Nedensellik problemini, onun insan dünyasını harekete geçiren gerçek güçlerden meydana geldiğini, muazzam farklılıktaki somut belirlenimlerde açığa çıktığını ve krizin üstesinden gelmek için gerekli koşul olarak dönüşümünün zaruri olduğunu göstermek üzere, materyalist bir çerçeveye yerleştirmek istedim. İnsanlar ekolojik kriz hakkında özensiz bir şekilde düşünmeye eğilimliler. Ya belli sorunlar düzeyinde, ‘sorun fosil yakıtlardan kaynaklanmakta’ denmesi gibi aşırı somut biçimde ya da Yahudi-Hıristiyan geleneği veya teknolojiyi vurgulama gibi aşırı soyut biçimde ele alıyorlar konuyu. Ya da endüstrileşme veya şirketler gibi kapitalizmin belli türevlerine odaklanıyor veya neredeyse Tanrı’nın gazabını davet etmekten bir adım uzakta olan, insan doğasını suçlamak gibi kaderci bir tutum takınıyorlar.
Elbette bütün bu tutumlar (Tanrı’nın gazabı hariç) krizin değişik düzeylerine müdahale ediyor ve bence bu alanlara mutlaka değinilmelidir. Fakat belli eko-sistemik saldırıları ekolojik krizin kendisinden ayırd etmemiz gerek. Birincisi tikel bir karaktere sahip ve kontrol altına alınması için çok şey yapılması gerekmesine rağmen bu düzeyde kalırsak, kanserli gelişimiyle krizi ilerleten gerçek hastalık yerine bunun yol açtığı semptomlarla savaşma riskiyle karşılaşırız.
Ekolojik kriz, her şeyden evvel boyutları hızla büyüyen eko-sistemik çöküşler setinde ve ikinci olarak bu çöküşlerin kaotik etkileşimi ve bunların bütün gezegen boyunca genelleştirilmesinde verilidir. Ekosistemik krizlerin çoğunluğunu analiz edersek, tümevarımsal olarak sermaye birikiminin ahlâksız aldırmazlığıyla karşılaşırız. Eğer krize tarihsel olarak yaklaşırsak, krizin mevcut neo-liberal aşamada ‘küreselleşme’ olarak adlandırılan ve doğrudan görünümü toplumsal ilişkilerin bütünlüğü boyunca meta üretiminin genelleşmesi olan sermayenin genişlemesini izlediğini görürüz. Krizin sonuçları devasa ‘kutu’ mağazaları, çöp yığınları, türlerin ortadan kalkışı, iklim değişikliği ve krizin bütün diğer görünümlerinde ortaya çıkmakta.
Bu göstergeler, militarizmin gelişmesi, zengin ve yoksullar arasında giderek büyüyen uçurum ve hatta şirketlerin ve devletlerin ekolojik olarak duygusuzlukları gibi başka özelliklerle birlikte, sermayenin içsel işleyişinde tesadüfi bir unsur değil, zorunlu birer öğedir. Özetle, ekolojik krize dürüst bir bakış, asli bir etken olarak kapitalizmi ortaya çıkarmaktadır. Bu, özellikle halihazırdaki emek ve doğanın sömürüsünün azamileştiği neo-liberal aşama için geçerlidir. Sadece değişimden korku duyma ve güçlü bir propaganda mekanizması bunun bilince çıkarılmasını engelliyor.
Kapitalizmin ekolojik krizi atlatma, hatta teknolojik yenilenme yoluyla bundan kâr etme ve sermaye birikimini derinleştirme ve genişletme yetenek ve potansiyeline sahip olduğuna inanıyor musunuz?
Bu soruya kati bir cevap verilemez. Bunun mümkün olduğuna dair inandırıcı kanıt yok ve tersi durum hakkında çok şey söylenebilir. Sermaye gözetimindeki Kyoto iklim protokolleri çerçevesinde kaydedilen ilerlemenin zavallı düzeyi, sermayenin kendi kendini düzenleme kabiliyetinin kuvvetle aleyhinde bir göstergedir. Başka bir örnekte hiç yapmamışken bu durumda niçin yapabilir olsun? Burada bir pazarı veya bir diğerini sterilize etmeye dönük kozmetik çabalardan değil, sermayenin yayılmacı dinamiğini kontrol altına almaya dönük ciddi bir çabadan bahsediyorum. Evet, bu ekonominin kâr getirmeyen bazı sektörlerinde ya da Finlandiya gibi daha rasyonel toplumlarda yapılabilir belki. Fakat bu türden davranışın sistem boyunca genelleşebileceğine inananlar, üretim araçlarının bireysel mülkiyetinde kökleşen bitimsiz rekabetin kapitalizmin temel eğilimi olduğunu unutuyorlar.
İkincisi, sermaye büyüdükçe daha yıkıcı davranır; çünkü büyüklük ahlâksızlık ve saldırganlık getirir ve sermaye giderek hızlanarak yayılır. Üçüncü olarak, yine büyüyen sınıf uçurumlarına dair temel eğilim gereği bu toplumlar, saldırganlık ve servet sahibi sınıflara yönelik tehditlerin otoriter kontrolü gibi sebeplerden ekolojik krizle başa çıkmak için gereken dayanışmacı davranışı benimseyemezler. Evet, kapitalist bir ekonominin rasyonel sektörleri bulunmakta, fakat bunlara ancak sistemin ana zembereğini tehdit etmedikleri müddetçe hoşgörüyle yaklaşılmakta.
Yakınlarda genç bir Çinli ekonomist, kapitalizmin sürdürülemezliğine dair güçlü bir ispat ortaya koydu. (Minqi Li, “Climate Change, Limits to Growth, and the Imperative for Socialism,” Monthly Review, Temmuz-Ağustos, 2008, s. 51-67). Özetle Li, tolere edilebilir bir ısınma derecesi içerisindeki bütün karbon azaltım senaryolarına küresel bir ekonomik daralmanın -anlık bir aşama değil, daha ziyade ekonomik üretimde devamlı bir düşüşün- eşlik ettiğini gösterdi. Li’yi alıntılarsak, “kapitalist ekonomik sistem doğası itibariyle büyümeyen (daralan bile değil) bir ekonomiyle işlemekten acizdir”. Dolayısıyla, kapitalizm sürdürülemezdir; üstelik şu anda yaşayan birçok insanın ömür süreleri içerisinde…
’Yeşil kapitalizm’in mümkün olduğuna inanıyor musunuz? Tüketicilerin ekolojik kaygı ve hassasiyetlerine dayanan bir kapitalist birikim süreci mümkün müdür?
Bu aslında biraz önceki argümanın özel bir durumu, ki bunun çerçevesinde kapitalizm kendisini ekolojik olarak iyicil mallar üreterek kurtarır. Sorunun ortaya koyduğu üzere yeşil kapitalizm tüketici tercihine cevap olarak işler, üretim ilişkilerindeki bir değişiklik aracılığıyla değil.
