Bilimlerin ve düşünce dünyasının birçok damarında, kapitalizmin insan doğasına en uygun sistem olduğu fikrini çürütecek nice kaynak mevcut. Ne var ki devamlılığını sağlamak, biraz da bu inanışın diri tutulmasıyla mümkün. Alternatifi hayal etmenin, istemenin önünü önce bu safsata tıkıyor.
Psikanalitik eleştiri, siyaset teorisi, felsefe ve eleştirel teori alanlarında çalışan Todd McGowan da insan hakikaten çıkar odaklı bir canlı olsaydı bunun kapitalizmin sonunu getirmiş olacağını söylüyor. Düşünmek yeter, bu denli sınırlı bir azınlığın faydasına olan bir düzen, bir yolu bulunur da kalan çoğunluk tarafından alaşağı edilmez miydi kaç yüzyıldır. Demek daha karmaşık, çapraşık, üstelik tam da buna dayanan bir işleyiş var. Bizatihi Marx’tan başlayan dallı budaklı bir fikir evreni burada açılıyor zaten: Kapitalizm kendini nasıl sürdürüyor?
*
Todd McGowan, sistemin her şeye rağmen eksilmeyen gücünü, dayanıklılığını altındaki ruhsallıkta soruşturanlardan. “Kapitalizmin Ruhsal Bedeli Nedir?” adlı zihin açıcı kitabında etkili sistem eleştirisinin ve değiştirme imkânının, insanın kapitalizmle kendi tatminlerini bağdaştırma biçimini görmesiyle oluşabileceğini söylüyor. Önce kapitalizmin psişik cazibesi gözden düşürülmeli yani. Kapitalist öznenin tatminsizliğe bu denli sıkı tutunması, sistemin dışına çıktığını sananların dahi içinde dolanan zehir, tatminsizlikle tatmin arasındaki medcezirden doğan o büyü sayesinde canlı bu cazibe. Velhasıl diyerek özetlemek de kolay değil; üretkenlik fikrine, daha iyi gelecek vaadine, bizatihi geleceği ve bugünü algılama biçimine dair içimizde sinsice kemikleşmiş kanıları değiştirerek başlamak, ama galiba önce dünyayı siyasal anlamda kavramsallaştırmak gerekiyor.
*
Milyonların açlık sınırından en azından yoksulluk sınırına yakınlaşmak için çırpındığı, sermayeye bir plan dahilinde ve ne pahasına olursa olsun büyüme imkânı sunan, yoksullaştırmanın ücretlendirmeden vergilendirmeye bir kaide haline geldiği bir zamanda bu düzenin hâlâ ve hâlâ iyi bir gelecek vaadi barındırdığını düşünebilir miyiz?
Tüm bunlara itiraz etmek için dışarı çıkması gereken belli sayıda kişi varmış gibi, misal 12 bin 498 insanın ondan daha erkenci/yürekli/radikal olması lazımmış gibi beklendiğinde sorular şuralarda dolaşabiliyor: “Neden kimse isyan etmiyor?”, “Başka yerde olsa yer yerinden oynamaz mıydı?”… Kitapları ve yanıltıcı ışıkları kapatıp kendimize baktığımızda, sorulması gerekense “beni tutan ne?”. Canı bir ucundan yanmayan zaten bu yazıyı da okumuyordur.
*
Bunun adı kayıtsızlık mı? Zihinde John Berger bağlanıyor buraya. “Portreler” kitabında Brueghel’i, dehaları üzerine kalem oynattığı diğer ressamlardan kayırıyor, “davası” nedeniyle ayrıca övüyor. Brueghel’in davası kayıtsızlıktı ona göre. Sabanını süren köylünün İkarus’un düşüşü esnasındaki kayıtsızlığı, İsa’nın çarmıha gerilişini izleyen kalabalıkların kayıtsızlığı, vaktini oyunlarla geçirip zamanın kıymetini bilmeyenlerin kayıtsızlığı, yönetenlerin yönetmesine dair kayıtsızlık. Suçlayacağı kimse yoktu, davayı kime açacaktı. Berger’a göre kibir değildi onu bu davaya yönelten, “İnsanlardan nefret etmeksizin başka türlü olmayı beceremedikleri için suçluyordu” diyordu.
Berger, araya dört yüz yıl katarak Brueghel’i Brecht’in en sevdiği ressam yapan ortaklığın altını da çizmişti. Her ikisi için de unutmak, bilmemeye sığınmak ve direnmemek kayıtsızlık demekti ve bunun da karşılığı göz yummaktı. Bu yüzden de Brueghel’in resimlerinin modern savaşları ya da toplama kamplarını gösterenlerden daha etkili olduğunu söylüyordu Berger.
*
Bir sonraki bağlantıyı sezdiğim, gördüğüm yerden kurayım: Bir süredir kapitalizm daha iyi değil, daha az kötü gelecek vaadiyle kendinde esir tutuyor sanki o çoğunluğu. Sadece emeğin metalaşması süreciyle değil, onun haresinde sermayeyle birlikte heyula gibi örgütlenmiş devletiyle de, hayatı dar etmenin sistematikleştiği öyle bir hayat yaşatılıyor ki, her şeyin daha kötüye gideceğinden adımızdan fazla eminiz. Liberalizmin ışıldaklı yıllarında kitleleri sürükleyen sınıf atlama hayali dahi pörsümüş. Siyaseten kapılanmayı ayırırsak, misal tutan tek bir şarkı yaparak ya da belli bir süre bir şeyler “influence” ederek saliselik kıvılcıma inmiş zenginleşme umudu gençlerde bir ev, bir de araba paketine inmiş. Birkaç kuşak öncenin en azından emeklilik tazminatıyla sahip olabilecekleri yani.
Daha fazlasını kaybetme korkusu ne büyük. Uzaklaşılamıyor. Güpegündüz soyulduğu sokaktan, suç mahallinden ayrılmama arzusuna benziyor bu. Zincirden daha fazlasına sahip olduğundan değil, bu başka bir korku.
*
Kuytularda özenilen bir azınlık da gasp edilen hakkına itiraz eden, bunda inat etmiş ve de kazanmış olanlar. Altı aydır direndikten sonra taleplerini işverene kabul ettiren Polonez işçilerinin bir ağız şarkılar türküler söylediği, parmak şaklatarak oynadığı o anlar. Buna imrenmek insanın doğasından.
Not:
“Kapitalizmin Ruhsal Bedeli”, Işık Doğangün’ün çevirisiyle Axis Yayınları’ndan geçen yıl çıktı. Todd McGowan’ın “Evrensellik ve Kimlik Siyaseti” ve “Irkçı Fantezi” adlı kitapları da aynı yayınevinden.
John Berger’ın “Portreler” Beril Eyüboğlu çevirisiyle Metis Yayınları’ndan.