yazılariktibasKapitalizmin Mezar Kazıcıları - Ellen Meiksins Wood
diğer yazılar:

Kapitalizmin Mezar Kazıcıları – Ellen Meiksins Wood

333 Takipçiler
Takip Et
Orjinal yazının kaynağıjacobin.com
alıntı yapılan kaynakbirdunyaceviriblog.wordpress.com
Çeviri: Yener Çıracı

Bir süredir kapitalizm yasak bir kelimeydi, en azından ana akım siyaset ve medyada solcu bir aşağılama olarak görülüyordu. Karşılığında “özel teşebbüs”, “serbest piyasa” vb. kavramlar kullanıldı. Kelime artık daha yaygın biçimde kullanılsa da anlamı biraz muğlak olma eğilimindedir.

Bir kapitalizm tanımı istendiğinde, çoğu insan piyasalara, ticarete ve alım satıma atıfta bulunacaktır. Gelişen ticari faaliyetlerin olduğu, özellikle de (ama sadece değil?) ticaret ve sanayinin özel mülkiyete ait olduğu her toplum kapitalist sayılır.

Bazıları terimi daha kesin bir şekilde tanımlamakta ısrar eder. Ben de onlardan biriyim ve çok kesin bir tanım önerdiğimiz için eleştirildik (bu konuya daha sonra değineceğiz). Fakat bana öyle geliyor ki, en azından (görece) iyi ya da kötü zamanlarda neden bu şekilde işlediğini anlamak için kapitalist sistemi diğer toplum biçimlerinden gerçekten ayıran şeyin ne olduğu konusunda net olmanın avantajları vardır.

Kapitalizmi Tanımlamak

Öyleyse, kapitalizm derken neyi kastediyorum? Kapitalizm, tüm önemli ekonomik aktörlerin temel yaşam gereksinimleri için piyasaya bağımlı olduğu bir sistemdir. Başka toplumlarda da genellikle büyük ölçekte piyasalar olmuştur; ancak yalnızca kapitalizmde piyasaya bağımlılık herkes için yaşamın asli koşuludur. Ve bu durum kapitalistler ve işçiler için de aynı derecede geçerlidir.

Sermaye ve emek arasındaki ilişki bizzat piyasa tarafından dolayımlanır. Ücretli emekçiler sadece kendi yaşam araçlarına ve hatta kendi emeklerinin araçlarına erişebilmek amacıyla emek güçlerini bir kapitaliste satmak zorundadır; kapitalist ise emeğe erişebilmek ve işçilerin ürettiği kârı realize edebilmek için piyasaya bağımlıdır. Kuşkusuz sermaye ve emek arasında büyük bir sınıfsal güç dengesizliği vardır, yine de kapitalistler kendilerini ve sermayelerini muhafaza etmek için piyasaya daha az bağımlı değildir.

Kapitalist olmayan toplumlarda, köylü gibi doğrudan üreticiler tipik biçimde kendi geçim ve üretim araçlarına (toprak, aletler, vs.) sahiptiler, dolayısıyla piyasaya bağımlı değillerdi. Bu nedenle egemen sınıfın, Marx’ın “ekonomi dışı” dediği yollarla -yani hukuki, siyasi ya da askeri şu ya da bu türden zor kullanarak- diğerlerinin artı emeğine el koyabilmek için daha üstün bir güç kullanabilmesi gerekiyordu; örneğin feodal bir lordun köylülerden emek hizmeti ya da kira alması gibi.

Bunun aksin, kapitalist kârlar doğrudan işçilerden elde edilmez.

Kapitalistler işçilere peşin ödeme yapar ve kazançlarını işçilerin ürettiklerini satarak gerçekleştirmek zorundadır. Kâr, kapitalistin işçilere ödediği ile işçiler tarafından tedarik edilen ürün ve hizmetlerin satışından elde ettiği arasındaki farka bağlıdır. Kapitalistlerin ancak ürettikleri ürün ve hizmetleri piyasada satmayı başardığında ve bunları üretim maliyetlerinden daha fazlasına sattığında kâr elde edebilecekleri gerçeği, kâr elde etmelerinin belirsiz olduğu anlamına gelir.

Kapitalistler kâr elde edebilmek için aynı piyasadaki diğer kapitalistlerle de rekabete girmek zorundadır. Her ne kadar kapitalistler çoğu zaman -örneğin tekeller aracılığıyla- bundan kaçınmak için ellerinden geleni yapsalar da rekabet aslında kapitalizmin itici gücüdür.

Fakat verili herhangi bir piyasada fiyat rekabetinde başarıyı belirleyen toplumsal verimlilik ortalaması, bireysel kapitalistlerin kontrolü dışındadır. Ürünlerinin başarılı bir şekilde satılacağı fiyatlara kendileri karar veremezler ve bırakın karlı bir satışı, herhangi bir satışı garanti altına almak için hangi koşulların gerekli olduğunu bile önceden bilemezler.