Bu alternatifle ilgili ciddi sorunlar var. Birincisi, yeşil kapitalizm hâlâ küresel kapitalist pazar çerçevesinde işler. Başka şeylerin yanında bu, üretimdeki girdilerin ve aynı zamanda malın kendisinin fiyatını belirler, ki bütün bunlar yeşil kapitalisti, istese de istemese de rekabet etmeye mecbur eder. Bu karşı konulmaz biçimde emtiaları daha az yeşil olmaya zorlar. Bir örnek, organik gıda maddeleri (özellikle süt) üreten firmaların gittikçe artan oranda büyük şirketler tarafından devralınmasıdır. Bir diğeri, yeşil kapitalistlerin, öncü yeşil kapitalist firma The Body Shop’un muzdarip olduğu gibi, raf ömrünü uzatmak için organik yerine anilin boyalar kullanmaları örneğindeki gibi, ürünlerini daha rekabetçi hale getirmek için değiştirmek durumunda kalmalarıdır.
Dahası, yeşil kapitalizmin tüketici tercihlerine bağımlılığı, değerleri sahiplenme çerçevesinde tanımlayan, ekolojik olarak son derece yıkıcı tüketimciliği pekiştirmektedir. Siyaseten bu, ekolojik krizle yüzleşmek için gerekli mücadele ve örgütlenmeye yumuşak, bireyselleştirilmiş ve muteber bir alternatif sağlayarak enerji çalmakta. Üstelik yeni pazarlar ve bütünüyle yeni metalar katmanı oluşturarak ekosfer üzerindeki yükü artırmakta. İlaveten yeşil kapitalist, işlemek ve kâr etmek için işgücünü sömürmek zorundadır. Bu sermayenin özünü özetler ve ben bunun kendisinin, insan varoluşunun ihlali olduğunu iddia ediyorum. Doğanın parçası olduğumuzdan, kapitalist pazar içerisindeki işveren -yeşil veya değil- ekolojik krize hizmet etmektedir.
Son olarak, sermayedarın ana emeli sermaye üretmektir. Bu, kapitalist bir kömür madenine de sahip olsa, organik tütsü de üretse doğrudur. Sermaye bütünüyle nicelikseldir ve yatırımların getirisi nerede daha fazlaysa oraya yönelir. Yani, tütsü üreticisi tarafından üretilen sermaye bir sonraki yatırım döngüsüne kömür madeninin genişlemesini destekleyerek girebilir. Güçler dengesi ve yeşil olmayan üretimin yeşil çeşidinden daha fazla kâr yaratmaya eğilimli olması (kâr getirmeyen faktörleri dışsallaştırdığı için) çok daha muhtemeldir. Bu yüzden, yeşil işveren ekolojik krizi orta ve uzun vadede kötüleştirmeye adaydır, fakat şurada veya burada bir köşesini temizlemektedir.
Her şeyden önemli gerçek şudur: Sermaye ekolojik krizin etkin nedenidir ve kendi içinde ekoyıkıcıdır. Bundan dolayı daha fazla sermaye, dünya ölçeğinde krizin daha fazla derinleşmesi anlamına gelir. Krizi yenmek için sermaye üretimine artık bağımlı olmayan bir uygarlık inşa etmek zorundayız.
Ekolojik krizi aşabilmenin eko-sosyalist bir toplumsal örgütlenme biçimiyle mümkün olduğunu savunuyorsunuz. Eko-sosyalizmi nasıl tarif edersiniz?
Eko-sosyalizm, artık sermayenin üretimine bağımlı olmayan ve önde gelen değerin eko-sistemlerin onarılması ve serpilmesi yönelimli ‘ekosantrik’ olarak adlandırılabilecek bir değer olduğu toplum türüne verilen addır. Bu iki ilke birbirini içerir. Proje, kapitalizmin intihari bir toplum biçimi haline geldiğini tanımakla ve radikal alternatifler idrak etme cesareti ve hayal gücüyle başlar.
Eko-sosyalizm halihazırda başlangıç aşamasında ve henüz onun bütün implikasyonlarını çözmenin çok uzağındayız. Bu aşamada bu fikir yeryüzünde krizin derinleştiği mevzilerde kendiliğinden ortaya çıkmaktadır ve bizim başlıca görevimiz eko-sosyalizmin gerekliliğini kavrayan sesleri, daha yeni kurulmuş Uluslararası Ekososyalist Ağ örneğinde olduğu gibi (ecosocialist.org) bir araya getirmektir.
Kendi tanımlamam, üretim gibi merkezi bir Marksist nosyon üzerine bina edilmiştir. Ben eko-sosyalizmi, feodalizmden kapitalizme geçişle karşılaştırılabilecek önemde yeni bir üretim biçiminin önünü açmak olarak değerlendiriyorum. Kapitalizmin ortaya çıkmasındaki gibi, yeni üretim biçiminde sayısız devrimcileştirici süreçlerin önü açılacaktır.
Eko-sosyalist ufkumun can alıcı bir boyutu, Marksist doktrinin kökenlerinden esinlenmiştir. Bu, Komünist Manifesto’nun “her bireyin özgür gelişmesinin herkesin özgür gelişmesinin koşulu olduğu bir birlik olduğu” pasajında ortaya çıkar. Kanaatimce, sermayenin zincirleri ancak insani üretici gücün özgürleştirilmesiyle kırılabilir. Doğayla birleşmesi için insanın özgürleşmesi ve üretimi metalardan ziyade bütünlüklü eko-sistemler yaratmaya dönüştürmesi gerektiği için ekosantrik amaçlara da başka türlü ulaşılamaz. Yani, eko-sosyalizm ima ettiği her şeyle ‘ekosantrik değerleri takip eden özgürce birleşmiş üreticiler’ anlamına gelir.
Eko-sosyalizmin güncel pratiği bir önceden tasavvur meselesidir. Yani, yukarıdaki gibi, bu kadar yüksek bir soyutlama düzeyinde ve dolayısıyla doğrudan gerçekliklerden uzakta bir fikir, şu anda verili olana içkin olarak değerlendirilmediği müddetçe yararsızdır. Kapitalist evrenin her yer ve anında sayısız mücadeleler ortaya çıkmakta. Eko-sosyalist proje her somut durumda içsel olarak var olan potansiyeli tanır ve özgürce birleşmiş emeğe (ki sermayenin ilgası ön plana alınmadan boş bir kavramdır) ve aynı zamanda ekosantrik değerler kurmaya bağlıdır, ki bu anların kendisinin daha ileri bir bilinç ve örgütlülük aşamasına götürdüğü söylenebilir.
