Tarih eğer saltık gerçekliği olan bir çalışma, somut bulguların çıkarılacağı kazı alanı olsaydı, birbirinden çok farklı zamanlar ve mekânlarda ve farklı tarihçiler tarafından yeniden ve yeniden yazılmazdı. Gerçekler bulunurdu ve tarihçilerin sayısı azalırdı. Yeniden yazılmasının bir nedeni o güne dek bilinmeyen yeni bilgiler, bulgular, belgelerse öbürü de tarih yazarının bakış açısındaki farklılıktır. Demek ki o geçmişin sürekli içinde yaşamak gerekir. Bunun için de çekici bir alan tarih.
Hem sonra yüzlerce, belki binlerce yıl önce yaşananlar ne kadar kesin bilinebilir ki? Sonunda daha iyi anlıyoruz ki tarih de bir anlatı, gerçeklere dayalı ama yeniden söyleyelim: bir anlatı. Demek aralarda ister istemez boşluklar kalacak ve akışı tamamlamak için bazen gene bilgilere ve belgelere göre dolgular yapılacak. Başka türlü olabilir mi? Manisa Sancak Beyi Mehmed’in İstanbul’un fethi sırasında yirmi üç yaşında hangi düşünceler ve duygular içinde olduğuna ilişkin rivayetin muhtelif olduğunu biliyoruz. Çoğu da palavra. O zaman birbirinden farklı tarihçiler o günleri acaba nasıl yazmıştır. Tarihçiler genç Sultan’ın nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu gerçekten biliyorlar mıydı? Rusya’dan aldığı ayaklanma haberlerinden sonra Nisan 1917’de trenle yurda dönen Ulyanov Lenin’in Petrograd İstasyonu’nda kendisini karşılayan binlerce işçiye seslendiği sıradaki duygularından da söz etmeye çalışan Stefan Zweig tarihin kısacık bir ânını saptarken her şeyi bilmediğinin de farkındaydı elbette.
Tarihin bu kavranış biçimiyle Marksizmi bugün nasıl anladığımız arasında bir kesişme olduğunu düşünüyorum. Bir buluşma ve ayrılma. Marksizm bir büyük düşünce, kapsamlı, derinlikli ama onun bugünün dünyasına ilişkin her şeyi anlatmadığını da, her derde deva olmadığını da biliyoruz. Hemen aklıma sanat ve edebiyat kültürü geliyor, oraya tuttuğu bir fener var, sanatsal yaratıcılığın nadir bulunduğunu da belirtiyordu Marx, yüzyılın büyük romancılarını okuyor ve onlar hakkında düşünüyordu ama sonunda sanatın ve edebiyatın değişimini adım adım izlemediğini de biliyoruz. Marx insan ruhu ve bilinçaltı, ikisiyle de aynı yıllarda yaşamış olmasına karşın Dostoyevski’nin mi Tolstoy’un mu daha büyük oluşuyla ilgili tartışmalar hakkında da bir şey söylemedi. Terry Eagleton da Marksizmin “arpadan yapılan viskilerle” de ilgilenmediğini, “en çok da aşk, ölüm ve hayatın anlamına ilişkin sorular karşısında suskun” kaldığını da tatlı sözlerle belirtirken ciddileşip ekliyor ve, “Ama kuşkusuz,” diyor, “uygarlığın başlangıcından günümüze ve geleceğe dair çok büyük bir anlatıdır.”1 Zorlukla geçen yılları arasında ve altmış beş yaşında genç ölümünü düşününce o koşullarda daha çoğunu nasıl yapabilirdi Marx?
Buradan Nasıl Çıkılacak?
Marksizm aynı zamanda büyük bir anlatı olduğu için bıraktığı boşlukları günümüz Marksistleri tamamlamaya çalışıyor. Marksizm bağlamında düşünce üretiminin en verimli olduğu yıllar sanırım 1960-1980 arasıdır. Sosyalizmin yükseliş ve yaygınlaşma dönemi içinde Marksistlerin ortaya attıkları sorunlar üstüne söyledikleri taş üstüne taş koyarak yükselirken bir durgunluk dönemine girilmeye başlandığı da görülüyordu. Batı’da erken başlayan durgunluk bizde 12 Eylül faşizmiyle zorunlu bir geri çekilmeyle yaşandı.
