iktibasHaluk YurtseverKürt meselesinin teorik-tarihsel bağlamı üzerine - Haluk Yurtsever
diğer yazılar:

Kürt meselesinin teorik-tarihsel bağlamı üzerine – Haluk Yurtsever

333 Takipçiler
Takip Et
Orjinal yazının kaynağıgazeteduvar.com.tr

“Zaten” uluslararası olan Kürt meselesi 2025 kışında, bugüne dek hiç olmadığı kadar devletlerarası rekabet ve çatışmaların alanı haline gelmiştir. Kürt meselesinin barışçıl yöntemlerle çözülmesinin teorik olarak kapitalizm içinde de mümkün olduğunu, “barış”ın Türkiye toplumunun çok büyük çoğunluğu için zamanı gelmiş bir önerme olduğunu düşünüyorum.

Geçen yılın 22 Ekim’inden bu yana bir gölge boksunun izleyicileriyiz. Bahçeli’nin açıklamalarıyla başlayan, pek çok kişinin söz aldığı, hazırlık ve pazarlıkların gerçek içeriğini pek az kişinin bildiği, nasıl ilerleyeceğini ise hiç kimsenin bilmediği bir “olay-durum” la karşı karşıyayız.

Bu yazıda ulus ve Kürt meselemizin teorik/tarihsel bağlamıyla ilgili saptama ve belirlemeler yapmak istiyorum.

Teorik bir önermeden başlayabiliriz: Kavram ve kategoriler, onları var eden gerçeklikten daha uzun ömürlü olamıyorlar. Dünya çapında nesnel ve siyasal gerçeklikte çok önemli ve hızlı değişikliklerin yaşandığı bir sürecin içindeyiz. Ulus, ulusallık, ulusçuluk, ulusal bağımsızlık, self-determinasyon, vatan, barış ve benzeri kavram ve ilişkilere tarihten güncelliğe bu değişiklikleri gören eleştirel ve geniş bir mercekten bakmak, günümüz sorunlarını yirminci yüzyılın kavram ve düşünce kalıplarıyla kavrayıp çözmenin olanaksız olduğunun ayırdına varmak gerekiyor.

Ulus, tarihsel, dolayısıyla geçici bir kategoridir. Ulus ve ulus devlet, uzun bir mayalanma döneminin sonunda 18. yüzyılda, Batı Avrupa’da var olan devletler tarafından inşa edilmiş, dünyaya yayılmıştır.

MİLLİYETÇİLİK VE ANTİ-EMPERYALİZM ÇAĞI

On dokuzuncu yüzyılın sonundan yirminci yüzyılın sonlarına kadar olan dönemi kabaca “ulus devletleşme”, “milliyetçilik” ama aynı zamanda ”anti-sömürgecilik”, “anti-emperyalizm” çağı olarak nitelemek yanlış olmaz.

Bu yazının mekân sınırları daha gerilere gitmeye izin vermediği için, konunun tarihsel/ siyasal çerçevesini önemli değişikliklere sahne olan son yüzyılla (1914-2025) sınırlı tutacağım.

Yirminci yüzyılın siyasal kalıbı Birinci Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi’yle döküldü. Savaş, üç büyük imparatorluğun dağılmasıyla, bakiyelerinden yeni ulus devletlerin doğmasıyla sonuçlandı.

Ekim Devrimi, bağımlı/ezilen halkların sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadelelerine yeni bir çevren ve alan açtı. Anti-emperyalizm salt bir karşıtlık, gelecek vizyonu olmayan bir isyan olmanın ötesine geçerek var edici, kurucu bir siyasal içerik kazandı. Ulusal kurtuluştan sonra, Sovyetler Birliği’nin varlığının yarattığı maddi zemin ve siyasal şemsiye altında “bağımsız”, “bağlantısız” devlet ve toplumlar olarak var olmak, “kapitalist olmayan yoldan” kalkınmak gerçekleşebilir hedefler olarak gündemleşti. Aynı ilişkinin bir türevi olarak, daha 1916’da öngörüldüğü biçimde, ulusal kurtuluş mücadeleleri, “gerçek anti-emperyalist kuvvetin, sosyalist proletaryanın sahneye çıkmasına yardım eden mayalardan biri, basillerden biri rolü” oynamaya başladı.(2)

Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte bu zemin dağılmış; bir dönem kapanmıştır.

