Fransızca aslından çeviren: Deniz Ulusoy
ABD, Reagan döneminden bu yana izlediği hatalı politikalar nedeniyle dünya üzerindeki kontrolünü kaybetmenin eşiğine geldi. Ekonomist Thomas Piketty’ye göre, yükselen milliyetçilik bu düşüşü hızlandıracak ve kamuoyunun beklentilerini boşa çıkaracak.
Kimse kuşkulanmasın, Donald Trump en azından bir gerçeği açığa kavuşturdu: Sağ siyaset var ve çok gür bir şekilde konuşuyor. Geçmişte çok kez olduğu gibi, bu siyaset; şiddetli milliyetçiliğin, toplumsal muhafazakarlığın ve kontrolsüz ekonomik liberalizmin bir karışımı olarak ortaya çıkıyor. Bu nedenle, Trumpçılığı “ulusal-liberalizm” olarak adlandırabiliriz, ancak daha doğrusu “ulusal kapitalizm” demek olur. Trump’ın Grönland ve Panama hakkındaki açıklamaları, onun en agresif, otoriter ve sömürücü kapitalizm biçimine olan bağlılığını gösteriyor. Arnaud Orain’in Le Monde confisqué. Essai sur le capitalisme de la finitude, XVIe-XXIe siècle adlı eserinde de hatırlattığı üzere, tarih boyunca ekonomik liberalizmin gerçek şeklini genellikle bu model oluşturmuştur.
Ancak şu net olmalı: Trump’ın ulusal kapitalizmi gücünü gösterme eğiliminde olsa da aslında oldukça kırılgan ve sıkışmış durumdadir. Avrupa, bu yapıyla başa çıkabilecek güce sahiptir; yeter ki kendine olan güvenini yeniden kazansın, yeni ittifaklar kursun ve bu ideolojik çerçevenin gücünü ve sınırlarını sakin bir şekilde analiz etsin.
Avrupa, bu konuda güçlü bir konumda, çünkü gelişimini büyük ölçüde benzer bir askeri-sömürücü model üzerine inşa etti. 19. yüzyılda, deniz yolları, ham maddeler ve küresel tekstil piyasası üzerinde zorla kontrol kurarak, Haiti’den Çin’e ve Fas’a kadar tüm direniş gösteren ülkelere sömürge harçları dayattı. 1914’e gelindiğinde, Avrupa devletleri, topraklar, kaynaklar ve küresel kapitalizm üzerinde sıkı bir rekabete girişmişti. Hatta birbirlerine giderek artan miktarda savaş tazminatı yüklediler: 1871’de Prusya’nın Fransa’ya, 1919’da ise Fransa’nın Almanya’ya dayattığı 132 milyar altın mark—o dönemin Almanya’sının üç yıllık GSYİH’sinden fazla. Bu miktar, 1825’te Haiti’ye zorla kabul ettirilen haraca eşitti; ancak bu kez Almanya kendini savunacak güce sahipti. Sonu gelmeyen bu tırmanış, sistemin ve Avrupa’nın kibirli düzeninin çöküşüne yol açtı.
Ulusal kapitalizmin ilk büyük zayıflığı burada yatıyor: Gücün zirvesine ulaşan devletler, sonunda birbirlerini tüketmeye başlar. İkincisi ise ulusal kapitalizmin vaat ettiği refah düşü, aslında kökleri derin sosyal hiyerarşiler ve zenginliğin aşırı yoğunlaşmasına dayalı olduğundan, halkın beklentilerini boşa çıkarır. Cumhuriyetçi Parti’nin dış dünyaya karşı bu kadar milliyetçi ve saldırgan bir tutum benimsemesinin temelinde, büyümeyi hızlandırması beklenen ancak aksine yavaşlatan ve büyük çoğunluğun gelirlerinin durgunlaşmasına yol açan Reagan politikalarının başarısızlığı yatmaktadır. ABD’nin üretkenliği, çalışma saati başına GSYİH ile ölçüldüğünde, 20. yüzyılın ortalarında ülkenin eğitimdeki ilerlemesi sayesinde Avrupa’nın iki katıydı. Ancak 1990’lardan itibaren Almanya, Fransa, İsveç ve Danimarka gibi en gelişmiş Avrupa ülkeleriyle aynı seviyeye gerilemiş, aradaki farklar istatistiksel olarak ayırt edilemeyecek kadar küçülmüştür.
Kibirli ve Neokolonyal tutum
Bazı gözlemciler, borsa değerlemeleri ve milyarlarca dolarlık rakamlar karşısında etkilenerek ABD’nin ekonomik gücüne hayran kalıyor. Ancak bu değerlemelerin, birkaç büyük şirketin tekel gücüyle açıklandığını ve genel olarak bu astronomik miktarların büyük ölçüde Amerikalı tüketicilerine dayatılan yüksek fiyatlardan kaynaklandığını unutuyorlar. Bu, enflasyonu göz ardı ederek maaş artışlarını analiz etmeye benziyor. Satın alma gücü paritesine göre bakıldığında ise gerçek çok farklı görünüyor: Avrupa ile üretkenlik farkı tamamen ortadan kalkıyor.
Bu ölçüme göre, Çin’in GSYİH’sinin 2016 yılında ABD’yi geçtiği de görülüyor. Şu anda %30’dan fazla bir farkla daha yüksek ve 2035 yılına kadar ABD’nin GSYİH’sinin iki katına ulaşacak. Bunun, özellikle ABD kendini kibirli ve neokolonyal bir tutuma hapsetmeye devam ederse, Güney’deki yatırımların finansmanı ve etki kapasitesi açısından çok somut sonuçları olacak. Gerçek şu ki, ABD dünyanın kontrolünü kaybetmek üzere ve Trumpçı çıkışlar bunu değiştirmeyecek.
Özetleyelim. Ulusal-kapitalizmin gücü, iktidar arzusunu ve ulusal kimliği yüceltirken, evrensel uyum ve sınıflar arası eşitlik hakkındaki naif söylemleri reddetmesinde yatıyor. Ancak zayıf noktası, büyük güçler arasındaki çatışmalara takılması ve kalıcı refahın, herkesin faydalanacağı eğitim, sosyal ve çevresel yatırımları gerektirdiğini unutmasıdır.
Trump’ın savunduğu ulusal kapitalizme karşı Avrupa, öncelikle kendine sadık kalmalı. Kıtanın hiçbir yerinde, hatta milliyetçi sağ kanatta bile, geçmişin askeri duruşunu yeniden canlandırmak isteyen bir irade bulunmuyor. Trump, askeri harcamaların GSYH’nin %5’ine çıkartılmasını talep ederken, Avrupa kaynaklarını sonu gelmez bir silahlanma yarışına değil, hukuk ve adalet üzerine inşa etmelidir. Birkaç bin yöneticiye yönelik hedefe odaklanmış ve gerçekten uygulanan mali yaptırımlarla, hangarlara tank yığmaktan çok daha etkili bir şekilde sesinizi duyurmak mümkündür. Avrupa, özellikle Güney’den gelen ekonomik, mali ve iklim adaleti taleplerini duymalıdır. Sosyal yatırımlara yeniden yönelmeli ve eğitim ile verimlilik konusunda ABD’yi kesin olarak geride bırakmalıdır—tıpkı sağlık ve yaşam beklentisinde bunu başardığı gibi. 1945’ten sonra Avrupa, sosyal devlet ve sosyal demokrat devrim sayesinde yeniden inşa edildi. Ancak bu program tamamlanmış değil; aksine, şimdi küresel ölçekte düşünülmesi gereken demokratik ve ekolojik bir sosyalizm modelinin başlangıcı olarak görülmelidir.