Genel bir kural olarak bu türden mücadelelerin zemini, sermayenin sürekli tehdidi altında bulunan ve insan kolektifini doğayla ekosantrik bir ilişkiye sokan ‘müşterekler’dir. Bunun değişik gelişme aşamalarında sayısız örneği dünya ölçeğinde ortaya çıkmakta ve eko-sosyalizmin inşa edileceği muharebe alanlarını oluşturmaktadır. İlaveten, eko-sosyalist potansiyellere halihazırdaki mevcut sosyalist projelerde, örgütlü emek, sosyalist partiler ya da Küba ve Venezüella gibi sosyalist yola girmiş ülkelerde de rastlanabilir.
Sizce Marx’ın düşünsel mirası ne ölçüde bir ekolojik potansiyel barındırıyor?
Ekoloji kelimesi ancak Marx’ın ölümünden sonra ortaya atıldı. Fakat hem Alman idealizminin felsefi arkaplanı hem de bize (Marx ve Engels’in fazlasıyla takdir ettikleri) Darwin’i veren bilimsel ortam, yoğun biçimde Marx’ın zihnine yerleşmişti. Marx doğa felsefesine çok fazla bulaşmıştı ve onun temel kategorileri, özellikle erken, ‘felsefi’ dönemdekiler, insanlık ve doğa arasındaki sınır koşullarıyla derin bir biçimde ilgilidir.
Elbette Marx’ın düşüncesi, asıl olarak bu nosyonun Genç Hegelcilerce saptırılmasından ötürü -o böyle sistematize etmese de- özünde diyalektikti. 1844 Elyazmaları’nda Marx, komünizmi özel mülkiyet ve sınıf tahakkümü tarafından dayatılmış insanlığın yabancılaşmasının ilgası olarak ilan ettiği diyalektik imgelem uçuşlarıyla meşguldür. Bu yüzden şöyle der: “İnsanın kendisine toplumsal bir varlık (yani insan) olarak bütünsel dönüşü, bilinçli ve daha önceki gelişmenin bütün zenginliğini koruyarak yapılmış bulunan bir dönüştür. Bu komünizm, eksiksiz gelişmiş doğalcılık olarak hümanizme eşittir ve eksiksiz gelişmiş hümanizm olarak doğalcılığa eşittir; insan ile doğa, insan ile insan arasındaki karşıtlığın gerçek çözümüdür…”
Açıkçası, ekolojik ilkeleri adını koyarak ifade etmeyen Marx, ‘komünizmi’ bizim ‘tür varlığımızı’, yani kendi hakiki doğamızı ve doğayla ilişkimizi bulma olarak tasavvur eder. Bu daha sonra söyleyeceği gibi, ‘doğanın dirilişi’dir. Marx burada bir ekolojik ilkeyi başka bir isim altında ileri sürmekte, doğrusu, ekolojik düşüncenin geleneksel olarak ortaya koyduğu sınırların hayli ötesine geçmektedir. Ve elbette onun ‘komünizmi’ yukarıda da bahsettiğimiz gibi müştereklerin (commons) geri alınmasını içerdiğinden bizim eko-sosyalizmimiz olarak görülebilir.
Daha sonraki olgun çalışmalarında bu önsezi donuklaşır ve doğaya karşı araçsal bir anlayış da ortaya çıkar. Böylece Kapital’de emek süreci, ‘erkek’ tarafından doğaya karşı tek taraflı aktif bir ilişki aracılığıyla gerçekleştirilen bir çeşit kendi-yaratım olarak değerlendirilir, ki bu ilişkide doğa ‘erkeğe’ ve hatta aletlerine kölece boyun eğer. Elbette Marx’ın bu iki yanının karmaşıklıklarını burada ele alamayız. Doğa söz konusu olduğunda Marx’ın düşüncesinin hem zengin hem de mahir olduğunu ve ekolojik potansiyellerini incelemeye değer olduğunu söylemek yeterlidir. Fakat bunlar bir eğilime indirgenemez ve Marx’ın bu yönü bitmiş bir proje olarak değerlendirilemez. Bunu inşa etmek ve Marx’ın büyüklüğüne yaraşan bir sosyalizm oluşturmak bizlere düşüyor.
Birçok ekolojik akım Marksizmi üretici güçlerin sınırsız gelişimini olumlayan ‘üretimci’ bir doktrin olarak değerlendiriyor. Bu eleştiride gerçeklik payı var mı?
Şüphesiz yukarıda söylenenlerin ve Marksizm içi tartışmalara yakından bir bakışın göstereceği gibi, bu geçerli bir suçlama olarak değerlendirilemez. Marksizmin -daha doğrusu, sosyalizmin- genç Marx’ta tanık olunan ekolojik anlayışa ihanet etmesinin sebepleri, asıl olarak Marx’ın kendisini bu anlayışı körletmeye sevk eden sebeplerdir: Bir yanda Yahudi-Hıristiyan insan merkezci dünya görüşünün etkisi, öte yandan değişik tarihsel deneyimler.
Sosyalizm, insani varoluşun doğa üzerinde gittikçe genişleyen bir alanda gerçekleştiğine dair Aydınlanma inancını miras aldı. Bu, dinsel otoritenin gerilediği ve bütün ‘doğal ruhlar’ın şeylerin irrasyonel tarafına sürüldüğü bir arka planda meydana geldi. Sosyalizm dünyanın bu ‘büyüsünün bozulması’ sürecinde -ki bu aynı zamanda ‘insanın’ doğadan ayrılmasıdır- aktif rol oynadı. Dolayısıyla bu, söz konusu müştereklere ait olan ve çok eski, modernlik öncesi yeryüzü merkezli ve kadın yönelimli kültürlerin mirası olan, ‘eko-sistemik’ diye adlandırılabilecek vizyonun parçalanışıdır. Sosyalizmin ‘birinci dönemi’nin dar rasyonalist kültüründe ana tanrıçalar bilim ve ilerlemeydi; Marx’ın vurguladığı üretimin emek ile doğa arasındaki diyalektik ilişki olduğu prensibi, sadece emeğin haklarıyla ilgilenen tek taraflı bir hümanizme indirgendi.
Bu aksiyomatik inançlar burjuvaziyle paylaşılıyordu. İşçi hareketleri sosyalist partilere dönüştükçe ve şu veya bu şekilde iktidara sahip oldukça, hâkim kapitalist düzenin sistemik varsayımlarına hapsoldular. Bu, doktrinlerini kapitalizmi alt etme değil, onu mükemmelleştirme olarak değerlendiren halihazırdaki çoğu sosyaliste de teşmil edilebilir. Adalet ilkeleri yeniden dağıtım meseleleri etrafında odaklandı ve doğanın talepleri sadece rasyonalizmin duyarsız kulağıyla işitildi. Bu durum, Leninist veya sosyal demokrat olsun sosyalistlerin devlet gücünü ellerinde tutmaya başlamalarıyla daha da şiddetlendi. Bu tutum, onları sermaye tarafından tanımlanmış bir zeminde var kalma mücadelesi verme konumuna getirdi. Sonuç, en korkunç biçimi Stalinizm ve Maoizm tarafından geliştirilen ‘daha gelişmiş’ kapitalistleri yakalama ihtiyacının ifadesi olarak üretimciliğe sürüklenmeydi.