Kapitalistlerin önemli ölçüde kontrol edebildikleri tek şey maliyetlerdir. Dolayısıyla, kârları uygun bir fiyat/maliyet oranına bağlı olduğu için, kâr sağlamak üzere maliyetlerini düşürmek için mümkün olan her şeyi yapacaklardır. Bu da her şeyden önce işgücü maliyetlerini düşürmek anlamına gelir; bunun için de işgücü verimliliğinde sürekli iyileştirmeler yapmak, belirli bir süre içinde işçilerden mümkün olan en düşük maliyetle mümkün olan en fazla artığı elde etmenin örgütsel ve teknik yollarını bulmak gerekir.

Bu süreci devam ettirmek için düzenli yatırım, artığın yeniden yatırımı ve sürekli sermaye birikimi gerekir. Bu gereklilik kapitalistlere, ister fedakar ister açgözlü olsunlar, kendi kişisel ihtiyaç ve isteklerinden bağımsız olarak dayatılır. En mütevazı ve sosyal sorumluluk sahibi kapitalist bile bu baskılara maruz kalır ve sadece işini sürdürebilmek için kârı maksimize ederek birikim yapmak zorunda bırakılır. Kapitalistlerin “maksimize edici” stratejiler benimseme ihtiyacı sistemin temel bir özelliğidir.

Dolayısıyla tüm kapitalist sistem piyasa zorunlulukları, rekabet, kâr maksimizasyonu, sermaye birikimi ve fiyatları düşürmek amacıyla maliyetleri azaltmak için emeğin verimliliğini artırmaya yönelik amansız bir dürtü tarafından işletilmektedir.

Kapitalizm Ne Değildir

Bu da bizi kapitalizmin ne olmadığına getirir. Kapitalist piyasa zorunluluklarından bahsedip duruyorum ve benim önerdiğim şey zorunluluklar ile fırsatlar arasında temel bir fark olduğudur.

İnsanlık tarihi boyunca çeşitli kıtalarda son derece gelişmiş ticari ağlar ortaya çıkmıştır ve sadece bazı önemli Avrupa örneklerinden bahsetmek gerekirse Floransa veya Hollanda cumhuriyetleri gibi ticari çıkarların siyasi ve ekonomik olarak baskın olduğu toplumlar vardır. Fransa da gelişmiş ve geniş kapsamlı bir ticari ağa sahipti. Fakat böylesine gelişmiş ticari toplumlar bile, sürekli rekabeti karşılamak adına sürekli birikim yapma şeklindeki özgül kapitalist ilkelere – maliyetleri düşürmek için emek verimliliğini arttırmaya yönelik amansız baskıya – tabi değildi.

Bu tür toplumlardaki seçkinler zenginliklerini tipik olarak hala “ekonomi dışı” güce, yasal, siyasi ya da askeri üstünlüğe ve zora dayandırmaktaydı. Örneğin kamu görevi önemli bir gelir kaynağıydı. Ticari başarı bile büyük ölçüde (bütünleşmiş bir piyasadaki rekabetçilikten farklı olarak) ayrı piyasaları müzakere etmedeki üstünlüğe bağlıydı – örneğin, gemicilikteki hakimiyet ve ticaret yollarının kontrolünün yanı sıra hükümetler tarafından tanınan tekeller ve ticari ayrıcalıklar yoluyla, genellikle özel şirketler tarafından kullanılan doğrudan askeri güçten bahsetmeye bile gerek yok.

Bu ticari toplumlar önemli ölçüde üretim yapabilir ve hatta önemli teknik yenilikler ortaya koyabilirdi, ancak bunların rekabet gücünü arttırmaktan çok büyüyen bir piyasadan faydalanmak için üretimi arttırmakla ilgisi vardı. Azalan piyasa fırsatlarının piyasa zorunluluklarına yanıt verme ihtiyacını zayıflatmak yerine aslında yoğunlaştırabildiği kapitalizmin aksine, azalan piyasa fırsatlarının, yatırımların üretimden çekilmesiyle karşılanması muhtemeldi.

Dolayısıyla Batı Avrupa ekonomileri 1660’tan sonra krize girdiğinde, Hollanda Cumhuriyeti’ndeki varlıklı seçkinler topraktan ve nihayetinde sanayi üretiminden yatırımlarını çekti. On sekizinci yüzyılın ortalarına gelindiğinde, üretken olmayan rantiyeler açık ara en büyük zenginliği oluşturacaktı.

Bu durum, aynı dönemde İngiltere’de yaşananlarla keskin bir tezat oluşturuyordu. Daha önceki yıllarda İngiltere ticari gelişimde bazı açılardan Avrupalı komşularının arkasında kalmıştı. Ancak İngiliz ekonomisi – özellikle de tarım sektörü – üretimin doğrudan rekabet, kâr maksimizasyonu ve sermaye birikimi zorunlulukları tarafından yürütüldüğü tarihteki ilk ekonomiydi.

Çoğunlukla kiracı çiftçilerden oluşan önemli bir İngiliz tarım üreticileri sınıfı, toprağına el konulan köylülüğün yıkıntıları üzerinde ortaya çıkmıştı. Geçim araçlarından koparılan bu tarım kapitalistleri piyasaya bağımlıydı ve kendi tüketim ihtiyaçları ne olursa olsun, bu zorunlulukları karşılamaları gerekiyordu.

Modern kapitalist gibi ortalama bir kâr oranına ulaşmaya zorlanmamış olabilirler, fakat kendi geçimlik ihtiyaçlarının ötesinde kâr elde etmek amacıyla üretim yapmak, toprağa sürekli erişimlerinin koşulu ve kendi geçimleri için üretim yapmalarının önkoşuluydu.

Bu üreticiler böylece tamamen yeni bir yolla fiyat/maliyet baskılarına maruz kaldı ve bunun sonucunda trans-Avrupa krizi ve azalan tarımsal fiyatlar rekabetin yoğunlaşmasına yol açtığında, Hollanda ve Avrupa’nın geri kalanının aksine İngiltere’de emek verimliliğini ve maliyet etkililiğini arttırmak için yeni teknolojilere yapılan üretken yatırımlarda bir artışa neden oldu.

On sekizinci yüzyıl İngiltere’sinde genellikle tarım devrimi olarak tanımlanan sonuç, reel ücretlerin artmasına, iç piyasanın büyümesine, Malthusçu nüfus sınırlarının aşılmasına – “kendi kendini sürdüren büyümeye” yönelik ilk gelişme – yol açan maliyetlerde sürekli bir azalmaydı.

Bu tarihi karşıtlık, kapitalist olmayan ticari toplumlar ile emek üretkenliğini arttırarak rekabet gücünü yükseltmek için piyasa zorunluluğu tarafından yönlendirilen bir ekonomi arasındaki temel farkı vurgulamaktadır. Başka bir deyişle – çağdaş ekonomi jargonuyla – finans sektörünün yaygın olarak ürün ve hizmetlerin “reel” üretiminden ayrıldığı ve ona tabi olduğu kapitalist toplumların aksine, bu kapitalist olmayan ticari toplumlarda finansın, ticaret ve rant elde etme ile birlikte “reel ekonomi” olduğu söylenebilir.

Tüccar ve tacirler genellikle bir piyasada ucuza alıp diğerinde pahalıya satmaya ya da arbitraj yapmaya ve ayrı piyasalarda pazarlık etmeye bağlıydı. Eğer üretimden yatırımlarını çekerlerse, ticari faaliyet kendi geleneksel yolunda devam edebilirdi. Aynı zamanda, geçim araçlarını ellerinde bulunduran ve bu nedenle rekabetçi kısıtlamalardan büyük ölçüde muaf olan köylüler gibi üreticiler, hiçbir zaman temelde piyasa zorunluluklarını yerine getirmeye bağlı kalmadılar ve kendi geçimlik ihtiyaçlarını karşılamak için üretim yapmaya devam edebildiler.

Bu, hem sermaye hem de emek için hem üretimin sürdürülmesinin hem de hayatta kalabilmelerinin toplumsal düzenin temelindeki piyasa zorunluluklarına uymaya bağlı olduğu gelişmiş kapitalist toplumlarla keskin bir tezat oluşturmaktadır.

Finansal çıkarlar kendilerini üretimden ya da “reel ekonomiden” kesinlikle koparabilir; ancak o zaman kapitalist bir sistemde finansal spekülasyonun kendisini reel ekonomiden nasıl ve neden sadece kötü sonuçlanabilecek biçimde (mevcut krizde olduğu gibi) koparabileceğinin açıklanması gerekir – bu açıklama kapitalizmin ne olduğuna (ve ne olmadığına) dair belirli bir kavrayış gerektirir.

Burjuva Devriminin Anlamsızlığı

Kapitalizme dair muğlak kavramlar, kapitalist sistemi diğer toplum biçimlerinden farklı kılan özelliğin ne olduğunu açıklamakta yetersiz kalır ve bunun nedeni kısmen başka bir sorudan kaçmalarıdır: Yani kapitalizmin ilk olarak nereden geldiği sorusundan. Kapitalizm her zaman var olduysa -bir bakıma- ya da kapitalist olmayan toplumlardan kapitalizme doğru tanımlanabilir bir tarihsel değişim süreci yoksa, özgüllüğü hakkında söylenecek fazla bir şey yoktur.

On sekizinci yüzyıldan itibaren kapitalizmin kökenine ilişkin yaygın açıklamalar, kapitalizmin çok eski zamanlardan beri, piyasalar ve ticaret var olduğu sürece embriyonik bir biçimde var olduğu kabulünü benimsemiştir. Yeterli ticaret ve para kazanma fırsatı olduğunda, satıcılar er ya da geç kapitalist gibi davranmaya başlayacaktı: Uzmanlaşma, birikim ve inovasyon.

Eğer bu görüşe göre açıklanması gereken bir şey varsa, o da ticari faaliyetin kritik kütleye ulaşmasını ve kendiliğinden kapitalizmi oluşturmasını uzun süre önleyen engellerin – siyasi ya da kültürel engellerin – ortadan kaldırılamamasıydı. Buna kapitalist tarihin “ticarileşme modeli” diyebiliriz ve en azından Adam Smith’in Ulusların Zenginliği‘ne kadar uzanır.

Yani kapitalist tarihin bu versiyonu eski bir hikayedir. Ne var ki bu hikayenin merkezinde yatan muğlak kapitalizm anlayışı, son zamanlarda benim gibi insanları (“Politik Marksistler” olarak adlandırmayı sevdikleri) “eksantrik derecede dar bir kapitalizm anlayışı” ile suçlayan bir Marksist düşünce ekolü için özellikle önemli hale geldi (Alex Callinicos ve Camilla Royle, “Pick of the Quarter,” International Socialism 142, 2 Nisan 2014).

Kendi kavramları, temel bir itici güç olarak teknolojik ilerlemeye özellikle vurgu yaparak, çoğunlukla ticarileşme modeliyle tutarlıdır. Ancak fikirlerinin merkezinde “burjuva devrimi” kavramı yer alır. Aslında kapitalizmin tanımı ve tarihi konusundaki muğlaklıklarının ana noktası burjuva devrimi kavramını kurtarmaktır (Bkz. özellikle Neil Davidson, How Revolutionary Were the Bourgeois Revolutions? Haymarket, 2012; “Is There Anything to Defend in Political Marxism?” International Socialist Review 91, 14 Ağustos 2014).

Ticarileşme modelinin kendisi gibi burjuva devrimi de Marksistler tarafından icat edilmeyen eski bir hikayedir. Ancak kapitalizm hakkındaki klasik tarihsel anlatı, ticari toplumun ilerlemesinin önündeki engellerin kaldırılmasında “burjuva devriminin” belirleyici olduğu fikriyle ilişkilendirilmeye başlandığında önemli bir değişim geçirmiştir.

Başta Francois Guizot olmak üzere Fransız tarihçiler, modern Batı tarihini – ya da aslında küresel tarihi – daha gerici güçlerle sınıf çatışması içindeki burjuvazinin ilerici yürüyüşü olarak düşünmeye ve tarihsel olayları (ister toplumsal ayaklanmalar, ister iç savaşlar, hatta sanayileşme süreci olsun) uluslarının kendi yakın tarihinin devrimci deneyimlerinden türettikleri devrim imgeleriyle yorumlamaya başladılar.

Guizot gibi tarihçiler İngiliz İç Savaşı’na bir burjuva devrimi (ve daha sonra İngiliz sanayileşmesine bir sanayi devrimi) statüsü kazandırdı. Fransız ve İngiliz tarihini kaynaştırmanın etkisi, kapitalizmin yükselişini burjuvazinin ilerlemesiyle birleştirmek oldu.

“Burjuva”nın “kapitalist” ile özdeşleştirilmesinden büyük ölçüde sorumlu olan bu tarihsel birleştirmenin yol açtığı karışıklıkları abartmak zordur. Orijinal Fransızca anlamında “burjuvazi” şehir sakinlerine atıfta bulunur ve bir noktada Üçüncü Sınıf’ın daha varlıklı unsurlarını ifade eder hale gelmiştir. Ancak tam anlamıyla kapitalizmin bununla pek ilgisi yoktu.

Fransız Devrimi’ni burjuva olarak -yani burjuvazi ve aristokrasi arasındaki bir çatışma olarak- tanımlamak, burjuvanın kapitalist anlamına gelmediği ve bunun kapitalizmle ilgili olmadığı anlaşıldığı sürece makul olabilir. Tipik devrimci burjuva bir kapitalist, hatta prekapitalist bir tüccar değil, bir memur ya da profesyoneldi. Burjuvazinin aristokrasiye muhalefeti kapitalizmi desteklemekle ilgili değil, her şeyden önce aristokratik ayrıcalığa ve devlet makamlarına ayrıcalıklı erişime meydan okumakla ilgiliydi.

Öte yandan İngiliz Devrimi, kökleri kapitalist mülkiyete dayandığı ve hatta özünde kapitalist olan bir sınıf tarafından yönlendirildiği için makul bir şekilde kapitalist olarak tanımlanabilir. Ancak özellikle burjuva değildi. Sadece burjuvazi ve aristokrasi arasında bir sınıf mücadelesi yoktu, aynı zamanda egemen kapitalist sınıf aslında toprak sahibi aristokrasiydi.

Bu tarihsel örneklerin birleştirilmesi, “burjuva devrimini” kapitalist hikayenin merkezi bir teması haline getirdi. Bu bir kez gerçekleştiğinde, kapitalizmin kökenlerinin soru işaretleri yaratan açıklamasında ya da daha doğrusu açıklanmamasında kritik bir rol oynamaya başladı. Burjuvazinin doğası ve tanımı gereği kapitalist olduğu bir kez verili olarak kabul edildiğinde, kapitalizmin zaten var olduğu varsayılabilirdi ve açıklanması gereken tek şey kapitalizmin kökeni değil, burjuvazinin zaferi ve böylece daha gerici güçlerle çatışmalarda kapitalizmin zaferinin önündeki engellerin kaldırılmasıydı.

Bu eğilim özellikle çeşitli Marksist geleneklerde görülebilir. Marx’ın bizzat kendisinin Guizot’dan ve burjuva ilerleme anlatısından etkilendiği doğrudur; ancak olgun kapitalizm analizlerinde Guizot’dan esinlenen tarihsel gelişim ve sınıf mücadelesi fikirlerinin çok ötesine geçer (Başta Komünist Manifesto olmak üzere ilk çalışmalarında bile Fransız düşünürün etkisinden önemli ölçüde uzaklaşmıştı).

Ne var ki, burjuvazi ile gerici toprak sahibi sınıflar arasındaki sınıf mücadelesinin tarihte zorunlu bir aşama haline getirdiği burjuva devrimi fikri, Troçki’nin “sürekli devrim”ine karşı Stalinist “tek ülkede sosyalizm” doktrinini desteklemek üzere seferber edildiğinde, basit bir ortodoksiye dönüşecekti.

Ancak bir yanda yükselen kapitalist tüccar ve sanayici sınıfı ile öte yanda gerici feodal aristokrasi arasındaki sınıf çatışmasının yol açtığı tarihsel bir olay olarak burjuva devrimi nosyonunu, toprak sahibi aristokrasi ile kapitalist sınıflar arasında hiçbir yerde, hatta Fransa’da bile doğrudan bir sınıf mücadelesi yaşanmadığına dair çarpıcı tarihsel kanıtlar karşısında sürdürmek zorlaştı. Dolayısıyla, en kaba haliyle burjuva devrimi bir süre önce büyük ölçüde terk edildi.

“Politik Marksistler”

Tüm bunlara rağmen, bu kaba fikir Marksizm eleştirmenleri tarafından olumsuz bir biçimde canlı tutulmuştur. Fransız ve İngiliz devrimlerinin “toplumsal yorumlarına” meydan okuyarak her iki durumda da yükselen kapitalist burjuvazi ile gerileyen feodal aristokrasi arasında devrimci bir sınıf mücadelesi gibi bir şey olmadığını göstermeye çalışan çeşitli “revizyonist” tarihçiler için ana hedef olarak hizmet etti. Ancak “revizyonistler” ateşlerini hala neredeyse hiçbir ciddi tarihçinin savunmadığı bir tür toplumsal yoruma yöneltirken, Marksistler yollarına devam ediyorlardı.

Burjuva devrimi kavramının açıkladığından daha fazlasını gizlediği sonucuna varan bazı kişiler -özellikle de “Politik Marksistler” olarak etiketlenenler- hem Fransız hem de İngiliz devrimlerinin yeni toplumsal yorumlarını sunmaya başladılar (bkz. özellikle George Comninel, Rethinking the French RevolutionVerso, 1987; ve İngiliz devrimi üzerine Robert Brenner, Merchants and Revolution‘a sonsöz, Verso, 2003).

Bu yorumlar hâlâ toplumsal mülkiyet ilişkilerine ve sınıfa vurgu yapmış, kendine özgü “yeniden üretim kuralları” ile belirli toplumsal mülkiyet ilişkilerinin dayattığı özel kısıtlamaları ve gereklilikleri ana hatlarıyla ortaya koymuştur. Ancak bu yeni toplumsal yorumlar artık hevesli kapitalistler ile gerici toprak sahibi sınıflar arasındaki eski sınıf mücadeleleri anlatılarına dayanmıyordu.

Diğerleri burjuva devrimi fikrini terk etmekte hala isteksizdir. Ancak bu fikri sürdürmek için gerici bir feodal sınıfa karşı yükselen burjuva kapitalist sınıfı şeklindeki geleneksel fikri etkili bir şekilde terk ettiler ve yerine çok daha muğlak bir nosyon koydular.

Özellikle Neil Davidson’ın başını çektiği bir grup Marksist tarihçi, burjuva ile kapitalist arasındaki (her zaman sorunlu olan) geleneksel özdeşleştirmeden yola çıkarak, nedenleri ve failleri ne olursa olsun bir devrimi burjuva yapan şeyin kapitalizmin ilerlemesine katkıda bulunma etkisine sahip olması olduğu fikrini ortaya attı. Başka bir deyişle, devrimleri burjuva olarak tanımlayan şey, belirli sınıfsal failler değil, sonuçlar ya da neticelerdir.

Burjuva devriminin bu “sonuçsalcı” versiyonu, devrimci faillerin sınıfsal bileşimi veya niyetleri ne olursa olsun, bir şekilde kapitalizmin gelişimini teşvik ettiği ya da onun ilerlemesinin önündeki engelleri ortadan kaldırdığı söylenebilecek her türlü dönüşüme bu kavramı uygular. Hatta burjuva devriminin kapitalist ilerlemelerini açıklarken failler kaybolabilir, bunun yerine teknolojik güçlerin kaçınılmaz ilerlemesi gibi tarih ötesi bir “burjuva” ilerleme mekanizması geçebilir.

Bu Marksist sonuçsalcılar, belli bir noktaya kadar, eski ortodoksilere meydan okuyan tarihsel kanıtları dikkate almaya çalışabilirler ve eğer söyledikleri tek şey kapitalizmin ilk olarak kasıtlı bir sınıf projesi olarak değil de amaçlanmamış bir sonuç olarak ortaya çıktığı olsaydı (bu arada, Politik Marksizmin aslında savunduğu gibi) bu tamamen makul olurdu. Hatta “burjuva”nın kapitalistle (sorunlu) özdeşleştirilmesini kabul etseler ve “burjuva devrimi”ni, failleri ya da niyetleri ne olursa olsun kapitalizmin gelişimini ilerleten herhangi bir devrimci süreç olarak yeniden tanımlasalar – hemen hemen – anlaşılabilir bile olabilirdi.

Ancak bu haliyle argümanları aşılmaz engellerle karşılaşmaktadır. Bunun nedeni, büyük ölçüde ideolojik nedenlerle, burjuva devrimi kavramına, sonunda onu tüm anlamından uzaklaştıran sürdürülemez bir evrensellik vermek zorunda hissetmeleridir.

Burjuva devrimi yalnızca devrimci çalkantıları değil, aynı zamanda çok uzun, aşamalı tarihsel süreçleri de kapsamak zorundadır. Aynı zamanda, açıkça, tuhaf bir biçimde geniş ve çeşitli bir tarihsel spektrumu kapsamak zorundadır. Burjuva devrimi, çeşitli kıtalarda çok çeşitli tarihsel örüntüleri kapsamaya zorlandığında, daha da olanaksız bir şekilde bükülebilir hale gelir.

Ancak sonuçsalcıların burjuva devrimi kavramında asıl çözülmez çelişkiyi yaratan şey, sadece kapitalizmin gerçekten ilerlediği durumları değil – örneğin İngiltere’de kapitalist bir toprak aristokrasisinin zaferi – aynı zamanda kapitalist gelişmenin devrim tarafından gerçekten engellendiği durumları da içermesidir. Bu durum, sonuçsalcı analistlerin burjuva devriminin klasik örneği olarak gördükleri, köylü mülkiyetini pekiştirip burjuva memurlara devlet kademelerinde daha serbest erişimin yolunu açarak kapitalist gelişmeyi engelleme etkisi yaratan Fransız Devrimi’nde en çarpıcı halini almıştır.

Kapitalizmin hem ilerlediği hem de engellendiği durumları içerebilen bir burjuva devrimi kavramı oldukça anlamsız görünecektir. Fakat sonuçsalcı burjuva devrimi kavramının, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, kapitalizmin ilerlemesiyle açık bir bağlantısı olmadığı gerçeğini bir kenara bıraksak bile, sözde devrimin kapitalizmin olgunlaşmasından önce ve bunun bir koşulu olarak meydana geldiği iddia edilse bile, kapitalist mülkiyet ilişkilerinin kökenini açıklamaz ve açıklayamaz.

Bunun sebebi, sonuçsalcıların kendi tanımlarına göre, burjuva devriminin açıkladığı tek şeyin hali hazırda var olan bir kapitalizmin, önceden var olduğu varsayılan bir kapitalizmin gelişiminin önündeki engellerin kaldırılması olmasıdır. Bu kapitalizmin nasıl ortaya çıktığına dair esas soru basitçe ortaya atılamaz.

Yakın zamandaki gelişiminde, sonuçsalcı argüman yukarıdan devrimlerin ya da kapitalist kârın maksimizasyonunu teşvik etmeyi amaçlayan devletteki dönüşümlerin önemini vurgulamaktadır. Bu devlet dönüşümleri doğaları, zamanlamaları ve nedensellikleri bakımından büyük farklılıklar gösterebilir ve burjuva devrimleri Fransa ya da İngiltere’den Japonya’ya kadar çok çeşitli devlet biçimleri üretebilir. Yine de ilgili devlet dönüşümlerinin doğası ve zamanlaması ne olursa olsun, sonuçsalcılık, devlet dönüşümlerinin geliştirmesi beklenen kapitalist mülkiyet ilişkilerinin kökenini tam olarak açıklayamaz.

“Burjuva devrimi” kavramının açıklayıcı değeri, ilki haricinde tüm kapitalist gelişme durumlarının, başka bir yerde zaten var olan bir kapitalizm tarafından yaratılan ticari ve askeri zorunlulukları önceden varsaydığını kabul edersek daha da tehlikeye girer. Buradaki temel örnek, kapitalist Britanya’nın ticaret ve savaşta sahip olduğu avantajlardır; bu avantajlar, özellikle Fransa’da Britanya’ya rakip olacak şekilde tasarlanmış devlet politikalarını cesaretlendirerek, diğer Avrupalı güçlerin gelişimini ve emperyalist yayılmayı etkilemiştir.

Dolayısıyla bu sonuçsalcılık hem nedenler hem de sonuçlar konusunda müphemdir. Bu noktada, burjuva devrimi kavramı neredeyse hiçbir spesifik şeye atıfta bulunmaz. Burjuva devrimi fikri varoluşunun dışında tanımlanmıştır. Her şey için geçerlidir, yani hiçbir şeyi açıklamaz.

Kaçınılmazlık Yanılgısı

Kapitalizmin küresel yayılmasına eşlik eden fırtınalı olaylar hakkında açıklanması gereken çok şey olduğu kesin; ancak “burjuva devrimi”nin bu açıklamaya ne gibi bir katkıda bulunabileceğini görmek zor. Bu fikre hala sarılanlar, bunu tarihi aydınlattığı için değil, sembolik siyasi anlamı nedeniyle yapar.

Burada söz konusu olan, burjuva devrimlerinin diğer devrimci dönüşümler, özellikle de sosyalizme geçiş için model teşkil etmesi değildir. Mesele daha ziyade kavramın başından beri kaçınılmaz bir ilerleme fikriyle iç içe geçmiş olmasıdır. Aydınlanma formunda bu, teknolojik ilerlemeler de dahil olmak üzere aklın ilerici yürüyüşü anlamına geliyordu. Sosyalist biçimlerinde ise burjuva ilerlemesi, sosyalizmin kaçınılmazlığına dönüşmüş, üretici güçlerin amansız gelişiminin, mevcut toplumsal ilişkilerle çatışmaya girmesiyle ileriye doğru itilmiştir.

Sosyalist proje, üretici güçlerin dinamik ve karşı konulmaz genişlemesinin yol açtığı bir sürecin kaçınılmaz varış noktası olmadıkça – burjuva devrimi, hangi değişik biçimleri alırsa alsın, bir şekilde bu sürece ait olmadıkça – boş bir hayaldir. Ancak bu tür ideolojik motivasyonlar olmasa bile, sonuçsalcılar, kapitalizmin kökenine dair soru işaretleri yaratan (olmayan) açıklamalarını sürdürebilmek için tarihsel bir kaçınılmazlık anlayışına ihtiyaç duyarlar.

Bu sonuçsalcılık aynı zamanda kapitalizmin kendine özgü “hareket yasalarını” – üretim güçlerini geliştirmeye ve bu gelişmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya yönelik kendine özgün zorunluluklarını – tarihin evrensel yasaları olarak ele almak zorundadır. Ya da daha kesin bir ifadeyle, bu sonuçsalcılar kapitalizmin özgüllüğünden kaçmak için en basit teknolojik determinizm türünü benimserler.

Kapitalizmin ortaya çıkışından önce çeşitli yerlerde çeşitli zamanlarda büyük teknolojik ilerlemeler olduğu (benim gibi “Politik Marksistlerin” sık sık yaptığı gibi) açık bir nokta olabilir ve hatta çok geniş (sıradan dememek için) terimlerle, uzun vadede teknolojik gelişmeye yönelik genel bir artan eğilim olduğunu söylemek bile mümkündür, çünkü bir defa keşfedildikten sonra ilerlemelerin tamamen ortadan kalkması pek olası değildir.

Fakat bu tür bir teknolojik ilerleme, kapitalizmin kendine özgü zorunluluklarından, hayatta kalmanın bir koşulu olarak, rekabet edebilmek ve kârı maksimize edebilmek için emeğin üretkenliğini sürekli iyileştirme ve maliyetlerini düşürme yönündeki kaçınılmaz dürtüsünden çok farklıdır. Ancak sonuçsalcılık bu farklılığı da görmezden gelmemizi talep etmektedir.

Bu saptırmaya sadece kapitalizmin nasıl ortaya çıktığı meselesinden kaçmak için ihtiyaç duymazlar. Aynı zamanda, yol boyunca ne kadar gecikme, sapma ya da aksilik olursa olsun, tarihin kaçınılmaz olarak sosyalizmle sonuçlanacak evrensel ve tarih ötesi bir teknolojik ilerleme güdüsü tarafından amansızca yönlendirildiği görüşünü sürdürmek için de buna ihtiyaçları vardır.

Kaçınılmazlık, tarihin yerine teleolojiyi koyar ve her türlü tarihsel nedensellik kavramının altını oyar. Bu durum, sonuçsalcıların burjuva devrimini inkâr ederken toplumsal mülkiyetin ve sınıf ilişkilerinin rolünü başka şekillerde vurgulayan Marksist tarihçilere (örneğin Politik Marksistler) yönelttikleri eleştirilerde özellikle açık hale gelir. Bu tür tarihçiler, sonuçsalcılara göre tüm tarihi, yalnızca net bir sonuçtan ve kaçınılmaz bir sosyalizmden yoksun olmakla kalmayıp, aynı zamanda herhangi bir somut maddi koşuldan bile yoksun olan “iradeci” bir çatışmaya indirgemişlerdir.