DEĞİŞEN ZEMİN

Yugoslavya’nın parçalanmasından başlayarak, 1992’den sonra ortaya çıkan yeni devletlerin neredeyse tümü, ABD ve AB’ye bağımlılar. Sovyet blokundan kopanların çoğu NATO’ya, AB’ne katıldılar. Ukrayna’da savaş sürüyor. Afganistan, Libya, Irak, Suriye devlet ve toplum olmaktan iyice uzaklaştırıldılar.

Devletsiz kapitalizm konu dışıdır.  Emperyalizm, ayrıca ve özellikle güçlü/militarist devlet demektir. Ancak, kulakları çınlasın, Yalçın Küçük’ün 23 yıl önce isabetle belirttiği gibi, “emperyalizm, ulus devletin çözülmesi de demektir.”(2)

Şimdi, ileri ve organik düzeyde bütünleşmiş tek dünya pazarında küresel sermayenin, en başta da bilişim oligopollerinin devleti aşan hareketlerinin ivmelendiği, onlarca ulus devletin sistem açısından “gereksiz” hale geldiği, büyük emperyalist devletlerin yörüngesinde şube devletleşmelerin yaşandığı, ezilen ulusların bağımsız var olma zemininin çözüldüğü bir evredeyiz. Henüz başlarında olduğumuz, tersinmez, aynı zamanda kapitalizmin tarihsel sınırının cisimleştiği bir süreç bu!

Bu tersinmez gidiş, farklı coğrafyalardaki tüm ulusal/etnik olguları aynı sepete koymayı gerektirmiyor; ulusal dinamiklerin menziline, ufkuna sınırlar, kısıtlar getirdiği kesindir. Devrim ve sosyalizm mücadelesi de bugün, her zamankinden daha fazla ulusal sınırları aşan bir karakter gösteriyor. 

Bu gerçekleri kavramadan devrimci demokrat ya da komünist siyaset gütme olanağı bulunmuyor.

TÜRKLER VE KÜRTLER

1071’de Türkler Anadolu’yu fethe başladığında, bu topraklarda başta Ermeniler ve Kürtler olmak üzere otokton (yerli, yerleşik) halklar yaşıyordu. Ermeni sorununu, 1915’te tehcir ve katliamla “çözdük” (!)

Cumhuriyet döneminde devletin Kürt siyasetini ise iki zıt dürtü arasındaki gelgitler belirledi.

Birincisini, 1071’e, Osmanlı mirasına, 1915’de Ermenilere, kurtuluş savaşında Rumlara karşı İslam bayrağı altındaki ortak mücadeleye, “1000 yıllık Türk-Kürt” kardeşliğine gönderme yaparak, tüm Kürtlerin hamiliğine soyunarak sorunu “Türkiye’yi büyüterek çözme” yaklaşımı olarak özetleyebiliriz. Bu yaklaşım 1990’larda, Özal’ın son yıllarında Türkiye’yi, Kürtleri de kapsayarak ABD desteğinde bölgenin altemperyalist gücü düzeyine yükseltme tasarımına büründü. ABD ve TC devletinden yeşil ışık gelmeyince gündemden düştü.

İkincisi, Türkiye’nin bölünmesi, küçülmesi paranoyasıdır. Türkiye’yi yönetenler, özellikle de devlet içinde örgütlü ırkçı/milliyetçi eğilimler tarafından canlı tutulan bölünme sendromu, bu topraklardaki her türlü hak ve özgürlük mücadelesini, emekçi taleplerini şiddetle bastırmanın etkili aracı, kaldıracı olarak birinci yaklaşımın öne çıktığı dönemlerde de yürürlükte oldu. Kürt konusunu, emperyalist devletlerin müdahalelerine açık hale getiren sürecin taşları bu siyasetlerle döşendi.

Tabloyu tamamlamak için Türkiye’deki Kürt siyasal hareketinin son 40 yıldaki konumunu da birkaç cümleyle betimlemeye çalışalım: Bu hareket, bölgenin kapitalist gelişmişlik ve sınıfsal ayrışma açısından en ileri parçasında, Marksist eğilimli, emekçi kökenli genç Kürt aydınları tarafından inşa edildi. Yirminci yüzyıl ilkel milliyetçiliğiyle arasına mesafe koyan, ana gövdesini emekçilerin oluşturduğu, kadınları hareketin en önüne taşıyan seküler ve modern bir ulusal hareket olarak bedenleşti. Yirmi birinci yüzyılın başlarından bu yana, “demokratik cumhuriyet”, “onurlu barış” talepleriyle Türkiye bütünlüğü içinde çözümlere açık olduğunu duyuruyor.