1990’larda ekolojik krizin temsil ettiği eşi benzeri görülmemiş kriz ortaya çıktığında, birçok sosyalist, toplumun doğayla ilişkilerini rasyonel biçimde düzenlemesi için kapitalist sınıfı alaşağı etmenin gerekliliğini vurgulama şeklindeki doğru düşünceyle karşılık verdiler. Fakat eko-sosyalizmin iki kaidesi; özgürce birleşmiş üreticiler ve ekosantrik değerleri gerçekleştirme kabiliyetleri, egemen üretimciliğe bağlanmış düşünce alışkanlıkları tarafından engellenmekte.
Marksizm ve sosyalist hareket içerisinde eko-sosyalizmin gelişimini etkileyen değişik akımlar neler olabilir?
Eko-sosyalizm tarihi yazıldığında Britanyalı büyük sosyalist William Morris’in eko-sosyalizmin gerçek atası olarak görüleceğini düşünüyorum. Morris, güçlü biçimde emekçi sınıflar lehinde olan militan bir Marksistti. Fakat bu tutumunu bir dizi alışılmamış özellikle birleştirdi: geleneğe derin bir saygı, zanaata yönelik bir tutku ve güçlü bir estetik itki. Dolayısıyla onun sosyalizmi, ortaçağ komününün erdemlerini yeniden kazanmaya temellenmişti. Mekâna saygısı bulunmaktaydı ve her şeyden evvel sosyalizmin bir gayesi olarak gördüğü güzel nesneler yapılmasına saygı duyuyordu. Nicelikten ziyade niteliğe yaptığı vurguyla Morris, kapitalist üretimin asli insandışılaştırıcılığını alaşağı etmekte önemli mesafe kaydetti. Başka bir açıdan, değişim değerinden ziyade kullanım değerine vurgu yaptı, böylece bütün kapitalist meta oluşumu hareketini tersine çevirdi. Aynı zamanda, özgürce birleşmiş emek ve ufak ölçekli zanaat temelli üretimin erdemlerini vurguladı.
Eko-sosyalizmin başka bir büyük atası, çalışmaları kapitalizmin demir yasası, kapitalizmin yayıldıkça kapitalizm öncesi formasyonları yok etmesine dair önsezisiyle Rosa Luxemburg’tu. Eseri müştereklerin (commons) küresel güneyde oynadığı büyük role ışık tutuyordu. Luxemburg’un kendiliğindenlik, radikal demokrasi, evrensel değerler ve hatta hayvan haklarına vurgusu, eko-sosyalizmin esas ilkelerine açılmakta ve üstelik bunu çağdaş feminizm çerçevesinden olmasa da kadın bakış açısından yapmaktadır.
Marksizmin daha sonraki kuşaklarında Frankfurt Okulu, Aydınlanma eleştirisinde (Adorno ve Horkheimer) ve duygulanımın valorizasyonu, içgüdüsel dönüşüm ve estetik an (Marcuse) vurgusunda ekososyalizme bir esin sağladı.
Çağdaş eko-sosyalist hareket, oluşumunu büyük oranda, benim şu anda editörlüğünü yaptığım Capitalism Nature Socialism dergisinin kurucusu James O’Connor’a borçludur. Kapitalizmin ikinci çelişkisini geliştirerek O’Connor, Marksist siyasal eleştirisiyle bugün kapitalizmin değerini düşürdüğü ve ‘üretimin bir koşulu’ olarak görülen doğa söylemleri arasında temel taşı oluşturdu. O’Connor aynı zamanda ufkunu Karl Polanyi’nin, Büyük Dönüşüm’de kapitalist ekonominin müşterekleri nasıl mahvettiğini gösterdiği örnek üzerine inşa etti.
Nihayet Maria Mies, Patriarchy and Accumulation on a World Scale ve The Subsistence Perspective’de Marksizm ile feminizm arasında eksiksiz bir sentez kurdu. Bu çalışmalar Luxemburg ve Polanyi’nin ufuklarını eko-feminist bir söyleme eklemledi, ki burada geliştirilen eko-sosyalist çizgi açısından bu temel önemdedir.
20. yüzyıldaki sosyalist deneyimlerin doğaya yönelik duyarsızlık ve yıkıcılıklarını göz önüne getirdiğimizde neden hâlâ sosyalist sıfatını haiz bir ekolojik alternatife ihtiyaç duyalım?
İlk söylenmesi gereken, durumun bu kadar basit olmadığı. Sosyalizmin tarihinin yakın bir incelemesi, erken 20. yüzyıldaki Leninist Rusya ve yüzyılın sonundaki Castro Küba’sının her birinin eko-sosyalist yönde dikkate şayan gelişmeler kaydettiklerini gösterir. SSCB 1919 ve 1929 yılları arasında, bürokratik Stalincileştirmenin başlamasıyla, ki yıkıcılığı ‘vahşi üretimcilik’ olarak adlandırılabilir, bir kenara bırakılan büyük doğal rezervler biriktirdi ve parlak ekolojik anlayışlar geliştirdi. Küba’da tam tersi söz konusu: Stalinizmin çöküşü, başka ekolojik olarak gelişmiş adımlarla birlikte tarımın organik yönde dönüşümüne izin verdi. Hakikaten bugün Küba, dünyanın ekolojik bakımdan en gelişmiş ülkesi olarak değerlendirilmekte.
Bu örnekler sosyalizmin potansiyelleri ve gizli tutsaklıklarını gösteriyor. En azından kapitalist sınıf egemenliğinin ilga edilmesi gerekliliğinin eko-sosyalist gelişimin önşartı olduğunu kanıtladılar. Kapitalist sınıf egemenliğinin yerinden edildiği bir toplum için ‘sosyalizm’den daha iyi bir isim yok; bundan başka bu kelime, tam da bu türden bir toplumu tanımladığına ilişkin hâlâ geniş bir kabule sahip. Kanımca bunu korumak ve sosyalizmin birinci dönem biçiminden eko-sosyalist biçime dönüşümünü kuvvetle savunmak en iyisidir. Bunun ’reel’ sosyalizmleri yozlaştıran bütün otoriter uygulamaları acımasızca eleştirmeyi gerektirdiğini söylemeye gerek yok elbette.
Öte yandan, mevcut yeşil partilerin halihazırdaki ekolojik krize tatmin edici bir alternatif ortaya koyabildiklerini düşünüyor musunuz?
Tam da böyle bir umuttan dolayı ABD’deki Yeşil Parti’de 12 yıllık yoğun deneyimim oldu (1998’de ABD senatosu ve 2000’de partinin başkan adaylığı için yarıştım). Bu temelde ve Avrupa ve Latin Amerika’daki diğer yeşil partilerle tanışıklığımdan ötürü şu ana değin böylesi bir alternatif oluşturamadıklarını söyleyebilirim.
