Kıbrıs iktibasŞener ElcilGüç zehirlenmesi - Şener Elcil
diğer yazılar:

Güç zehirlenmesi – Şener Elcil

333 Takipçiler
Takip Et
Orjinal yazının kaynağıozgurgazetekibris.com

1960 yılında NATO’nun politikaları çerçevesinde kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, ne yazık ki NATO’cu subayların yönetimindeki EOKA ve TMT’nin devreye girerek, toplumlararası çatışmaları başlatması ile yürütülemedi.

4 Mart 1964 yılında Birleşmiş Milletler’de alınan 186 sayılı karara Türkiye’nin de onay vermesi ile Kıbrıs Türk toplumu devletin dışında bırakılırken, Kıbrıslı Rumlar cumhuriyetin sahibi yapıldılar.

Kıbrıslı Rumlar Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tek başlarına yönetir ve tüm kurumların Rumlaşmasını sağlarken, Türkiye de adaya yolladığı subaylar aracılığı ile Kıbrıs Türk toplumunun siyasi iradesini gasp edip yönetimi devraldı.

1968 yılında başlayan çözüm görüşmelerinde temel konu Kıbrıs Cumhuriyeti egemenliğinin siyasi eşitlik temelinde paylaşımıydı.

1974 yılında faşist Yunan cuntasının organize ettiği darbe sonrası, Türkiye’nin garantörlük sorumluluğu çerçevesinde yaptığı askeri harekatla adanın yüzde 37’sini ele geçirmesi, Kıbrıs sorununun çözümünü daha karmaşık hale getirdi.

İki toplum arasında devam eden görüşme süreçlerinde egemenliğin yanında toprak, mülkiyet ve nüfus konuları da masaya geldi.

Görüşme süreçlerinin tümünde, Kıbrıslı Türkler adına masaya gidenler, Türkiye’nin Kıbrıs siyaseti çerçevesinde masaya öneriler getirdiler.

Crans Montana’da yaşananlar sonrası, Türkiyeli yetkililer Kıbrıs’la ilgili daha katı bir politika izleme yolunu seçtikleri için “İki ayrı eşit egemen devlet” tezine karşı olan Mustafa Akıncı’yı seçime müdahale ederek devre dışı bıraktılar.

Bu siyaset, Kıbrıs Türk toplumunu uluslararası hukuk ve iki toplumun çözüm süreçlerinde karşılıklı kabul ettikleri konuların dışına çıkardığı gibi Kıbrıs Cumhuriyeti’ni paylaşmak istemeyen Kıbrıs Rum Liderliğine de önemli bir siyasi rahatlık sağladı.

Mavi Vatan ve iki ayrı eşit egemen devlet” olarak ifade edilen akıl dışı siyasetin, Kıbrıs Türk toplumuna kalıcı zararları olduğu ve Kıbrıs Türk toplumunun Kıbrıs Cumhuriyeti Antlaşmaları’ndan ve Avrupa Birliği’nden elde ettiği hakların geriye götürüleceği artık açıkça görülmektedir.

Kıbrıs Rum Liderliği “gücü güçle dengeleme politikası“ temelinde, ABD, Fransa, İngiltere ve İsrail ile güvenlik ve iş birliği antlaşmaları yapmış, denizdeki doğal kaynakların işletilmesini de bu ülkelerin global şirketlerine vermiştir.

Çocukların çok kullandığı “benim babam, senin babanı döver” stratejisi bu noktada Türkiye’nin doğal kaynaklar ve denizdeki egemenlik hakkı iddialarını tamamen berhava etmiştir.

Son olarak, Kıbrıs Cumhuriyeti ile Mısır arasında imzalanan antlaşma ile doğal gazın çıkarılıp satışının önünün açılması bu başarıyı doğrulamaktadır.

Türkiye’nin, Kıbrıs konusunda izlediği akıl dışı siyaset, başta Kıbrıslı Türkler olmak üzere Türkiye’ye de kaybettirmeye devam etmektedir.

Bilinmelidir ki, Türkiye yetkilileri öncelikle iradesine saygı duymadıkları, küçümseyerek dayatmalarla yönettikleri bu adanın gerçek sahibi Kıbrıs Türk toplumunu kaybetmişlerdir.

Türkiye’nin Kıbrıs Türk toplumunu yok oluşa sürükleyen yanlış siyaseti adadaki varlığını sorgulatmaktadır.

Mart ayında yapılması öngörülen gayrı resmi zirve toplantısında üçüncü tarafların müdahalesi olmazsa herhangi bir ilerleme olması mümkün değildir.

Türkiye, Kıbrıs siyaseti ile çözüm istemeyen taraftır ve adanın kuzeyinde izlediği kolonicilik siyaseti ile suçlu durumdadır.

Güçle her sorunu aşabileceğini öngören Türkiye’nin Kıbrıs siyaseti, akıl yolunu seçen, uluslararası hukuku ve diplomasiyi kullanan siyasete yenilmiştir.

Güç zehirlenmesi yaşayan Türkiye’deki iktidarın, dünyada kendilerinden daha güçlü ve daha akıllı insanların da olduğunu görmek istememelerinin yarattığı bir yenilgidir.

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
393AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin