ve halkı bağımlılaştıran politikalara karşı hangi bakış açısı ile mücadele ediyorlarsa, bağımsızlık ve egemenlik mücadelesini nasıl anti emperyalist temeller üzerine oturtuyorlarsa, Kıbrıslı yurtsever, devrimci ve demokratlar da gerçek bağımsızlık ve egemenlik mücadelesini aynı anlayışla sürdürmelidirler.
Gerçek yurtseverliğin mihenk taşı, “KKTC”-TC ilişkilerine ırksal bir yaklaşım olan ana-yavru veya şoven yaklaşımlarla değil sınıfsal ve anti-emperyalist anlayışla bakmaktır.”
SONUÇ
Sonuç olarak görüldüğü gibi Türkiye’nin Kıbrıs’a gelip aradan 40 yıl geçmesine rağmen gene tümüyle Kıbrıslıtürkler memnun değildirler çünkü yasal statü olarak 1963 yılında devam eden sorunları hala daha devam etmektedir ve aksine bu defa birçok sorun da kapılarının önüne gelip yığılmıştır. 1963 olaylarından sonra Kıbrıs Cumhuriyeti’nde dışlanıp enklavlarda yaşamaya devam eden Kıbrıslıtürkler enklavlar içierisinde 1974 öncesi devam eden BEY yönetimi yerine artık Türkiye’deki rejimlerden de kaynaklanan otoriter yapıların içinde yaşamaya mecbur edilmişler ama uluslararası tanınmışlık olarak ise maalesef kendilerine pek de uygun bir kimlik sunulmamıştır. 1974 yılı öncesi enklavların içinde yaşamaya mecbur edilen Kıbrıslıtürkler bu defa da Kıbrıs’ın Kuzeyi’nde yaşamaya mecbur edilmişlerdir ama sorunlarına sorunlar ekleyerek ve ürettiklerini de son 30 yıldır dışarıya satamaz duruma getirilmişlerdir. Güney’in AB’ye girmesi sonrasında gene önlerine konulan kısıntılı haklar da ekonomik sorunlarına çözüm olamamıştır. 12 Eylül rejiminin de desteğiyle oluşturulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti şartları, günlük ve siyasal olarak getirdiği kısıtlamalar da daha sonra 2000 yılı başlarında bir başkaldırıya neden olmuş ama Güney’deki gerici ve öngürüsü olmayan politika ve zihniyet de statükonun gene devamına yardım etmiş ve Kuzey’deki toplumu bir okadar daha kısır döngü içinde bırakarak her iki statükonun da arasında bir çözüm bulma noktasında boynunu bükmüştür. Ona öncülük noktasında bir çıkış sağlayacak bir liderlik, özgürlükler babında da Kıbrıslıtürklerin dünyayla kucaklaşmasını da sağlayacaktır. Aslında çözüm gene her iki halkın, yani Kıbrısrum ve Kıbrıstürk halkklarının birlikte üretecekleri ve oluşturacakları demokratik örgütlerin ortak liderlik konusunda işbirliği yapmalarıyla olacaktır fakat şu nada hala daha böyle temaslar ve örgütlenmeler bulunmuyor. Olduğu zaman adanın tümünde gerçek çözüm gerçekleşecektir. 12 Eylül 1980 darbesi adada anti demokratik kurumları daha da sağlamlaştırarak çözüm umutlarını da bitirdi. Yaniden demokratikleşme ve yeniden iki halkın çözüm konusunda işbrliği elbette yeni bir Kıbrıs için de ortak yaşam ve ortak paylaşım konusunda eşit koşulları da getirecektir.
-BİTTİ-
Yeniçağ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.