Alman Yeşilleri içerisindeki ‘realo’ ve ‘fundi’ hizipleri arasındaki bölünme şu veya bu biçimde yeşil politika alanında hüküm sürmeye devam ediyor. Realo hizbi hâkim olma eğiliminde ve temel amacı sistemin içinde, özellikle de seçim arenasında oynamak. Burada bitimsiz bir uzlaşmalar silsilesine tabiler. Böylece Avrupa yeşil hareketinin değişik kesimleri hükümetlere girdiklerinde, bazen nükleer enerjiyi ve bazen de militarizmi destekleyerek çoğunlukla kendilerini gözden düşürdüler ve radikal bir güç olarak kendilerini genelde gereksiz kıldılar. Diğer yandan ‘fundiler’, asıl olarak olumsuz olmaya eğilimli ve ‘yaşam tarzı’ siyasetine dönüşen, asli veçhesi katı bir hiyerarşi karşıtı tutum olan belli bir tür romantik erdem anlayışına sahipler. ABD’de yeşiller oldukça parçalanmış haldeler ve ‘On Anahtar Değer’ muğlak başlığı altında hayvan hakları, marihuananın yasallaşması ve değişik yarı-liberter inisiyatif örneklerindeki gibi çok sayıda farklı meseleyi takip ediyorlar.
Aktif olduğum yıllarda gelişmekte olan eko-sosyalizmin bir biçimi olarak, bir çeşit ‘kızıl/yeşil’ bir yakınsamayı teşvik etmeye çalıştım, fakat sürekli olarak engellerle karşılaştım. En ciddi engel de, genelde teoriye ve özelde anti-kapitalist perspektife karşı gösterilen dirençti. ‘Anahtar Değerler’ arasında ‘topluluk-merkezli ekonomi’ye dayanan bir ekonomik platform vardı. Bu, pratikte yeşillerin ne bütün olarak ekonomiye meydan okuyacağı, ne de doğayla ilişkisi bağlamında bütün topluma dair bir vizyona sahip olduğu anlamına geliyordu. Bu eksiklik, yeşil partilerin birçok başarısızlık ve tavizlerini pekiştirmekte, kapitalizm ve ekolojik krize gerçek alternatifler geliştirmelerine mani olmakta.
Bu kadar şey söyledikten sonra yeşillerin hâlâ çok sayıda iyi niyetli insana siyasal bir yuva sunduğunu ve aynı zamanda, mesela ABD’de Filistinlilerin hakları gibi egemen sistemin acımasızca bastırdığı meselelerin ifade edildiği bir ortam oluşturduğunu eklemeliyim. Bu yıl ABD Yeşiller’i iki radikal kadını, başkan ve başkan yardımcılığına aday gösteriyor ve onlara oy vermeyi planlıyorum. Son olarak, sadece daha da yayılacak bir emsal oluşturmasını temenni ettiğimiz, Britanya Yeşil Partisi’nin büyük bir grubu Uluslalarası Ekososyalist Ağ’a katıldı. Yeşil bir yol seçenler şunu bilmeliler ki, bu yol eko-sosyalist bir zeminde ilerlemedikçe hedefine ulaşamayacaktır.
Birçok ekolojik akımda, özellikle de derin ekolojide, ekolojik krizden ‘insan medeniyeti’ni tümden sorumlu tutan anti-hümanist, hatta misantropik bir eğilim bulunmakta. Bu düşünsel akımlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu, vaziyetin dehşeti düşünüldüğünde anlaşılabilir olsa da yine de kınanması gereken bir umutsuzluk görüşüdür. Aynı zamanda fena halde yanlış temellenmiş görüşlerdir. Uygarlığın tamamı bu pisliğe sebep olmadı; çünkü ‘bütün’ uygarlık diye bir şey yok. İnsan toplumları sayısız biçimde var olagelmiştir ve hiçbir biçimde hepsi ekolojik bakımdan yıkıcı olmamıştır. İnsanlar ve dolayısıyla insan doğası hakkında birçok şey yanlıştır, ama bu şekilde ve sadece bu yolla görünen bir öz yoktur. Ve insan kaale alınması gereken de bir güce sahiptir: Yanlışlardan dahi öğrenme kapasitesi ve dolayısıyla gelecek zamanda şeyleri daha iyi yapabilme imkânı söz konusudur. Şimdiye kadar yaptıklarımızdan çok daha iyisini yapmaya ve doğrusu ekolojik krizi aşmaya muktedir olduğumuzdan eminim. Söylemeye gerek yok ki, bunu yapma şansı çok fazla değil; çünkü toplumu dönüştürmenin önünde inanılmaz engeller var. O zaman bu umutsuzluk görüşünü ve mücadeleden kaderci geri çekilişi neden bunlara ekleyelim?
Yine de öğrenmemiz gereken bir şey, kapitalizmin bir kaza ya da dışarıdan dayatılan bir şey olmadığıdır. Adam Smith’in iddia ettiğinin aksine, kalıtsal olarak kapitalizme yatkın değiliz. Fakat kapitalizm içerisine derinden gömülüyüz. Kapitalizm, arkaik zamanlarda erkek avcı gruplarınca empoze edilen cinsiyet tahakkümünden başlayan ve patriyarka içinde yeniden üretilen kadim yabancılaşma çizgisini takip etmekte. Buradan eko-sosyalizme eko-feminist bir boyutun eklemlenmesi zorunluluğu ortaya çıkıyor. Fakat sermayeyi bütünlüklü bir varoluş yolu olarak görmeye ihtiyacımız var.
Kapitalizm sadece ekonomik bir düzenleme olmayıp, mantığı ekonomik olanın önceliğine dayanan, bu yüzden Karl Polanyi’nin de arzu edilir bulduğu topluma içselleşmiş olan değil, toplumu egemenliği altında tutan bir üretim tarzıdır. Bununla ilintili olarak kapitalizm, karşılıklı olarak insan merkezcilikle ilişkilidir: ‘İnsan’ın geri kalan doğadan ayrı ve üstün olduğu varoluşsal konumu izler ve onu yeniden üretir. Bu da derin ekolojik eleştirinin rasyonel çekirdeğidir.
Kapitalizmde hâkim olan değişim değeri yerine sosyalizm, kapitalizm-sonrası bir toplumda egemen değer biçimi olarak bunun yerini kullanım değerinin almasını savundu. Siz üçüncü bir değer biçimini, içsel değeri önermektesiniz. Bu kavramı biraz açabilir misiniz?
Bir içsel değer kavramının, ihtilaflı ve bazı sosyalistlerce dirençle karşılanmış olsa da, eko-sosyalizm açısından hayati önemde olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce, derin ekolojinin saptırmaları bir yana, açıkça bizi ekolojik krize sürükleyen şeyin bir parçası olan insan merkezcilikten kopmak için bu kavramı içermek zaruridir. Ve aynı zamanda üretimi gerçekten eko-sosyalist bir çerçevede yeniden düşünmek ve Marksizm içerisinde üretimci eğilimleri tashih etmek için gereklidir. Bu, tabir-i caizse içsel değerin ‘kullanım değeri’dir: Çok acil biçimde ihtiyaç duyulan tutarlı bir eko-sosyalizm nosyonu geliştireceksek, o zaman içsel değer kavramını kullanmak bunun en iyi yoludur.
Kullanım değerleri gerçek varlıklara dayanır. Ve nasıl gerçek tahta, masa yapmak kullanım değerine girmekteyse aynı şekilde içsel değer de gerçek olan bir şeye tekabül eder: Doğa içerisinde böylesi bir varoluşa ve buna mukabil bu değeri güçlendirip koruyacak doğanın bütünlüğüne biçtiğimiz değerdir. Doğaya kendisi için değer biçmez ve onu sürekli olarak araçsal amaçlarımıza indirgersek, o halde ekolojik krizin yarattığı devasa meydan okumaya karşılık veremeyiz. Bu anlamda içsel değer, ekosantrik etiğin öznel değeri, ekososyalizmin asli ilkesidir.
İçsel değer gerçek deneyimlere tekabül eder, örneğin ona karşı herhangi bir şey yapmak zorunda olmadan bir ötücü kuşu dinlerken aldığımız haz. O zaman, genelde doğaya karşı kabullenici bir tavrı gerektirir. Kabullenicilik pasiflik veya atalet anlamına gelmez; bir süreç içindeki harekete karşılık verilen bir andır. Bunu kavramak emeğe ilişkin algımızı klasik Marksizmdeki dar aktif perspektiften genişletir. Aynı zamanda ‘tinsellik’ diye adlandırılan alanın tümünün içsel değerce yapılandırılmış deneyime ait olduğu söylenebilir.
Kullanım değeri, sosyalizmin ve dolayısıyla eko-sosyalizmin ana zemini olmaya devam ediyor. Bunun yanında değişim değeri kapitalizm tarafından inşa edilen bir zemindir, ki bir tanımı kullanıma değişimin egemen olmasıdır. Buna mukabil eko-sosyalizmin başka bir tanımı, James O’Connor tarafından verilmiş olan, ‘kullanım değeri için mücadele’dir. Bu, ekososyalist mücadelenin somut biçimlerine, yani kullanım değerinin rolünü güçlendiren ve/veya değişim değerini azaltan biçimlerine bakmak için ‘kullanışlı’ bir yoldur. İçsel değer nosyonu, bu şemalara kullanım değerinin bir çeşit ‘müttefiki’ olarak, özgürce birleşmiş emeğin yeniden talep edilmesi sürecine müdahil olabilecek dinamik bir güç ve sermayenin değişim tiranlığından ve topluma birikimin egemen olmasından geri adım atılmasını motive edici olarak uymaktadır. Amaç mallara odaklanmış bir üretim tarzını, üretici hayatın eko-sistemleri zenginleştirmeye odaklandığı bir toplumla değiştirmektir. Bu kadar radikal bir değişiklik için içsel değer nosyonu olmazsa olmazdır; aksi halde, meta tuzağından hiçbir zaman kaçamayacağız.
2001’de Michael Löwy’yle birlikte Ekososyalist Bir Manifesto’yu kaleme aldınız. O günden bugüne eko-sosyalist hareketin gelişimini değerlendirebilir misiniz? Bununla beraber, ekolojik krizin ulaştığı aciliyet ve vahamet ile eko-sosyalist hareketin cılızlığı arasındaki uçurum hakkında ne düşünüyorsunuz?
2007 Ekim’inde Löwy ve ben, Kanada’dan Ian Angus ve Birleşik Krallık’tan Derek Wall, Paris yakınlarında Montreuil’de Uluslararası Ekososyalist Ağ’ı (UEA) toplantıya çağırdık. 13 ulustan 60 aktivist toplantıya katıldı. Kollektifi böylece başlattık, manifestonun ikinci versiyonu üzerinde çalışmaya başladık ve Ocak ayında Brezilya Belem’de Dünya Sosyal Forumu’nda buluşmaya karar verdik. İkinci manifesto yazım süreci devam ediyor ve bunu bir çeşit kollektif süreç olarak görüyoruz, ki bunun oluşumu UEA’nın yapısının da ortaya çıkmasına yardımcı olacak.
Nihai amacımız eko-sosyalizm kavramını geliştirmek ve hareketi inşa ederek bir gerçekliğe dönüştürmek. Fakat merkezileşmiş bir hareket inşa etme konumunda değiliz, ayrıca yerel kökenli olması gereken ekososyalizmin tasavvurunun kaçınılmaz farklılaşmasını ilga etmek, arzu edilebilir değildir. Bundan dolayı UEA, şimdi ve görünebilir gelecekte kendi eko-sosyalizm versiyonlarını kendiliğinden geliştirenlerin buluştuğu ve aynı zamanda eko-sosyalist fikirlerin mübadele edildiği, aslen bir toplanma merkezi olmaya devam edecek.
Şüphesiz ki bundan bir yıl önce olduğundan çok daha fazla böylesi bir insan topluluğu bulunmakta. Fakat sayı hâlâ dönüştürücü bir hareket olmak için gerekenden çok daha az ve elimizdeki kaynaklar oldukça yetersiz. Bundan başka Kuzey ve Güney’den, endüstriyel ve geçimlik ortamlardan (beraberinde getirdiği ideolojik problemlerle) ve toplumsal cinsiyet ve kuşak dizileri boyunca aktivistleri bir araya getirmekte büyük örgütsel sorunlar yaşıyoruz. Yine de söz konusu olan düşünüldüğünde ümitsizlik bağışlanamaz. Yeni merkezsizleşmiş medya ve krizin aciliyetinin yardımıyla öznel tepkinin büyük bir hızla gelişmesi ve böylece nesnel gezegensel çöküşün yayılımının karşısına çıkma ihtimali mevcut. Yapmamız gereken kesinlikle bu tehdidi yenilgiye uğratmak ve ortadan kaldırmaktır.
James Hansen gibi bilimciler, iklim sisteminin iklim değişimini kontrol dışına sürükleyecek eşik noktalarına hızla yaklaştığına işaret ediyorlar. Öyle gözüküyor ki Kuzey Kutbu çok yakında yaz mevsimlerinde buz kütlesinden azade olacak. İnsanlığın küresel ısınmanın biyosfer açısından katastrofik etkilerini sınırlamak için hâlâ yeterli zamana sahip olduğunu düşünüyor musunuz?
Her gün bu ve başka öngörülerin gölgesinde çalışıyorum. Her zaman aklımızda tutmamız gereken şey, iklim değişimi korkunç olsa da, bunun karşı karşıya bulunduğumuz tehlikelerden -her ne kadar hepsiyle etkileşimde de olsa- sadece birisi olduğudur.
Bana göre, dünya kendisine gelip kapitalizmi yenmezse, gezegensel eko-sistemlerin hızlanarak çöküşüne tanık olacağız. Bunun yanında savaş ve onun beslediği terörizm ve faşizm varyantları gibi korkunç siyasal gelişmeler, ekolojik krizi ölümcül ölçülerde ağırlaştıracaktır. En kötü durumda, önümüzdeki yüz yıl içerisinde doğrudan iklim değişiminden dolayı değilse de, toplumsal parçalanmadan dolayı hızlandırılmış bir nükleer savaşa –ve nükleer kışın sebep olduğu bir türsel yokoluşa tanıklık edeceğiz.
En iyi durumda, şumüllü eko-sosyalist dönüşüm durumunda yine de ekolojik çöküş nedeniyle büyük ıstıraplar yaşanacaktır. Gerçekleşmesi en mantıklı iyi sonuçta, önümüzde yine de katastrofik olgular ve oldukça kitlesel ölümlü açlık beklemeliyiz. Sadece dönüşmüş toplum adaları dayanabilecek, onlar da başlangıçta geleneksel olarak anlaşılandan oldukça düşük bir zenginliğe sahip olacaklardır. Sınırlar içerisinde ‘aza kanaat etmeyi’ öğrenecek, diğer toplumsal adalarla birleşip aşamalı olarak medeniyeti eko-sosyalist çizgide yeniden inşa edebileceklerdir.
Bu çerçevede ben, ekolojik bozunma sürecini yavaşlatmanın hayati önemde olduğu kanısındayım. Hayatı olabildiğince tolere edilebilir hale getirmeye ve eko-sosyalist örgütlenme için daha olumlu koşullar -zaman dahil- yaratmanın gerekliliğine inanıyorum. Bu, ‘temiz enerji yolları’ ve organik tarımsal-ekoloji gibi teknolojik değişimleri benimsemeyi, demokratik toplumsal güçlerle ittifak yapmayı, bu çabaların devletçi ve kapitalist güçlerce esir alınmasına direnmeyi içermelidir. Alınması gerekli bütün önlemler, bir eko-sosyalist perspektif çerçevesine sokulmalıdır.
Her şeyi hesaba kattığınızda Kyoto sürecinin küresel iklim değişimine karşı mücadelede pozitif bir rol oynadığını düşünüyor musunuz?
Hayır. Bunu kapitalist ideolojiye alışılagelmiş boyun eğişi aşma ihtiyacının altını çizmek için olabildiğince dolambaçsız bir biçimde söylüyorum. Çok az sayıda insan Kyoto’nun kapitalistlerce kapitalistler için hazırlanmış kapitalist bir anlaşma olduğunun farkına varmakta. Sürece geniş biçimde katılımın koşulları, yeni zenginlik biçimleri ve ‘Temiz Gelişme Mekanizmaları’ olarak bilinen hileyle birlikte kirlilik kredileri ticareti için dev pazarlar yaratma rüşvetiyle sağlanmıştır. Esasen Kyoto rejimi, iklim krizinin yönetimini krizden sorumlu olanlara teslim etme anlamına gelmiştir. Yozlaşma, aldatma ve faydasızlık her adımına işlenmiştir ve yine de iklim değişimi düzenlemesini ölçtüğümüz ‘Altın Standart’ haline gelmiştir. George W. Bush gibi kabusvari figürler Kyoto’yu reddettikleri için şiddetle eleştirilmelidir; fakat bu aynı zamanda Kyoto taraftarlarına yanlış bir erdem halesi de vermektedir.
Kyoto işlemedi, çünkü işleyemez (bkz. http://www.thecornerhouse.org.uk/subject/climate). Kapitalistler ekolojik bilgeliğe sahip olmayabilirler; fakat belli bir düzeyde iklim değişikliğinin hakkından gelmenin kendi sistemlerinin çöküşü anlamına geldiğini de biliyorlar. Bize de, karakteristik nihilizm ve körlükle çalışacakmış gibi görünen fakat bunu yapamayan bir sistem öneriyorlar. Bu suretle kendilerini meşrulaştırıp, aynı zamanda hayatın kendisinden üstün tuttukları güç ve servetlerini muhafaza ediyorlar.
Kyoto sonrası sürecin ana hatları BM öncülüğünde Aralık 2009’da Kopenhag’da müzakere edilecek. Hareketin bu sürece yönelik tavrı sizce ne olmalı?
Kopenhag toplantısı ve Polonya, Poznan’da bu Aralık’ta yapılması planlanan toplantı dahil beraberindeki bütün süreç, dünya-tarihsel bir önemi haiz veya en azından böyle olma fırsatına sahip. Pozitif geri besleme mekanizmaları iklim değişimini kontrol edilemez bir sürece sokmadan önce, temel değişimler yapılması için halihazırdaki çok dar süre, verili olarak Kyoto sonrası aşamada iklim protokollerinin oluşumunda yanlışlar için yer bırakmıyor. Yine de burjuvazi daha şimdiden Kopenhag sonuçlarının gezegensel çöküş yörüngesinde kalması için harekete geçmiş durumda. Kopenhag İklim Konseyi websitesinde bunu yalın bir dille ortaya koyuyor: “Konsey hükümet ve iş dünyası arasında yapıcı bir diyalog oluşmasına çalışacaktır, ki dünya siyasi liderleri ve müzakereciler 2009’da Kopenhag’da toplandıklarında küresel iş dünyası tarafından desteklenebilecek küresel bir anlaşma oluşturabilmek için en iyi argümanlarla donanmış olsunlar.”
Daha önce uyarılmadığımızı söyleyemeyiz. Küresel sermaye aslında zırhlı eldivenini ortaya atmış durumda ve kapitalist devlet sistemiyle birlikte geri kalan dünyayı karşısına almakta. ‘Hareket’in, yani küresel sivil toplumun -ve ayrıca oluşmakta olan eko-sosyalist hareketin- tavrı açık olmalıdır. Bütün çabalar Kopenhag’ın Kyoto’nun bir karbon kopyası olmamasına hasredilmelidir. Bu mümkün olduğunca geniş kitlelere yönelik söz konusu olanın ne olduğuna dair sürekli örgütlenme ve eğitimi gerektirecektir. Kampanya bu planları harekete geçirmek için gelecek Aralık’ta Kopenhag sokaklarında buluşarak (sembolik olarak bu 1999’da Seattle’daki dev gösterilerden on yıl sonrasıdır) müzakereleri doğrudan bloke etmeli (bunu uygun biçimde gerçekleştirmek için 1 milyon kadar insana ihtiyaç vardır) ve ileriki protokollerin kontrolden çıkmış iklim değişiminin failinin merhametsiz eliyle belirlenmemesi için görüşmelerin yeniden yapılandırılmasında ısrar etmelidir. Elbette bu sürekli ajitasyon ve baskı uygulama yönünde bir isteklilikle desteklenmelidir. Bu kampanyaya dair planlamalar halen sürmekte. (Eylül 2008’de bir toplantı duyurusunu da içeren bir kaynak için bkz. http://www.klimax2009.org.)