2013 – 2015 ‘ÇÖZÜM SÜRECİ’

Bu sürecin herkes için öğretici derslerle dolu ayrıntılarına girmeden, kesilmesine yol açan, günümüz süreçlerini anlamak açısından önemli iki neden ya da dinamiğe işaret etmek istiyorum. 

Bir: HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, 17 Mart 2015’deki meclis grup konuşmasında “Recep Tayyip Erdoğan, seni başkan yaptırmayacağız” cümlesini üç kez tekrarladı. Arkasından HDP 12 Haziran seçimlerinde yüzde 13,1 oyla 80 milletvekili çıkararak Türkiye siyasetinin önemli bir öğesi haline geldi. HDP, Kürt siyasetine hep önerilen “Türkiye partisi” olma yolunda önemli bir adım attı. Erdoğan’ın Dolmabahçe masasını dağıtmasının en önemli nedeni, bu gelişmeyi kendi iktidarına karşı 2013 Gezi isyanından sonraki en önemli tehdit olarak görmesidir. İktidar için, Demirtaş çıkışı ve Gezi isyanı, bir daha aslan yinelenmemeleri gereken bir  tür kâbustur; kin ve rövanş konusudur.

İki: Aynı tarih kesitinin bir başka önemli gelişmesi, Kürt hareketinde ağırlık merkezinin Suriye’ye, Rojava’ya kayması, yeni bölgesel/küresel dengeler içinde o topraklarda bir Kürt siyasal oluşumunun/devletleşmesinin uç vermesi oldu. Bu değişiklik Kürt siyasetini bu kez kendi gerçekliği üzerinden “Türkiye siyaseti” dışına iten nesnel bir etki yarattı. “Hendek savaşları” ile 2015’de kazanılan siyasal pozisyonun ikna gücü ciddi biçimde sarsıldı.

“Zaten” uluslararası olan Kürt meselesi 2025 kışında, bugüne dek hiç olmadığı kadar devletlerarası rekabet ve çatışmaların alanı haline gelmiştir.    

Kürt halkının güncellikteki siyasal ruh halini, bir yandan barış isterken, bir yandan da duyduğu güvensizlik ve kaygıyı anlayabilmek için, bu tabloya 2023 seçimlerinde Türkiye toplumsal muhalefetinin yanında ve Erdoğan’ın karşısında yer almalarına rağmen yalnız seçim sonuçlarıyla değil, Kılıçdaroğlu’nun ikinci tura girerken yaptıklarıyla da uğradığı psikolojik kırılmayı eklemek gerekiyor.

*

Bir yurttaş ve baba olarak, silahların susacağı, genç bedenlerin toprağa düşmeyeceği bir Türkiye’yi arzuluyor ve özlüyorum. Bir komünist olarak, ayrıca, etnik/ mezhep ya da kimlik temelli çatışma ve savaşların dünyada, bölgede ve Türkiye’de sona ermesini, emekçilerin, toplumsal proletaryanın sömürü ve baskıdan kurtulma/sosyalizm mücadelesini öne çıkaracağı için savunuyorum.

Dahası, Kürt meselesinin barışçıl yöntemlerle çözülmesinin teorik olarak kapitalizm içinde de mümkün olduğunu, “barış”ın Türkiye toplumunun çok büyük çoğunluğu için zamanı gelmiş bir önerme olduğunu düşünüyorum.

22 Ekim 2024’ten bu yana dalgalar halinde uygulanan kayyım operasyonları, tüm toplumsal muhalefet bileşenlerine karşı yargı eliyle yürütülen devlet şiddeti, söylem ve eylem dili ise ne yazık ki barışçıl bir dönemin eşiğinde olmadığımızı gösteriyor. 

“Pax Amerikana”nın getirecekleriyle, iç ve dış dinamikleriyle, sınıfsal içeriğiyle somut durumun somut çözümlenmesi gelecek yazının konusu olsun. 


NOTLAR:

(1) Lenin, Ulusların Kaderini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Dokuzuncu Baskı, Ankara 1998, s. 190-191

(2) Yalçın Küçük, Tekeliyet 2, İthaki Yayınları, İstanbul 2003, s. 92

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
377AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin