Günümüz dünyasında “haklılık” kavramı, belki de hiç olmadığı kadar muğlak ve tartışmalı bir hale gelmiştir. Herkesin kendi “haklılık” tanımıyla ortaya çıktığı, farklı inanç ve değerlere sahip grupların “haklılıklarını” dayatmaya çalıştığı bir çağda yaşıyoruz. Bu durum, “haklılık” kavramının kendisini sorgulamayı ve yeniden değerlendirmeyi zorunlu kılıyor.
Ünlü düşünür Hannah Arendt’in dediği gibi, “Bütün büyük haksızlıklar, temelinde bir haklılığa, bütün büyük suçlar temelinde bir mağduriyete dayandırılır.” Bir mağduriyetle başlayan büyük haksızlıklar, ileride yapılacak olan büyük terörün bir kisvesi şeklinde kullanılabilir..
Haklılık ve mağduriyet arasındaki etkileşim, algılanan ahlaki meşruiyeti adaletsizlik için bir kalkana dönüştüren güçlü bir ideolojik araç oluşturmaktadır. Kıbrıs’ta bu dinamik, hem devlet hem de devlet dışı aktörlerin bireysel hakları ihlal eden eylemleri meşrulaştırmak için savunuluyor
Oysa ki tarih bu tip örneklerle doludur. Bir zamanlar mazlum olanlar, bugün zalim olabilir; mağdurlar, bir süre sonra başkalarının mağduriyetine neden olabilir…
“Haklılık konumu” dediğimiz şey, aslında apaçık ve asla savunulamayacak bir yanlışın karşısındaki konumdur. Ancak günümüzde bu konum, bir şeylerin üzerini örtmek, kendi çıkarlarını meşrulaştırmak için kullanılan bir maske haline gelmiştir. Kıbrıs’ın kuzeyinde de “haklılık” kavramı, ne yazık ki en kaba haksızlıkların örtüsü olarak kullanılmaktadır. Farklı gruplar, sendikalar, partiler ya da ideolojiler kendi “haklılıklarını” öne sürerek, başkalarının haklarını ihlal etmekte ve toplumsal adaleti zedelemektedir.
-İktidar yapıları kendilerini doğruluk söylemleri aracılığıyla meşrulaştırır, baskıyı düzen için gerekli olarak çerçeveler (örneğin, “ulusal güvenlik”) (Foucault). Yönetenler ya da devlet, güvenlik, terör, ulusal savunma gibi gerekçelerle yaptığı baskıyı ve bu alana harcadığı milyonları meşrulaşturmaya çalışmaktadır.
-Mağduriyet “fantezisi” ideolojik anlatıları ayakta tutarak grupların kendilerini ahlaki açıdan tartışılmaz olarak konumlandırmalarına olanak tanır. Mağdur ve ezilmiş olan vicdanlarda ünlem, kafalarda soru işareti bırakmıştır. “Onlar” en kötülerini yaşamış, dışlanmış ve hor görülmüştür… Ahlaki açıdan tartışılmaz bir lider etrafında “mağdurlar” hep haklı olarak görülme ilizyonuna sahiptir (Žižek).
-Madun gruplar mağduriyeti içselleştirerek bir güç istenci olarak yeniden yönlendirir ve böylece baskıcı mekanizmaları çoğaltır. Hem kendileri ezenlerin yerine geçmek ister, hem de aslında bir şekilde ezenlere meşru bir alan yaratır (Nietzsche).
- Grup kimliklerinin özselleştirilmesi, “rekabetçi mağduriyet” tartışmalarında görüldüğü gibi, bireysel failliği silme riski taşır. Azınlık ya da çalışan, emekçi grup dinamikleri içerisinde olan kişinin bireysel hataları görmezden gelinmektedir. Adorno’nun “otoriter kişilik” hakkındaki uyarısı burada da geçerlidir: kolektif mağduriyet, bireyleri etik sorumluluktan muaf tutmamalıdır.
Bir kişi, sırf belirli bir azınlık grubuna ait olduğu için her konuda haklı kabul edilemez. Aynı şekilde, bir kişi sırf çoğunluk grubuna ait olduğu için her konuda haksız da sayılamaz. Her birey, kendi davranışları ve kararlarıyla değerlendirilmelidir. Dolayısıyla sol-sosyalist, ilerici yapılar için de aynısı geçerlidir. Sırf “sendikacı, azınlık, yerinden edilmiş bir Rum, emekçi” diye bireysel sıkıntılar ve yanlışlar görmezden gelinemez…
Örneğin, bir azınlık grubuna mensup bir kişi, bir suç işlediğinde, bu suçu işlediği için yargılanmalıdır. Bu kişinin azınlık grubuna mensup olması, işlediği suçu hafifletmek için bir neden olamaz. Aynı şekilde, çoğunluk grubuna mensup bir kişi, bir haksızlık yaptığında, bu haksızlığı yaptığı için eleştirilmelidir. Oy oranı %99’da olsa bu kişinin çoğunluk grubuna mensup olması, yaptığı haksızlığı görmezden gelmek için bir neden olamaz.
Ülkede haklılığın ve mağduriyetin araçsallaştırılması, daha geniş bir ideolojik tuzağı ortaya koymaktadır: Ezilenler, güçlenme arayışında, ezenlerin mantığını yansıtma riskiyle karşı karşıyadır. Bu döngüyü bozmak için adalet, yapısal eleştiriyi bireysel nüansa bağlılıkla dengelemelidir. Butler’ın (2004) ileri sürdüğü gibi, etik politika, acıyı özselleştirmeden güvencesizliği tanımayı gerektirir. Ancak o zaman “haklılık” bir hegemonya aracı olma rolünü aşabilir ve gerçek bir eşitlik arayışına dönüşebilir. “Haklılık konumunun” suiistimal edilmemesi için, her olayı kendi içinde değerlendirmek ve bireyleri grup aidiyetlerine göre değil, eylemlerine ve düşüncelerine göre yargılamak gerekmektedir.