Günümüzde kapitalist sistemin küresel krizi derinleşirken, yönetici sınıfın farklı kesimleri arasındaki anlaşmazlıkların artması, Marksist felsefenin “çelişkilerin her yerde olduğu” fikrini doğrular niteliktedir…
Tarihsel materyalizm bakış açısıyla, zenginlerin kendi iç kavgalarının yarattığı liderlik boşluğunun, emekçiler ve ötekileştirilmiş gruplar için nasıl bir fırsata dönüştürülebileceği üzerinde durmak gerekiyor..
Çağımızın siyasi atmosferinde, iktidar sahipleri arasındaki sürtüşmelerin ve hatta zaman zaman sert çatışmaların yükselişe geçtiğine tanık oluyoruz. İlk bakışta bu durum karmaşık ve olumsuz bir tablo gibi görünse de, “aşağıdakiler” olarak adlandırılan ezilenler için yeni kapılar aralayabileceği de unutulmamalıdır..
Çünkü iktidar sahiplerinin bu çekişmesi, onların “alıştıkları gibi yönetme” beceri ve gücünde zayıflıklara yol açar, iktidar sisteminin meşruiyetinde ciddi çatlaklar oluşur ve mevcut siyasi yapı kırılganlaşır.
Gramsci, hegemonyayı sadece ekonomik baskı değil, kültürel ve ideolojik uzlaşma oluşturma olarak tanımlar. Yönetici sınıfın “düşünsel ve ahlaki önderlik” yeteneğindeki eksiklikler, organik kriz dönemlerine işaret eder. Poulantzas ise devletin, sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı bir alan olduğunu vurgular; yönetici kesimler arasındaki gerilimler, devlet mekanizmasında çatlaklara yol açarak “yönetememe krizi” yaratır. Marx’ın 18 Brumaire’de belirttiği gibi, “iktidar sahipleri kendi aralarında çatıştığında, sokak siyaseti için alan genişler.”
Tarih boyunca gözlemlendiği gibi, bu türden kriz anları, ezilenlerin harekete geçmesi, çıkarları doğrultusunda eyleme geçme kapasitelerini artırması ve mevcut durumu kendi lehlerine çevirmesi için uygun zemin oluşturabilir. Özellikle sendikal eylemlerle birlikte yeniden canlanan toplumsal hareketlerin ardından, “aşağıdakilerin” kendi eylem güçlerine dair bir özgüven kazanmaya başladığı bir dönemde, bu potansiyel daha da belirginleşmektedir.
Ancak bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi için sadece izleyici konumuna düşmemek, egemenlerin oyununa gelmemek ve kendi özgün siyasetimizi üretmek hayati önem taşımaktadır. Zira günümüzde “siyaset”, kötü, günah ve insanların sırrına eremeyeceği karanlıkta yürütülen bir faaliyet olarak yeniden tanımlanmaktadır. Bu doğru değildir.
Çünkü böyle olunca siyaset, kendi kaderimizi belirleme mücadelesinin değil de “derin” operasyonların, komplo teorilerinin, itibarsızlaştırma girişimlerinin, kasetlerin, sahte diplomaların alanı olarak tanımlanınca “sıradan insanların” ancak seyircisi olabileceği bir faaliyete dönüşmüş oluyor. Hükümet edenlerin, meclisteki muhalefetin siyaseti yukarıda ve birçok sorunun sadece “Ankara üzerinden” çözülebileceğini işaret etmesi boşuna değildir…
Neo-liberalizmin finansallaşma eğilimi, burjuvaziyi “üretken sermaye” ile “rantçı sermaye” olarak ayrıştırmıştır. Türkiye’de bu çelişki, AKP’nin inşaat-enerji sermayesi ile TÜSİAD’ın sanayi sermayesi arasındaki gerilimde somutlaşır. Siyasal İslamcılık ile uluslararası finans kapitalin çıkar çatışmaları, devlet içinde paralel bürokratik yapılanmalara yol açmış, benzer bir kavga da kuzeyde rantçı sermaye ile koşulsuz hiçbir desteğin verilmediği hükümet arasında yaşanmaktadır.
Ancak bu çatışmalar, Foucault’nun “iktidarın mikro-fiziği” kavramıyla uyumlu biçimde, toplumsal denetim ya da yönetimin güçlü ve desteklenen bir olgu olarak algılanmasını zayıflatmıştır. İşçi sınıfı, kadınlar, hayvanseverler, LGBTQ+ bireyler ve çevre hareketleri, bu dönemde siyaseti yeniden keşfetmiştir.
Bu noktada, solun ve ilerici güçlerin sorumluluğu daha da artmaktadır. Solun, siyasetin itibarsızlaştırılması girişimlerine karşı durması, mevcut ve yerleşik olandan başka bir siyasetin mümkün olduğuna dair inancı güçlendirmesi bugün her zamankinden önemlidir. Tam da bu zamanda yöneticilerin birbirlerini “yemesini” keyifle izlemek yetmez. Onlar yapacaklarını yapıp, yeni bir güç dengesinin ifadesi olan bir uzlaşmaya vardıklarında ya da yenilenmiş bir egemenlik sisteminin şartlarında anlaşmaya vardıklarında, olan yeniden bu topluma olacaktır *…
Sonuç olarak, egemenler arası çatışma ve çelişkilerin arttığı bu dönemde, “aşağıdakilerin” potansiyeli yüksektir. Ancak bu potansiyelin realize edilmesi için bilinçli, örgütlü ve aktif bir mücadele yürütmek gerekmektedir. Solun ve ilerici güçlerin bu süreçte oynayacağı rol, belirleyici olacaktır.