yazılariktibasTrump’ın kabinesindeki ‘dostlar’ ve ABD’nin Ortadoğu politikası - Yusuf Karadaş
diğer yazılar:

Trump’ın kabinesindeki ‘dostlar’ ve ABD’nin Ortadoğu politikası – Yusuf Karadaş

333 Takipçiler
Takip Et
Orjinal yazının kaynağıevrensel.net

Trump’ın başkanlık görevini yeniden devralmasının ardından en çok tartışılan konulardan birini yeni dönemde ABD’nin Ortadoğu politikasının nasıl şekilleneceği oluşturuyor. Trump’ın kazanmasına en çok sevinenler arasında yer alan Türkiye’deki iktidar, Trump ile Erdoğan arasındaki kişisel “dostluğa” güveniyor. Gerçekten de Trump, Erdoğan’dan söz ederken sıkça “dostum” sözünü kullanıyor. Öte yandan Trump’ın yeni kabinesine bakıldığında Erdoğan iktidarının genel olarak bölge (Ortadoğu) ve özel olarak Suriye Kürtlerine yönelik politikasına karşı olan (Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Savunma Bakanı Pete Hegseth ve Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Waltz gibi) isimler dikkat çekiyor. O yüzden bu isimler de “Kürt dostu” olarak tanımlanıyor. Trump daha baştan çatışacağı isimleri kabineye seçmeyeceğine göre, onun ya da kabinedeki isimlerin kurduğu/kuracağı “dostluğun” sınırlarının ABD emperyalizminin bölgesel çıkarları tarafından belirleneceğini tahmin etmek zor değil. Ancak bu durum kabinedeki isimlerin ABD’nin bölge politikasındaki yönelim ve önceliklerini anlamak bakımından önemsiz olduğu anlamına da gelmiyor.

Trump’a dair yapılan analizler onun ani kararlar veren ve kişisel ilişkilere önem veren bir siyasetçi olduğu konusunda birleşiyor ve sıklıkla bu özelliklerinin uygulayacağı politikaları ‘öngörülemez’ hale getirdiği yorumları yapılıyor. Ancak bu ‘öngörülemezliğin’ dünya bir ‘belirsizlikler’ döneminden geçerken ABD emperyalizminin elini güçlendirici bir rol oynadığı gerçeği görmezden geliniyor. Zaten Trump’ın kişisel diyaloga önem vermesi de bu belirsizlikler karşısında daha kolay sonuç almaya ve ABD’nin emperyalist tekellerinin çıkarlarını korumaya hizmet ediyor. Bu nedenle Trump’ın mesela Putin’le kurduğu kişisel ilişki ve uzlaşma yönündeki mesajları “deliliğinden” değil, ABD’nin emperyalist tekelleri için daha yakın bir tehdit olan Çin’i durdurma ve bunun için yalnızlaştırma ihtiyacından kaynaklanıyor.

Bu durum Trump’ın Erdoğan ile “dostluğu” ve kişisel ilişkileri bakımından da açıklayıcıdır. Türkiye’deki iktidarın temsilcileri Trump’ın başa geçmesiyle birlikte Rusya’dan satın alınan S-400 hava savunma sistemi nedeniyle uygulanan CAATSA (düşmanlara yaptırımla karşı koyma yasası) yaptırımlarının kaldırılması ve Türkiye’nin yeniden F-35 programına dahil edilmesi beklentisi içinde bulunuyor. Dahası Trump’ın geçmişte olduğu gibi (2019) Suriye Kürtlerine karşı yeni bir operasyon için yeşil ışık yakabileceği umudunu taşıyor.

Trump’ın Türkiye gibi NATO müttefiki önemli bir bölgesel güçle ABD emperyalizminin bölgesel çıkarları temelinde ilişki ve iş birliği geliştirmek ve bunun için Erdoğan’la kişisel dostluğunu kullanmak isteyeceği konusunda bir soru işareti bulunmuyor. Ancak bu durum Trump’ın siyaset yapma tarzıyla birlikte düşünüldüğünde yaptırımları kaldırma beklentisinin aksine bunların önümüzdeki dönem Suriye ve Doğu Akdeniz’den Karadeniz ve Kafkasya’ya kadar Türkiye’yi ABD’nin bölgesel çıkarları ekseninde daha açık tutum almaya zorlamak için kullanacağının işaretlerini veriyor.

Trump’ın kabinesinde “Kürt dostu” olarak tanımlanan isimlerin üstlendikleri görevler, önümüzdeki dönemde ABD’nin bölge politikasının nasıl şekilleneceği bakımından önemli veriler sunuyor. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Savunma Bakanı Pete Hegseth ve Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Waltz “Kürt dostu” olarak tanımlansalar da asıl olarak İsrail’e açıktan destek vermeleri ve İran’a karşı sertlik yanlısı olmalarıyla biliniyorlar. Dolayısıyla bölgede İsrail üzerinden yürütülen yeniden dizayn politikası, Erdoğan iktidarının bir tehdit olarak gördüğü Suriye’deki Kürt özerk yönetimi ve askeri gücü Suriye Demokratik Güçlerini (SDG) ortadan kaldırma beklentisinin aksine ABD için önümüzdeki dönemde de Kürtlerle iş birliğini bir ihtiyaç haline getiriyor. Çünkü bu iş birliği ABD ve İsrail için Suriye’de yönetimi ele geçiren HTŞ’nin (Heyet Tahrir eş Şam) kontrol edilmesinden İran’ın Kürt sorunu üzerinden daha fazla sıkıştırılmasına ve Erdoğan iktidarının hareket alanının sınırlanmasına kadar birçok bakımdan oldukça işlevsel bir rol oynuyor. Dışişleri Bakanı Saar başta İsrail’in Kürtlere verdiği destek ve iş birliği mesajları da bu politika içinde anlam kazanıyor.

Bu noktada Yeni Dışişleri Bakanı Rubio’nun ABD Kongresinde adaylığının onay süreci kapsamında senatörlerin sorularını yanıtlarken SDG’yle iş birliğinin devam edeceğini söylemesine ve Erdoğan iktidarını ABD’deki iktidar değişimini Kürtlere saldırı için bir fırsata dönüştürmemesi konusunda uyarmasına da dikkat çekmek gerekiyor. Elbette bu politika, iktidar ortağı Bahçeli’nin sözcülüğüne soyunduğu yeni süreçle de bağlantılı olarak, ABD ve Türkiye arasında Kürt sorunu konusunda Kürtlerin gücünün belli düzeyde sınırlanması üzerinden bir uzlaşmayı da dışlamıyor. Aksine ABD, Erdoğan iktidarını böylesi bir uzlaşmaya zorlayarak hem Kürtlerle ve hem de Erdoğan iktidarı ile kendi bölgesel çıkarları temelinde iş birliğini sürdürmek istiyor. Bugün bu uzlaşı arayışıyla ilgili en kritik noktayı Suriye’deki HTŞ yönetimi ile SDG arasında orduya katılım koşulları ve Kürtlerin statüsü konusunda sürdürülen pazarlıklar oluşturuyor.

Burada Suriye’deki HTŞ yönetimiyle de ilgili bir parantez açmak gerekiyor. HTŞ, İdlib’de olduğu ve iktidarı ele geçirmek için harekete geçtiği süreçte önemli oranda Türkiye’ye bağımlı bir pozisyondaydı. Ancak bugün tablo giderek değişiyor ve BAE ile S. Arabistan başta olmak üzere körfez ülkelerinin yeni Suriye yönetimi üzerinde etkisi artıyor. Çünkü Suriye’nin imarı ve bölgede kendini kabul ettirebilmesi Türkiye’den çok bu ülkelerle kuracağı ilişkilere bağlı bulunuyor. BAE ve S. Arabistan gibi körfez ülkelerinin yeni Suriye üzerinde oynadığı rolün aynı zamanda ABD’nin bölgede İran’ı Türkiye’den çok (İsrail’in hassasiyetleri nedeniyle) bu ülkeler üzerinden dengeleme politikasıyla da önemli bir ilişkisi bulunuyor.

Öte yandan Trump’ın yeni dönem politikasındaki öncelikleri belirlemek üzere hazırlanan ‘Projekt 2025’te Çin’in “ABD’nin ulusal güvenliği için en büyük tehdit” olarak tanımlanması da önümüzdeki dönemde Ortadoğu’nun önemini azaltmıyor. Aksine ticaret yolları/koridorları (Çin’in Yol-Kuşak Projesi ve ABD’nin başını çektiği Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru) rekabeti ve Çin’in enerji ihtiyacı başta olmak üzere, Ortadoğu bu güçler arasındaki mücadelenin en önemli kavşaklarından birini oluşturuyor.

Sonuç olarak, ABD emperyalizminin önümüzdeki dönemde ‘direniş eksenine’ vurulan darbelerin bir devamı biçiminde bölgede İran’ın gücünü kırma ve bağlı olarak Rusya ve Çin’in bölgede hareket alanını sınırlama politikası bağlamında İsrail merkezli dizayn politikasını sürdüreceği anlaşılıyor. Trump’ın ve kabinesindeki isimlerin bölgedeki aktörlerle “dostluğunun” sınırlarını da buradaki politik çıkarlarının ve İsrail’in “güvenliği”nin belirleyeceğini söylemek için kahin olmak gerekmiyor. Türkiye ve bölge halkları, emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin bu hesaplarını boşa çıkarabilecek bir mücadele hattını kuramadıkları sürece geleceklerinin bu güçlerin çizeceği sınırlar içinde belirlenmesini değiştirmeleri de olanaklı görünmüyor.

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
372AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin