Asgari ücretin işlevi
İşçi hareketinin canlı ve örgütlü olduğu koşullarda, asgari ücret düzenlemesi gerçek bir ‘kazanım’dı. Kazanımın en önemli üç noktasını belirsiz saate sahip çalışma süresinin 7,5’la sınırlanması, sigorta primi ödenmesi ile sosyal güvenlik hakkının getirilmesi ve asgari ücretin ‘daha alt düzeyde ödenemeyecek ücret’ olarak belirlenmesi oluşturuyordu.
Asgari ücrete ilişkin yasal çerçeve kuşkusuz hareketin zayıfladığı koşullarda, kazanımları tırpanlayacak işlev görebilirdi. Gerçekten de 1990’ların toplumsal ilişkiler zemininde, asgari ücret genel kazanımları tırpanlayan bir işlev görmeye başladı. 2001 krizinden sonra bu tırpanlama işlevi belirleyici bir konuma yükseldi. Son 10 yılda bu tırpanlama işlevinin iki önemli sonucu var.
Birincisi, asgari ücretin artık ortalama ücret rolünü oynamaya başlaması. Geçen hafta Dünya gazetesinde yayınlanan bir araştırmaya göre 2000’de ortalama ücret asgari ücretin 2,2 katı iken 2010’da 1,6 katına gerilemiş. İkincisi, emekçi kitlesinin ana gövdesinin asgari ücret alan işçilerden oluşmaya yönelmesi. Aynı araştırmada sigortalı çalışanların yüzde 41’ini oluşturan 4,3 milyon işçinin ‘asgari ücretli’ olduğuna da yer verilmiş.
Temel prensipler unutuluyor
Bu iki eğilimin devam etmesi halinde –sendikacıların çıkardığı gürültü bu eğilimi engelleyemez- önümüzdeki beş yılda, ortalama ücret, asgari ücretin 1,2’si seviyesine inecek ve sigortalı çalışanların en az yüzde 49’u asgari ücretlilerden oluşacak. Bu ‘tırpanlama’ kapsamına sigortasız olarak çalıştığı resmen ilan edilen 3,6 milyon işçiyi de eklemek gerekir. Çünkü kayıtdışı işçinin ücret seviyesi de tamamen asgari ücrete göre belirleniyor. Kayıt dışı istihdamı cazip kılan unsurlar, işçinin eline asgari ücretten daha yüksek ücret geçmesi. Buna karşılık patronun toplam ‘işçilik maliyeti’nin –sigorta primi ve vergiler ödenmediği için- ‘asgari ücretin maliyeti’nden daha düşük olması.
Günümüzde asgari ücrete ilişkin iki temel işlev -buna prensip demek de mümkün- unutulmuş gözüküyor: Birisi yasal çalışma süresi normu, öbürü asgari ücretin ‘en vasıfsız işler için belirlenmiş ücret olması’ gerektiği.
Asgari Ücret Yönetmeliği’nde açık ve kesin biçimde “asgari ücretin, bir günlük ücret olarak saptanması asıldır” hükmü olmasına, yani çalışma süresinin aşılmaması gerektiği işaret edilmesine rağmen, sendikaların konuyla ilgili tartışmaları aylık ücretin yüksekliği, düşüklüğü veya ‘açlık sınırı’na uzaklığı gibi çok dar bir ekonomik zemine hapsetmeleri, asgari ücretin ortalama ücret olması eğilimine işlevine muazzam bir meşruiyet sunuyor. Hatta işveren örgütlerinin, ‘asgari ücretle çalışmaya razı milyonlarca insan varsa tabii ki bunlar çalıştırılır’ iddiasına güçlü bir gerekçe de sağlıyor.
Çünkü sendikalar, asgari ücret için ne kadar sefalet ücreti edebiyatı yapsalar da yüz binlerce işsiz, sigortalı olmak kaydıyla asgari ücret seviyesinden çalışmaya razı. Ve yüz binlercesi de sigortayı önemsemeyerek asgari ücretin seviyesinin biraz üzerinden, uzun çalışma saatleri içeren iş sürecini, kabul etmek zorunda kalıyor.
‘Sefalet edebiyatı’ sendika bürokratını medyatik kılıyor, sendika uzmanlarını ‘araştırmacı’ seviyesine yükseltiyor ama o ücretle yaşayan işçiyi harekete geçirerek bir katkı sunmuyor. Asgari ücret günlük 7,5 saatlik yasal çalışmanın ücretidir. Bunun üzerindeki her çalışma ek ücretlendirilmeye tabi olmalıdır; taleplerin bu düzeye yükseltilmesi sanıyorum asgari ücretli milyonlarca çalışanın beklentilerine de uygundur.