Bu sonuçsalcı eleştiri daha yanlış olamazdı. Politik Marksizm, kapitalizm gibi özgül toplum biçimlerinin -kendi özgül maddi koşulları, kendi özgül toplumsal mülkiyet ilişkileri ve kendi yeniden üretim kuralları ile- özgül çatışma nesneleri ve biçimleri doğurduğunda ısrar eder.

Sonuçlarının önceden belirlenmediğini, yine de belirli maddi koşullar tarafından, tarihsel olarak belirli şekillerde, belirli tarihsel değişim süreçlerinde biçimlendirildiğini ve sınırlandırıldığını kabul eder: Feodal bir toplumdaki sınıf mücadelesi, sonucu ne olursa olsun, zorunlu olarak kapitalist bir toplumdaki sınıf mücadelesinden farklı bir süreçtir; ve sonuçlar asla garanti edilemese de kapitalist sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak sosyalizm, feodal toplumsal mülkiyet ilişkileri bağlamında asla olamayacağı şekilde tarihsel bir olasılıktır.

Sosyalizm, bazı kapitalist sınıf mücadelelerinin bilinçli ve kasıtlı bir hedefi olmuş olsa bile mesela kapitalizmin feodal sınıf mücadelelerinin amaçlanan projesi olmaması gibi, bu durum sosyalizmi kaçınılmaz bir sonuç haline getirmez. Bunu kabul etmek, teleoloji yerine tarih hakkında konuşmanın ne anlama geldiğini gösterir.

Politik Marksistlerin “iradeci” olarak eleştirilmesi, tarihsel nedensellikten bahsetmenin ne anlama geldiğinin anlaşılmadığını sergilemektedir. Bu, bir yanda tamamen olumsal süreçler ile diğer yanda koşulsuz önceden belirlenmişlik arasında seçim yapmak zorunda olduğumuzu öne sürmektedir.

Bu, özellikle de tamamen tarih dışı olumsallık ile mutlak determinizmin tuhaf bir karışımını benimseyen yeni sonuçsalcılığın savunucuları açısından gizemlidir. Sınıf mücadelesinin tarihin hareket ettirici gücü olduğuna ikna olabilirler, fakat buna rağmen sonucun nihai olarak önceden belirlenmiş olması gerektiğinde ısrar ederler. Kendilerini “burjuva devrimi” fikrini tarihsel olmaktan ziyade teleolojik bir moment olarak savunurken bulurlar.

Öyleyse kapitalizme dair muğlak kavramlara sahip diğer pek çokları gibi Politik Marksizm eleştirmenleri de kapitalizmin kökenini açıklayamamakta ve hatta onu anlamlı bir şekilde tanımlayamamaktadır. Eğer hemen her şey burjuva devrimi sayılabiliyorsa, kapitalizmi gördüğümüzde nasıl tanıyacağız? Dahası, eğer hareket yasaları tarih-ötesi yasalardan ibaretse, kendi sistemik işleyiş ilkelerine sahip özgül bir toplumsal form olarak kapitalizm anlayışını sürdürmek nasıl mümkün olabilir?

Sonuçsalcı görüşün en büyük ironisi, savunucularının bir tür sapkınlık olarak gördükleri şeye karşı bir çeşit Marksist ortodoksiyi savunmaya çalışırken, Marx’ın tarihsel materyalizmi hakkında en ayırt edici olan her şeyi kavramsallaştırmayı başarması ve hayatının büyük bölümünü adadığı kapitalizmin özgül doğasını açıklığa kavuşturmaya yönelik tüm çabaları yadsımasıdır.

Bu sonuçsalcılık, Marx’ın klasik ekonomi politiği ve Aydınlanmanın ilerleme anlayışlarını eleştirirken karşı çıktığı tarih anlayışlarına benzer bir şeye geri döner. Marksizm öncesi şaşırtıcı derecede kaba bir ilerleme fikrine ekledikleri tek şey kaçınılmaz bir sosyalizmdir.

Aydınlanmacı seleflerinden farklı olarak Marx, teleolojinin yerine bilinçli olarak tarihi koydu. Kendi ekonomi politik eleştirisini, diğer şeylerin yanı sıra üretimi “tarihten bağımsız ebedi doğa yasalarına, bu fırsatta burjuva ilişkilerini sessizce soyut olarak toplumun üzerine kurulduğu dokunulmaz doğa yasaları olarak dahil eden” (Grundrisse I.1) iktisatçılara karşı bir çaba olarak nitelendirdi. 

Bu tarih dışı eğilimi, kapitalizmin tarihsel olarak kendine özgü dinamiği ve ayırt edici işleyiş ilkelerinin bir açıklamasıyla değiştirmek Marx’ın hayatının çalışmasıydı. Bu “eksantrik olarak dar” bir kapitalizm anlayışı olabilir mi?

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
393AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin