“Yeni sol” tabiri her tedavüle girdiğinde, kimi eleştirmenlerce “ütopik sosyalizmden Marksist sosyalizme geçişin” hikâyesi olarak değerlendirilen bu filmi düşünmemek elde değil. Hele hele tarihi kendisiyle başlatan, hafızasız ve kendinden menkul “yeni sol” arayışlarının pek revaçta olduğu bizim memlekette… Bizde ne hikmetse sıfırdan başlamak, bembeyaz bir sayfa açmak, geçmişin “günahlarından” (yani Manieri’lerden) arınmış yepyeni bir solun hülyasını kurmak her daim revaçta. Ezber bozmaya soyunanlarımız, “putları yıkan” ikonoklastlarımız çok. Yerküre üzerinde yeni bir deneyim söz konusu olmaksızın kendisini fantezi düzeyinde bu kadar sık “yenileyen” bir başka sosyalist hareket var mıdır bilinmez. Sahici bir yenilenmenin bir türlü mümkün olamamasının ardındaki bir neden de muhtemelen “hafıza kaybını” dayatan bu “yeni” takıntısı. (Bu takıntının “ayna yansıması” sayılabilecek olan ve tarihi menkıbelere indirgeyen tutum da geçmişi diline pelesenk etse de belleksizliğin bir başka türü.) Daniel Bensaid, “yenilik duygusunun yoğunluğu, çoğu zaman hafıza kaybıyla doğru orantılıdır” derken haklı. Manieri’nin intiharını gerektirecek bir “yenilenme”, yani devrimci hareketin bir önceki evrelerinin stratejik tartışmalarını, deneyimlerini ve duyarlılıklarını yok sayacak bir “sıfırdan başlama” hali, yenilenmeyi köksüz ve ayakları havada bir retorik jest olmaya mahkûm eder.
Oysa kıyısında olduğumuz yeni dünya nasıl da eski sorunlarla boğuşuyor. Şenzen ya da Bangalore’da bugünün işçileri, Manchester ya da Lyon’daki işçilerin iki yüz yıl önce karşılaştıkları sorular ve sorunlarla yüzleşiyor. “Azgelişmiş şark” bu meseleleri çoktan “aşmış” Garbı taklit ediyor diye değil. Neoliberalizm dediğimiz o büyük karşı devrimci harekat, son otuz küsür yılda işçi sınıfının iki yüz yılda yarattığı emekçi kamusallıklarını büyük ölçüde tahrip edebildiği, işçi sınıfı kültürünü neredeyse tarumar edebildiği için. Sınıfın dekompozisyonu, atomizasyon, yakın geçmişin sınıf mücadelesi deneyimlerini cisimleştiren önemli işçi sınıfı havzalarında yaşanan endüstrisizleşme, emekçi örgütlülüklerinin dağıtılması ve etkisizleşmesi, bu büyük ve “tarihsel” sıfatını hakeden yenilginin halkaları sadece. İşçi sınıfının dünya ölçeğinde rakamsal olarak belki ikiye katlandığı bir dönemde, bu sınıfın modern zamanlarda yarattığı o büyük tarihsel birikimin izleri büyük ölçüde ortadan kalkmış ya da cılızlaşmış durumda. Dolayısıyla bugün eski, belki de en eski tartışmalara dönmek elzem. Tüketici ve üretici kooperatiflerinin öneminden “devrimci sendikalizme”, bir işçi sınıfı partisi inşasının manasından vasıflı ve ve vasıfsız işçilerin birarada nasıl örgütleneceğine, geçmişin bir dizi “kapanmış defterini” yeniden açmak gerekiyor. Üstelik küresel ölçekte bir dizi “eskimiş” stratejik tartışmanın yeniden aciliyet kazandığı koşullarda: Kapitalist kriz, faşist hareketin yükselişi, emperyalistler arası rekabetin kızışması vs. “Ulus devlet bitti”, “post-milliyetçilik çağındayız” denilirken bugün solun “Avrupa’nın göbeğinde”, Katalunya ve İskoçya’da, “bağımsızlık” gibi (kimilerinin “naftalin kokan” diyebileceği) bir meseleye yanıt vermesi gerekiyor.
Yeniyi ancak işte bu “eski” sorulara vereceğimiz yanıtlarda bulacağız. O halde “kökü mazide bu âti” karşısında neyi muhafaza etmeliyiz? Cevabı yine Bensaid’e bırakalım: “Hafızayı tabii ki. Fakat sofu değil, aktif hafızayı. Öğrenip de unutmamızın tehlikeli olacağı şeylerin hafızasını.” Sözün özü, bu “yıllanmış” sorulara cevap verebilmek için Manieri’ye, daha doğrusu işçi sınıfının son iki küsür yüz yılda yarattığı o çoğul mücadele geleneğinin her zerresine muhtacız. Sıfırdan başlamaksa zaten mümkün değil.