Atlantik İttifakı çökerken Almanya seçimlerini kazanan Hıristiyan Demokratların SPD’yle koalisyon kurması en yüksek olasılık olarak görünüyor. Sol Parti’nin önünde kitlelerin güvenini kazanma şansı olabilir. Doğu Almanya’da yükselen desteğini daha da artırarak AfD’nin önünü kesebilir
Almanya seçimleri çok kritik bir küresel konjonktürde gerçekleştirildi. Şöyle ki, 2. Dünya Savaş sonrası dönemden bu yana dünyaya egemen olan ABD öncülüğündeki Atlantik İttifakı çökmeye başladı. Samir Amin’in nitelemesiyle “kolektif emperyalizm” diye adlandırdığımız, başını ABD’nin çektiği, AB-Japonya-Kanada-Avustralya gibi metropol kapitalist ülkeleri içeren blok, Donald Trump’ın görevi devralmasıyla adeta felce uğradı.
Geçmişte de bu ittifak içinde çatlaklar oluşur, tartışmalar baş gösterir, ancak karşılıklı tavizlerle veya ABD’nin bilek bükmesiyle sorunlar çözümlenirdi. Örneğin, 2003’te ABD’nin Irak işgaline Almanya ve Fransa karşı çıkmış, Neoconlar tarafından “Eski Avrupa” diye yaftalanmışlardı. Hatta iş Amerikalıların Fransız peynir ve şaraplarını boykotuna, “french fries” denilen kızarmış patateslerin adının değiştirilmesine kadar varmış, yaman bir kültür savaşına da yol açmıştı. Ancak sonra yine NATO güvenlik şemsiyesi altında, IMF-DB tarafından reçetesi yazılan neoliberal ekonomi zihniyeti çerçevesinde birbirlerinin ayağına basmadan yola devam edilmişti.
GERGİNLİKLER İLK TRUMP DÖNEMİNDE BAŞLADI
Trump 2016’daki ilk başkanlık döneminde de AB’yi “düşman” olarak yaftalamaktan çekinmeyecek kadar ileri gidebilmişti. En fazla eleştirdiği konu, başta Almanya, Avrupa ülkelerinin NATO bütçesine yeterince katkı yapmamaları, göçmenlere fazla yumuşak davranmaları, küresel iklim değişikliği gibi Trump’ın abartılı bulduğu yatırımları baltaladığını düşündüğü konulara fazlaca odaklanmalarıydı. Paris İklim Anlaşması’na itibar etmemesini her zamanki şovmen tarzıyla “Ben Parislilere değil Pitsburglulara karşı sorumluyum” demagojisi ile dile getiriyordu. Dönemin Almanya Başbakanı Angela Merkel ise, “Artık Avrupalılar tamamıyla başkalarına bağımlı değil, kendi kaderimizi kendi ellerimize almalıyız” diye buna karşılık vermişti. O günlerde de ABD’nin ekonomik egemenliğinin gerilemesinin, buna karşın askeri üstünlüğünün sürmesinin yarattığı gerilim hissediliyordu.
Ancak, özellikle Almanya’nın sağladığı cari fazlaların perdelemesiyle AB’nin küresel rekabette bu denli gerilediği, ABD-Çin arasındaki teknolojik savaşta neredeyse saf dışı kalacağı bir tablo tam olarak ortaya çıkmamıştı. Trump’ın sözlerini keskin eyleme dönüştürmesi de, Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve Hazine Bakanı Steven Mnüchin gibi “statükocu” kabine üyeleri tarafından gemlenmişti. Zaten daha sonra bilindiği gibi Liberal Dünya Düzeni’ni ihya etmeye niyetli, Çin-Rusya-İran eksenine karşı AB ve diğer müttefiklerle birlikte mücadeleyi hedefleyen Biden’ın başkanlığına tanık olduk.
UKRAYNA’NIN KOPUŞ NOKTASI OLDU
Trump 2.0 döneminde AB ile en açık kopuş Ukrayna konusunda baş gösterdi. Çiçeği burnunda emlak komisyoncusu Brüksel’i hiç işe karıştırmadan, Zelensky’e “500 milyar dolar yardım karşılığı nadir elementlerini benimle paylaşmalısın” teklifini yaptı. Ukrayna’yı ve AB’yi çağırmadan Rusya ile Riyad’da masaya oturdu. Toplantı yeri olarak söz gelimi Cenevre değil de Riyad’ın seçilmesi bile geçmişte ABD başkanlarının yapmacık da olsa ağızlarından düşürmedikleri, “insan hakları, demokrasi, özgürlükler” söylemlerine itibar edilmediğini göstermek anlamında sembolik önem taşıyordu.
TRUMP AVRUPA AŞIRI SAĞININ HAMİSİ OLDU
“Yavuz hırsız” misali, geçtiğimiz hafta Münih Güvenlik Konferansı’nda başkan yardımcısı JD Vance’ın fikir özgürlüğü, demokrasi kavramlarına sığınarak sistem içi siyasi güçleri, ırkçı, faşizan partilerle aralarına mesafe koydukları için suçlaması da Trump yönetiminin Avrupa aşırı sağına abilik yapmaya istekli olduğunu gösteriyordu.
Nitekim Vance toplantıda hazır bulunan Sosyal Demokrat Parti (SPD) Lideri olan Scholz ve Hıristiyan Demokrat Şansölye adayı Friedrich Merz’i teğet geçip, aşırı sağcı AfD’nin lideri Wcidel ile görüşerek seçimlerde safını açıkça belli etti.
Şubat başında da İspanyol Vox Parti ev sahipliğinde Fransız Marine Le Pen, Macar Başbakanı Orban, İtalyan Başbakan Yardımcısı Salvini gibi figürlerin katıldığı, aşırı sağ partiler zirvesi düzenlendi. Hollandalı emektar faşist lider Wilders Trump’a “silah arkadaşımız” diye selam gönderdi. Zaten toplantının ana sloganı, Trump’a nazire yaparcasına “Avrupa’yı Tekrar Büyük Yapmak” (MEGA) idi.
SEÇİMLERDE BEKLENEN SON
İşte bu koşullarda yapılan 23 Şubat seçimlerinde, AfD %20’nin üzerinde bir oyla ikinci parti oldu. Merz’in liderliğinde %28.5 oy alan Hıristiyan Demokrat Birlik/Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi’nin tarihinin en ağır yenilgisini yaşayan SPD’yle koalisyon kurması en yüksek olasılık görünüyor. Güvenlik Duvarı (Brandmauer) anlaşması gereği ana akım partiler AfD ile İttifaka yanaşmıyor. Bu durumda olası koalisyon, hem savunma harcamalarına daha fazla bütçe ayırmak, hem de Almanya’nın erozyona uğrayan rekabet gücünü diriltmek için atılımlar yapmak zorunda. Yüksek enerji maliyetleri, nüfus yaşlandığı için genç işgücü çok gerektiği halde göçmenler konusunda sert davranma vaadi, bir de üzerine Almanya’nın bütçe açığını GSYH’nin %0.35’i ile sınırlayan meşhur bütçe freni eklenince, Merz’in işinin zor olduğu görülüyor. Tüm bunlar AfD’nin yükselişinin sürmesi riskini artırıyor.
Sol Parti’nin son dönemlerdeki çıkışıyla oyunu %8.7’ye, sandalye sayısını 64’e yükseltmesi parlamentoda en azından soldan bir ses olması açısından moral verdi. Ulusalcı sol diyebileceğimiz Sol Parti’den kopan Sahra Wagenknecht’in BSW’si ise %4.97 oyla %5 seçim barajına takıldı.
ALMAN EKONOMİSİ TÖKEZLEDİ
Alman ekonomisinin 2023 ve 2024’te daraldıktan sonra, 2025’te de durgunluğunun sürdüğü gözleniyor. Ülkede özel sektör yatırımları yavaşlarken; reel ücretlerin düşmesinin yanı sıra, geleceği güvenle bakamamanın da etkisiyle hanehalkı harcamaları da durakladı. Rusya’nın Ukrayna işgali sonucu, Almanya yaptırımlara katılınca Moskova da enerji sevkiyatını durdurmuş, sonra da Kuzey Akım Boru Hattını kapatmıştı. Bu yüzden Almanya, çok daha pahalıya gelen Amerikan sıvılaştırılmış doğal gazına (LNG) muhtaç duruma düştü. Haliyle elektrik fiyatları sıçradı.
Eylül 2024’te yayımlanan “Draghi AB Strateji Raporu”na göre, Avrupa 90’ların ortalarından başlayarak üretkenlikte ABD’nin gerisinde kaldı. Çünkü hem yeni teknoloji firmaları ortaya çıkaramadı, hem de teknolojiyi ekonomiye yaymak anlamında dijital atılımı yakalayamadı. Eski kıtanın bu genel sorunu, Almanya ekonomisinin lokomotifi imalat sanayisini de krize sürükledi. Kilit sektörler otomotiv ve çelikte işten çıkarmalar sürürken, 19. Yüzyıldan beri liderliğini koruduğu kimya endüstrisinde de keskin üretim kayıpları gözleniyor. Bir de bunların üzerine Trump’ın gümrük vergileri eklenirse işler iyice sarpa saracak.
UMUDUMUZ SOL PARTİ’DE
Yeni Başbakan Merz’in bürokrasiyi azaltmak ve hükümet harcamalarını kısmak gibi klasik neoliberal reçetelerden başka bir çıkış planı yok. Almanya tek başına ABD ve Çin ile rekabet etmeyi mi deneyecek, yoksa Draghi’nin önerdiği gibi Avrupa çapında, ortak fonlardan beslenen bir çıkış arayışına mı yönelecek, bunu zaman gösterecek. Merz seçim sonuçları belli olur olmaz, “ABD bizim kaderimizle pek ilgili değil. Artık kendi bağımsız çizgimizi izlemeliyiz” diyerek işin ciddiyetini kavradığını gösterdi.
Böyle zor bir dönemde AfD’nin göçmen ve mülteci karşıtlığını körükleyen, ekonomik anlamda da piyasacı düsturun pek dışına çıkmayan politikaları karşısında; Sol Parti’nin önünde sol, kamucu bir programla kitlelerin güvenini kazanma şansı olabilir. Böylece Doğu Almanya’da ve genç seçmenler nezdinde yükselen desteğini daha da artırarak, AfD’nin önünü kesebilir. Beklentimiz ve temennimiz de bu yönde…