Yükseliş ya da düşüş, hangi koşullar içinde olursak olalım, doğrudan söz almadığı alanları anlayıp yorumlama yöntemini, değişimin özündeki gizilgücü kavrama yordamını vermiştir Marksizm. Dolayısıyla zamanımızın Marksistleri onu neden sonra taş üstüne taş koyarak büyük bir düşünce olarak zenginleştirmeyi sürdürecek.
Elbette –yüz yıldır her fırsatta söylediğimiz gibi– gördüğümüz o ufka doğru dikensiz gül bahçesinden yürüyerek ilerlemeyeceğiz. En sevdiğim şiirlerinden birinde Barış Pirhasan, “tarih kötüdür” diyordu. Marx’ın, ilerlemenin tarihin kötü tarafından olacağı sözüyle birleştirelim. Biz Türkiyeli sosyalistler kötünün kötüsünü, yaşadığımız bütün faşist darbelerden sonraki yıllarda ve bugünkü faşizan iktidarın ayranı kabardıkça artırdığı şiddet altında her şeyiyle yaşadık. Öyleyse aydınlığa ulaşmak için karanlığın içinden mi yürüyeceğiz, demokrasi için faşizmin, özgürlük için tutsaklığın… Gece girilmeyen sokaklarda kurulan pusular, ay ışığıyla parlattıkları silahları, vicdanın girmediği yüksek duvarları, paranın çirkefi, ateşe verilmiş ormanların ve hayvanların çığlıkları… Kapitalizmin önce özgürleştirip sonra köleleştirmeye çalıştığı işçi sınıfının örgütlü gücünden, önce ondan başka neye güvenebiliriz.
Biz bu ülkede sosyalizmi kurmak için savaşıyoruz ve görüyoruz ki bu ülke son çeyrek yüzyıl içinde sermaye birikiminin hızla çoğaldığı, bununla birlikte sermayenin tepedeki küçük bir azınlığa aktarıldığı, dolayısıyla bu ülkenin tarihinde görülmemiş pervasızlıkta bir bölüşüm krizinin, kutuplaşmanın, dolayısıyla acı bir yoksulluğun yaşandığı tarihsel kesitin içindeyiz. Bile isteye çarpıtılmış ekonominin üretimle ve enflasyonist politikayla gelen fazlayı tepedekilerin istediği kadar yaratma dehşeti, edepten arınmış kârlarla birlikte büyüyen sermaye fazlasının yalnızca yukarıdakilere aktarılması, bu kez kapitalist devlet gücüyle başka türlü çatışma alanları yaratıyor.
Kapitalizmin bu son dönemindeki büyüme, işçi sınıfıyla büyük sermaye arasındaki çelişkileri olması gerektiği kadar sertleştirmiyorsa da, bölüşüm krizinin arsızlığı adeta bütün halk kesimlerinin çıkarlarını işçi sınıfının yanına getiriyor. Konumlarını bir süredir yitirmiş olan beyaz yakalılardan gri yakalılara, plaza çalışanlarına, öğretmenlere, emeklilere, atanamamış milyonlarca eğitimli gence, işsizlere, dolayısıyla yaşam mücadelesini kaybettiğini gören kadınlara varıncaya dek bütün halk kesimleri yoksulluğun kirli yüzüyle karşı karşıya geldi. Sınıf mücadelesinin bu yeni kimliği, devrimci sosyalist partinin sınıfın halk partisi karakterine dönüşmesini gerektiriyorsa buna uygun yeni bir tanım yapmak da gerekiyor.
Sanırım şu gerçek kendini yeniden gösteriyor. Diktatörlükler ekonomik krizle gitmez. Böyle bekleyenler çok bekler. Tersi de hatırlanmıyor. Ekonomik durumun dibe doğru gidişi, bu iktidarı zayıflatıyor gibi görünse de –CHP ile bütün düzen muhalefeti için tipik bir beklenti–, iktidarın olağan yollardan verilmesini sağlamayacaktır. Unutmayalım, belki de bütün yüzyılların –yirminci yüzyılda yaşananlardan daha farklı biçimlerde kendisini gösteren– en acımasızını yaşıyoruz ve son çeyrek yüzyılın acımasızlarından biri de bu ülkede yaşanıyor. 12 Eylül hukukunun kırıntısı bile kalmadığı için.
Hayalimiz Gerçektir
Sonunda kapitalizm krizleri içinde dibe vurup yere serildiğinde kapılar sosyalizme hemen açılmayacak. O kapılardan insan etine susamış yırtıcıların kuyusuna da düşülebilir. Biz yürüyüşümüzü sürdürüyor da olsak, o kuyuya itilmiş de, sosyalizm bir gelecek hayali olarak ufuktan hiç kaybolmayacak. Fırsat buldukça sosyalizmi bir ütopya olarak tasarlamaktan söz ediyorum, bu ütopya sözcüğü Marx’ta ve sonraki Marksistlerde tartışmalı bir kavram olsa da. Marx sosyalizmi bir ütopya olarak görmüyordu ama onu bir ütopya olarak görmeyi de dışlamıyordu. Çünkü onun asıl sorunu nasıl bir gelecek tasavvurundan önce, yaşanan dönemi yerinden oynatmaktı. Marx “muhtemelen sosyalizmin kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu ama çarpıcı biçimde geleceğin neye benzeyeceğine ilişkin çok az şey söylemiştir” diyor Terry Eagleton.2 Dedim ya, başka türlü olabilir miydi ve onu hep gencecik ölmek yerine hiç değilse doksanına kadar yaşasaydı… diye hayal ediyorum, daha neler bırakırdı…
Düşünen insan yüzyıllardan beri, her dönemde tarihin ileriye doğru evrileceğine inanıyordu. Toplumlar vahşi dönemlerinden çıkıp uygarlaşıyordu, bilgi çoğalıyordu, iletişim araçlarıyla bilimsel ve teknolojik ilerlemeler insanları birbirine yaklaştırıyordu ve bunlar tarihin insanlığı hep ileriye doğru götüreceği inancını güçlendiriyordu. Marksizmin tarihin hep ileriye ve daha olumlu olana, sonunda sosyalizme ve komünizme götüreceği gibi determinist bir savı olmadı ama kapitalizmin ileri aşamasının sosyalizme gebe kalacağı düşüncesi vardı elbette. Bu doğru mu? Elbette. Bugüne dek böyle oldu mu? Olmadığını biliyoruz. Ekim Devrimi de, Çin Devrimi de, sonra gelen başka devrimler de, Küba, Nikaragua ya da başkaları da hep halkın devrime inanması ve çürüyen rejimleri alt etmesi biçiminde gerçekleşti. Üstelik bugün tekelci kapitalizmin ileri aşamasındaki çözümsüzlükler ve içinden tamamıyla çıkılamayan krizler onu daha zorbalaştırmış ve neoliberalizm devleti sermayeden yana bir şiddet örgütüne dönüştürmüşken sosyalizmin tarihsel ilerlemenin sonunda kendiliğinden varılacak bir aşama olmadığı kuşkusuz. Şimdi içinde yaşadığımız bu döneme kapitalizmin son vahşi dönemi de diyorum.
Kimi aklı evvel sağcı liberaller üçüncü, hatta dördüncü büyük savaş beklentisine gerekçeler hazırlamaya çalışırken çürük dayanaklarla asıl savaşın “muhafazakârlarla liberaller” arasında geçeceğini söylüyor. Zavallı kuruntularına bakın. Francis Fukuyama da kapitalizmden sonrasının olmadığı savıyla “tarihin sonu” diye yazıyordu. Giderek akıl almaz bir aşamaya çıkmış olan bölüşüm sorununun amansızca büyüdüğü bu dünyada, işçi sınıfından ayrılması gitgide olanaksızlaşan halk kesimleri bir kazanım savaşının tarafı olacak mı olmayacak mı, göreceğiz.
