Son yılların Bermuda Şeytan Üçgeni halini alan savaş, iklim değişikliği ve demokrasi eksenlerini kesen sorunlarına yeni yılla birlikte yapay zekâ da eklendi. Salt ana akım medyada değil, eksik demokrasiyi, ekonomik darboğazın nedenlerini sorgulayan görece halkçı medya çevrelerinde de kalkınma ve gelişme fetişizminden kopuk olmayan söylemlerle yer bulan yapay zekâ için ülkemizde de “trenin kaçırılmaması gerektiği” ifade ediliyor. Kuşkusuz bu yazının maksadı dünyayı çoktan kuşatmış olan yapay zekânın kullanımından vazgeçilmesi değil, daha ziyade yapay zekânın günlük yaşantımıza afetler, aşırı hava olayları, mega yangınlarla sirayet ederek yaşamı kesintiye uğratan iklim krizini tırmandırma potansiyeline dikkat çekmek. Zira yapay zekâ popülizminin yıkım ve yeniden inşa geleneğinden şaşmayan kapitalist imhacılığa hizmet ettiğini ortaya koymak elzem.
Yukarıdaki iddiamın temelini yapay zekâ aracılığıyla iş süreçlerinde optimizasyon; maliyet azaltımı ve koordinasyon sağlanması için çok sayıda verinin veri merkezlerinden çekilmesini gerektiren analizler için yüksek enerji harcanması teşkil ediyor. Bilhassa Chat gpt’nin Google’a göre 10 kat daha fazla enerji kullanan, Large language model (LLM) gibi binlerce megawatt saat elektrik tüketen modüller aşırı enerji sarfiyatına yol açıyor. Şimdilik yılda ortalama 10 megawatt elektrik kullanan ve sayısı 11 bin civarında olan veri merkezlerinin ilave yıllık enerji tüketiminin 110 bin megawat olduğu söylenebilir ki, bu miktar çok hızlı artacak. Zira projeksiyonlar yapay zekâ pazarının 2030’a kadar küresel çapta yüzde 35; 2028’e kadar ise sadece ABD’de yüzde 250’lik büyümeye işaret ediyor. Bu süre zarfında elektrik sarfiyatındaki artış Mc Kinsey Danışmanlık’a göre 24.000 megawatt olarak öngörülürken Wood Mackenzie analiz raporuna göre de veri merkezleri kaynaklı elektrik talebinin yılda yüzde 10-20 artacak olması küresel ölçekte ilave karbon salımı demek.
Yapay zekâ enerji sarfiyatını artıradursun, küresel ısınmanın kritik eşik olan 1,5 dereceyi aşmaması için 2030 yılına kadar yüzde 43, 2035 yılına kadar yüzde 60 oranında azaltılmasıyla 2050 yılı başlarında net sıfıra ulaşılması hedefinden uzaklaşılmaması için başvurulan ambalaj ise nükleer enerji. Yani karbonsuz teknoloji olarak sunulan ve dış koşullardan etkilenmediği varsayılarak kapasite faktörü diğer enerji kaynaklarına göre yüksek sayılan nükleer santraller yapay zekâ şirketlerinin tercih ettiği enerji kaynağı olmuş durumda. Nitekim geçen ay Microsoft’un ihtiyacı olan 20 yıllık elektriğin tedariki için Harrisburg, Pennsylvania’da 1979 yılında 2 milyon insanı radyasyona maruz bırakan Three Mile Island / Üç Mil Adası nükleer santralinin kullanımına çekmek üzere 1,6 milyar dolarlık yatırım başvurusunda bulunması bu yaklaşımın sonucu. Ne var ki nükleer santraller ne sanıldığı gibi karbonsuz ne de dış koşullardan bağımsız. Zira, uranyumun yerin altından çıkartılmasıyla başlayan ve atık süreci dahil tüm bir nükleer yakıt çevrimi ile değerlendirildiğinde hem güneş enerjisine göre 3, rüzgâr enerjisine göre 6 kat daha fazla karbon salıyor, hem de on yıllarca süren inşa süreçleri ve sürekli artan maliyetleri nedeniyle yapay zekânın hızlı gelişimini desteklemekten uzak. Üstelik bu santralleri nükleer yapan sınırlı ve sonlu uranyum rezervlerinin, IAEA’nın son raporuna göre bugün operasyon halindeki 411 reaktörün 90 yıllık kullanımına karşılık gelmesi de 3 katına çıkarılması hedeflenen kurulu reaktör kapasitesinin ihtiyaçlarını karşılama potansiyelini sorunsallaştırıyor. Artan uranyum gereksiniminin nükleer atıkların yeniden işlenmesiyle elde edilen plutonyum içerikli Mixed oxide (MOX) yakıtının yeni tip nükleer santrallerde kullanımıyla yeryüzünün daha tehlikeli bir yer haline geleceği de aşikâr.
Öte yandan, yapay zekâ için tercih edilen nükleer santrallerin günlük 6 milyon nüfuslu şehrin suyuna denk gelen şekilde gerek operasyon süreçlerinde gerekse madencilikte soğutma prosesleri için 35-60 milyon litre su kullanması da su varlıklarının nükleer santrallere kullandırılması anlamına geliyor. Benzer şekilde aşırı enerji kullanan veri merkezlerinin tatlı su ile soğutulmasının gerekmesi ise dünya kamuoyu nezdinde pek de bilinmeyen bir gerçek. Bu konudaki araştırmalar küresel talepteki artışın 2027 yılına kadar yapay zekâ tarafından Danimarka’nın yıllık su kullanımının 4 ila 6 katından fazlasına gelen şekilde 4,2 ila 6,6 milyar metreküp civarında olacağına işaret ediyor. Gelecekteki su krizinde insanlar dahil tüm canlıların ihtiyacı olan su varlıklarını yapay zekâ ile paylaşmak zorunda kalacağını hatta yapay zekânın öncelikli olabileceğini hızlı büyüme beklentisi içindeki yapay zekâ endüstrisinin veri merkezleri için “2030’a kadar su pozitif” hedefine ulaşmak amacıyla su havzalarını yenilemeye başlamış olmasını teyit ediyor. Esasen, sektörün yüzde 62’sini oluşturan ABD menşeli yatırımcılardan Microsoft, Amazon, Apple, Google, Meta ve diğer büyük teknoloji şirketlerinin evladı olan yapay zekâ için “temiz enerji” adı altında sağlanan hükümet sübvansiyonları da bu önceliğin emaresi değil midir?
Teknolojik ilerlemeci yaklaşımın vardığı sihirli değnek algısı hükümetlerce desteklenen şirketler tarafından füzyon enerji ve SMR’lerin geliştirilmesi için milyarlarca dolar akıtılmasına uzanırken iklim krizini dindirecek ve küresel eşitsizliklerin giderilmesini sağlayacak önlemlerin alınmaması bakımından sizce de yapay zekâ ve nükleer enerji ortaklığı kapitalist imhacılığa hizmet etmiyor mu? Bu konuyu Özgür Üniversite bünyesinde “Kapitalist Gelişme ve Nükleer Enerjinin Ekonomi Politiği” başlığı altındaki seminerlerimin dördüncüsü olan “Nükleer enerji iklim krizinin çözümü mü, sorunu mu?” sorusu etrafında 24 Şubat Pazartesi akşamı çevrimiçi buluşmamızda daha geniş veçheleriyle ve derinden işleyeceğim, ilgilenenleri beklerim.