Eğer bu aşırı kaçıyorsa, bunun dünya tarihinde daha önce yaşanmış olanlardan çok daha aşırı bir kriz karşısında olması gerektiği akıldan çıkarılmamalı. İnsanlar bunu anlayamazalarsa iklim değişiminin bütün sonuçlarıyla birlikte yaşamayı öğrenmemiz gerekecek (‘yaşamak’ fiilinin artık geçerli olmayabileceği ayrıntısı dışında).
İklim değişimiyle mücadelede ve ekososyalist bir toplum yaratmak için ekososyalistlerin benimsedikleri strateji/ler nedir?
Genel olarak eko-sosyalistler hakkında konuşamam; çünkü bir yanıyla hareket böylesi bir kapsayıcı beyanata izin verecek bir örgütlülüğe sahip değil. Yine de ekososyalist ağ içerisinde böylesi bir cevabı oluşturacak hatırı sayılır şey yapılmıştır (bunların birçoğu için yine bkz. cornerhouse.uk.net, Uluslararası Ekososyalist Ağ sitesinden materyaller ve Capitalism Nature Socialism dergisi.)
Genel modeli biraz önce serimledim. Bu, ekolojik krizin patlama noktaları etrafında örgütlenmekten oluşmaktadır; böylece sermayeye itiraz edilecek ve alaşağı edilecektir. Öte yandan, müşterek (commons) formu ekosantrik üretimin bir alanı olarak desteklenecektir. Bu anlamda üretim aynı zamanda eko-sosyalist bilinç üretilmesini ve küresel dayanışma doğrultusunda bu alanların çoğalmasını içerir. Dolayısıyla, mücadelenin her noktası bir şeye işaret eder ve mücadelenin kendisi bunu ileriye taşır. Bu mücadele noktalarının mekânsal olarak birbirinden son derece farklı olduğunu belirtmeye dahi gerek yok (ayrıca küresel ısınma örneğinde olduğu gibi herhangi bir konumun da ötesindedir ve emeğin hakları, devlet, emperyalizm, militarizm vb. gibi mücadelenin daha geleneksel kaynaklarını da içerir.)
Sosyalizmin birinci dönem politikalarından farklı olan, elbette hayatı tehdit eden ekolojik istikrarsızlığın mevcudiyetidir. Bu yüzden, ‘emek gücü’ ve ‘doğa’ herhangi verili bir anda etkileşim içinde olacaklarından, her ikisiyle ilişkilendirerek düşünmemiz ve hayata geçirmemiz gerekiyor; örneğin göç, uyuşturucular veya tarımsal ticaret veya biyo-mühendislik nedeniyle yıkıma uğrayan çiftçilere ilişkin mücadeleleri düşünün.
İklim değişimine geldiğimizde geniş bir mücadeleler yelpazesi bu temalar çerçevesinde bütünleştirilmeli. Biraz basitleştirerek, sadece karbon temelli enerji kaynaklarının, yani endüstriyel sistemi güdüleyen temel malların katkısına yoğunlaşmak, iklim değişimini alt etmede ilk olarak karbonu atmosferin dışında tutmak ve ikinci olarak da bunun milyarlarca insanın için hayat koşullarını yok etmemek için toplumu dönüştürmek.
Kyoto, tekonolojik fikri sabitler aracılığıyla karbonu ayırmaya (sequester) dönük grotesk çabalarla birlikte krizden sorumlu olan kontrol dışı sistemin gücünü muhafaza eden yukarıdan aşağıya girişimlerdir. İşe yaramayacakları argümanı dahil olmak üzere birçok sebepten ötürü bunlar reddedilmelidir. Dolayısıyla, şu mücadele eksenlerine sahibiz: a) ilkin karbonu yeryüzünde tutmak, ve b) bunu emeği özgürce birleştirecek ve ekosantrik değerleri geliştirecek bir şekilde yapmak.
İlk inisiyatif birçok hareket noktasını içerir: petrol çıkarma, kömür madenciliği gibi faaliyetleri durdurmaya çağırma; alternatif, güvenli ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kitlesel biçimde teşviki ve daha genel düzeyde, toplumun sürekli olarak daha fazla tüketim ve çöp talep eden birikim çarkından paçayı kurtarmasını sağlama. Bu sonuncusu spesifik olarak eko-sosyalist amaçtır.
İkinci inisiyatif, bu hedeflerin gerçekleştirilebilme yollarıyla ilgilidir. Bunlar devletin radikal biçimde demokratikleştirilmesi; alternatif enerji üretimi dahil topluluk üretim birimlerinin geliştirilmesi; ulusal sınırlar ötesi dayanışma, özellikle de Kuzey-Güney; ve örgütlü emeğin bu çerçevede mobilize edilmesini içerecektir. Bu inisiyatifler kendi kısmi noktalarını birleştirme potansiyeline sahip çok sayıda projeye dahil olabilirler. Örneğin:
– Yukarıda değinilen Kopenhag hareketi,
– Kendi yaşam dünyalarını yok eden ve aynı zamanda atmosfere daha da fazla karbon yükleyen enerji çıkarımını engellemeye çalışan yerli hareketleriyle dayanışma,
– Petrol şirketlerinin ulusallaştırılması, pazar egemenliğinin ipoteği altındaki enerji politikasının rasyonelleşmesinin önünü açacak bir amaç. Aynı zamanda eko-sosyalizmin kendisinin önünü açan, özellikle de yenilenebilir enerji kaynaklarının geliştirilmesi için ‘müşterekler’ temelli bir stratejiyle birleştirilirse.
– İnsanların parasız faydalanacağı toplu taşıma araçlarına yatırım ve bu amaç için otomobil şirketlerinin kontrol altına alınması.
Bu önlemler toplumsal ve demokratik araçları gerektirmekte. Fakat bu önlemler, gerekli değişimlerin büyüklüğü ve aciliyetinden kaynaklanan boşluğu hiçbir zaman yeterli bir şekilde dolduramayacaklardır. Yukarıda da değinildiği gibi, baskın olan bir prensip budur. Gezegeni kontrol dışı iklim değişiminden korumak, sadece farklı enerji teknolojisi gerektirmeyecek, aynı zamanda bitimsiz büyümeye dayanan endüstriyel-kapitalist rejimi aşma ihtiyacını tanımayı gerektirecektir. Ölen kapitalist dönemin kanserli büyüme ve doğanın nesneler toplamına indirgenmesi karşısında, nitelik ve eko-merkezli sınırlara saygıya dayanan değişim değeri temelli bir ekonomiden, kullanım ve içsel değer temelli temelli bir ekonomiye geçişi zaruri hale getiren, denklemin bu yönüdür.
(Bu söyleşi ilk olarak aylık Mesele dergisinin Ağustos 2008 tarihli 20. sayısında yayımlanmıştır.)
Yeniçağ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.