Gelecek Önümüzde Uzanıyor
Sosyalist hareket önüne gerçekleştirebileceği hedefleri koyar. Bildiğimiz bir önerme. Tersi düşünülebilir mi? ’68 Kuşağı devrimcileri silahlı mücadeleyle devrim yoluna çıkmışlardı. Aradan yarım yüzyıl geçtikten sonra bunu komik bir anı gibi paylaşan sinizmi bir köşeye atalım (gerçi onlar da kendilerini hayatın dışına attılar). Bizim kuşağımız da 1970’lerden 1980’e kadar devrimi kazanacağımıza inanıyordu. Hatırladığım kadar, bundan kuşkusu olan bir Partili arkadaşımız yoktu. Bunu budalalık olarak görmek aymazlık ama yanlış zamanda yanlış bir amacı ideal olarak önümüze koymanın karşılığının olmadığını da neden sonra gördük. Kendimiz gördük. O geçmişteki kişiliğimizde şimdiki gibi bir ergenlik yaşamadık ama siyasal mücadelemizde masum bir ergenlik vardı elbette. Demek ki tarihin o ânında öyle yaşanacaktı, bundan gerisi boş söz. Yanlışlar yapılmadan verilmiş sosyalizm mücadelesi, yanlışsız hayat mı olur? Ve o geçmiş, geçmişte kaldı. Marx’ın dediği gibi, bugüne dek yaşadığımız her şey bizim için tarih-öncesidir, biz geleceğe bakıyoruz.
Marx, Gotha ve Erfurt Programları Üzerine’de, üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayalı toplumda, işçilerin harcadığı emeğin, kapitalist toplumdan farklı olarak, toplam emeğin bileşeni olarak var olacağını anlatırken o toplumun “kapitalist toplumdan daha yeni çıkıp geldiği haliyle, dolayısıyla da her açıdan, iktisadi, ahlaki, düşünsel olarak, rahminden çıktığı eski toplumun doğum lekelerini hâlâ taşıyan bir komünist toplumdur” diyor.3 Onun bu şahane sözüyle uzun, upuzun mücadele tarihimizde yapacağımız yanlışlar birbiriyle kesişiyor. Kusursuzluk beklentisinin yanılgı ve saçma olduğunu büyük öğretmenlerimizden öğrendik.
Nasıl ve hangi yoldan gerçekleşirse gerçekleşsin, sonunda her devrim geçmişten kopuş yaratır. Birdenbire olmayan, bütün bütüne kopmak için yaşanması gereken sürecin sonunda. Buna inanmayanlar kendilerine istedikleri hayatları kurabilir, onu rasyonelleştirebilirler ve çukura atlamayanlara aşağıdan alaylı gözlerle bakabilirler. Romalılar koskoca imparatorluğu çoktan kaybedip giderek daha küçük topraklara sıkıştıkları zaman bile kendilerini yok edecek halk ayaklanmalarına inanmıyor, arkada büyük toprak sahipleriyle ve sırıtarak bekleyen soylularla alay ediyor olmalılardı; Versaille’ın pencerelerinden bakan kralın dışarıda gördüğü görgüsüz burjuvalar tarafından kafasının koparılacağını aklına getirmediği gibi.
Sonunda zamanın kapitalizme doygunluğu bardağı taşıracak kerteye çıktığında ve kapitalizm karanlığa gömülmeye başladığında hayatın bütün alanlarını eline almaya başlayan insanlar, onlar ki işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, insan olmanın özünden gelen ruhuyla canlanacak, mutsuzluğa gömülmek istemediklerini düşünecek, tarihin işte tam o ânında karanlığın alacasında sokaklara çıkıp sınıfın ve o güne dek koruduğumuz gelecek hayalimizin ruhuyla artık yeter diyecek, bu duygular sefalete sürüklenmiş halkı nasıl Bastille Hapishanesi’ne doğru ayaklandırdı, o ruh neden sonra Komünarları sınıfın iktidarını kurmaya götürdü ve Ekim günlerine, öyle. Nietzsche, “tarihi deneyimli ve enine-boyuna düşünebilen kimse yapar”4 diyor. Şimdiyi bilen, geleceğin yapı ustaları yapacak tarihi.
1 Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı?, İngilizceden çeviren: Oya Köymen, Yordam Kitap, 2011, s. 51
2 Terry Eagleton, agk, s. 83
3 Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programları Üzerine, Derleyen ve Almancadan çeviren: Erkin Özalp, Yordam Kitap, Aralık 2017, s. 26
4 Friedrich Nietzsche, Tarih Üzerine, Türkçesi: Nejat Bozkurt, Say Yayınları, Oca 1994, s. 128