yazılariktibasDünya Bir Sahne: Uluslararası İlişkileri Nasıl Ele Almalıyız? - Batın Göktepe
diğer yazılar:

Dünya Bir Sahne: Uluslararası İlişkileri Nasıl Ele Almalıyız? – Batın Göktepe

333 Takipçiler
Takip Et
Orjinal yazının kaynağıayrim.org

Uluslararası ilişkiler, tarih boyunca devletler arası savaş, barış, diplomasi ve güç dengesi gibi meseleler üzerinden tanımlanmıştır. Ancak, bir disiplin olarak uluslararası ilişkilerin bu meseleleri toplumsal aktörlerin bir bütünlüğü içerisinde ele almadığı yönündeki eleştiriler de oldukça yaygındır. Yine de bu eleştiriler, uluslararası ilişkilerin yalnızca devletlerin politik manevralarına indirgenerek analiz edilmesi gibi bir hataya yol açmamalı. Marksistler için uluslararası ilişkiler, yalnızca devletler ve uluslararası aktörlerin güç ilişkilerini değil, aynı zamanda sınıf savaşlarını, sermaye birikim süreçlerini ve halkların direnişlerini tarihsel bir bağlam içinde anlamayı gerektirir.

Bu yaklaşım, uluslararası sistemin ekonomik altyapısına ve toplumsal çelişkilerine odaklanmayı, meselelere yüzeysel değil, derinlemesine bakmayı zorunlu kılar. Devletlerin uluslararası sistemdeki hareketlerini anlamak, ancak o devletlerin bağlı olduğu ekonomik düzenin dinamiklerini ve sınıfsal çatışmalarını analiz etmekle mümkündür. Örneğin, emperyalist politikaların yalnızca bir güç dengesi meselesi olmadığını, aynı zamanda sermayenin küresel çapta genişlemesi ve işçi sınıfının emeğinin sömürüsü ile doğrudan ilişkili olduğunu kavramak, Marksist bir perspektifin öncelikli görevidir.

Marksistler için uluslararası ilişkileri ele almanın bir diğer kritik yönü, halkların tarih boyunca geliştirdiği direniş ve mücadele pratiklerini anlamaktır. Bu pratikler, uluslararası sistemin yapısal çelişkilerini açığa çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda bu sistemin dönüştürülmesi için de ilham verir. Toplumların tarihsel hareketleri ve bu hareketlerin uluslararası sisteme etkileri, Marksistlerin uluslararası ilişkileri yalnızca bir akademik alan olarak değil, aynı zamanda devrimci bir mücadele zemini olarak görmesini sağlar.

Bu yazıda, uluslararası ilişkilerde Marksist bir perspektifin imkanlarını tartışarak, bu yaklaşımın diğer teorik yaklaşımlardan nasıl ayrıldığını ve hangi özgün katkıları sunduğunu inceleyeceğiz. Amacımız, Marksistlerin uluslararası sistemin işleyişini anlamak ve dönüştürmek için hangi soruları sormaları gerektiğini ve bu soruların tarihsel ve politik bağlamını irdelemektir. Dünya bir sahneyse, Marksistlerin bu sahnedeki rollerini netleştirmek artık kaçınılmaz bir görevdir.

Uluslararası İlişkiler Gerçekten Ne Anlatır?

Uluslararası ilişkiler disiplini, devletler, uluslararası örgütler, sınırları aşan şirketler ve sivil toplum kuruluşları gibi aktörler arasındaki güç ve çıkar ilişkilerini, egemenlik ve devletlerarası hukuku, ekonomik bağları, uluslararası kurum ve örgütleri, teorik yaklaşımları, küreselleşme ve çevresel dinamikler gibi olguları inceler. Elbette, uluslararası ilişkiler yalnızca devletlerarası ilişkilerle sınırlı değildir; ekonomi, çevre, insan hakları, savaş, barış, güvenlik, ideoloji ve kültür gibi konuları da kapsar.

Ana akım uluslararası ilişkiler teorileri, rasyonel aktör modeline dayalı pozitivist bir epistemolojiyi benimseyerek uluslararası sistemi bilimsel yasalarla açıklama iddiasını taşır. Ancak bu yaklaşım, sosyal gerçekliğin dinamik, tarihsel ve sürekli yeniden üretilen doğasını gözden kaçırır. Devletler arasındaki güç, güvenlik ve iş birliği gibi dinamikleri analiz eden bu teoriler, tarih boyunca realizm, liberalizm ve yapısalcılık gibi farklı yaklaşımlarla şekillenmiştir.

Realizm, uluslararası ilişkileri güç mücadelesi üzerinden açıklarken, liberalizm iş birliği ve kurumların rolünü vurgular; yapısalcılık ise sistemin yapısal özelliklerine odaklanır. Ancak bu teoriler, metodolojik ve ideolojik sınırlılıklarının ötesinde, sınıf mücadelelerini göz ardı ederek uluslararası sistemin ekonomik altyapısını ve toplumsal çelişkilerini örtbas eder. Bu durum, uluslararası ilişkilerin yalnızca devletlerin stratejik davranışlarına indirgenmesine neden olurken, küresel eşitsizlikleri ve kapitalist sistemin yeniden ürettiği yapısal sorunları görünmez kılar.

Bağımsızlık mücadeleleri ve sömürge karşıtı hareketler, uluslararası ilişkilerde sıklıkla devletlerarası meseleler olarak ele alınsa da, aynı zamanda halkların sermaye düzenine karşı direnişlerini de temsil eder. Tarih boyunca emperyalizm, sermayenin küresel ölçekte genişlemesi ve işçi sınıfının uluslararası düzeyde sömürülmesi için en etkili araçlardan biri olmuştur. İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan üzerindeki etkileri, bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koyar. Emperyalizm, bir yandan ucuz iş gücüne dayalı sömürü mekanizmalarını beslerken, diğer yandan yerel halkların ulusal kurtuluş mücadelelerini ateşlemiştir. Bu dinamik, Hindistan-İngiltere ilişkisinde tüm yönleriyle görülebilir.

İngiltere’nin Hindistan’ı sömürgeleştirme süreci, kapitalizmin metropollerdeki sermaye birikimi krizlerine çözüm arayışıyla şekillenmiştir. Hindistan, İngiliz sanayisi için hem ucuz hammadde kaynağı hem de geniş bir pazar alanı olarak vazgeçilmez bir kaynak olarak görülmüştür. Çay, pamuk ve kömür gibi temel ürünlerin üretiminde Hindistanlı işçiler insanlık dışı koşullarda, düşük ücretlerle çalıştırılmıştır. Bu ağır çalışma koşulları ve sistematik sömürü, emperyalist sistemin kâr oranlarını artırırken yerel halkın yoksullaşmasına yol açmıştır. (1) Ancak bu süreçte Hindistan halkının verdiği mücadele, yalnızca ekonomik sömürüye değil, emperyalizmin sosyal ve kültürel tahakkümüne karşı da bir direnişin simgesi haline gelmiştir. Hindistan’ın bağımsızlık hareketi, yalnızca kendi halkı için değil, diğer sömürge uluslarına da ilham kaynağı olmuş ve anti-emperyalist hareketlerin küresel bir boyut kazanmasına katkıda bulunmuştur.

Uluslararası İlişkiler Sadece Hukuk ve Savaştan mı İbaret?

Uluslararası ilişkiler genellikle hukuk, savaş ve diplomasi çerçevesinde ele alınır. Ancak bu çerçeve, sistemin arkasındaki ekonomik çıkar ilişkilerini ve sınıf mücadelelerini görünmez kılar. Wallerstein’ın dünya-sistem teorisinde olduğu gibi, uluslararası sistem, çekirdek (merkez), yarı-çevre ve çevre ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerle şekillenir. (2) Çekirdek ülkeler sermaye birikimini artırırken, yarı-çevre ülkeler ekonomik ve politik olarak ara konumda yer alır ve sistemin istikrarını sağlamada önemli bir rol oynar. Çevre ülkeler ise yoğun emek sömürüsü ve doğal kaynaklarının talanı ile karşı karşıyadır. Küresel düzeyde, ulusötesi şirketler, finans kapital ve uluslararası burjuvazi ile proletarya arasında derinleşen eşitsizlik, uluslararası politikaların ve krizlerin temelinde yer alır.

Devletler bu sistemde, ulusal çıkarları savunan bağımsız aktörler gibi görünse de aslında uluslararası kapitalist düzenin bir parçası olarak hareket eder. Çevre ülkelerdeki hükümetler sıklıkla ulusötesi şirketlerin çıkarlarını koruyan birer araç haline gelir. Bu ilişkide, merkez ülkeler çevre ülkelerden hammadde ve ucuz iş gücü ithal ederken, karşılığında yüksek katma değerli ürünler ve teknoloji ihraç eder. (3) Bu asimetrik ticaret ilişkisi, çevre ülkelerin ekonomik kalkınmasını engeller ve onları merkez ülkelerin ekonomik ve teknolojik üstünlüğüne bağımlı hale getirir. Devletlerin rolü yalnızca ekonomik ilişkilerle sınırlı değildir; aynı zamanda bu çıkarları ideolojik olarak meşrulaştıran bir mekanizma olarak işlev görür. Uluslararası kuruluşlar, medya ve akademi de bu düzenin devamlılığını sağlamak için hegemonik araçlar olarak çalışır. (4)

Ulusötesi şirketler (TNC’ler), çevre ülkelerdeki ucuz işgücü ve kaynakları kullanarak kapitalist sömürüyü derinleştirir. Düşük ücret politikaları, iş güvencesizliği ve emek üzerindeki baskıyı artıran uygulamalar, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların dayattığı ‘yapısal uyum’ programları aracılığıyla küresel çapta yaygınlaştırılır. Bu politikalar, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve sosyal harcamaların kısıtlanması gibi sonuçlar doğurarak, sınıf çatışmalarını keskinleştirir. Örneğin, 1990’lardan itibaren Asya ve Afrika’da ulusötesi şirketlerin yoğunlaşması, bu bölgelerdeki emek sömürüsünü ciddi ölçüde artırmıştır. (5)

Afrika’daki maden sömürüsü bu durumu açıklayan çarpıcı bir örnektir. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumların dayattığı yapısal uyum politikaları, Zambiya gibi ülkelerde maden sektörünün yabancı sermayeye tamamen açılmasına yol açmıştır. Bu süreç yalnızca yerel halkın emeğinin düşük ücretlerle sömürülmesine değil, aynı zamanda kamu hizmetlerinin özelleştirilmesiyle toplumsal eşitsizliğin daha da derinleşmesine neden olmuştur. Uluslararası ilişkiler, sınıf mücadelesi perspektifiyle ele alınmadığında, bu süreçler genellikle belirsiz aktörlerin güç mücadeleleri olarak okunur. Ancak bu okumanın ötesine geçerek, yaşananların esasen sermayenin işçi sınıfı üzerindeki tahakkümünü derinleştirme ve sürdürme çabası olduğunu tespit etmek gerekir.

Halkların Mücadelesi ve İttifakların Rolü

Halklar, uluslararası ilişkilerin pasif izleyicileri değil, aktif özneleridir. Sermaye düzenine karşı verilen mücadeleler, halkların ittifakları ve yerel aktörlerle olan ilişkileri bağlamında şekillenir. Latin Amerika’daki sosyalist hareketler veya Afrika’da ulus ötesi şirketlere karşı gelişen mücadeleler, halkların küresel sermaye düzenine karşı örgütlenmesinin çarpıcı örnekleridir.

Örneğin, Latin Amerika’da IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarının dayattığı neoliberal politikalar, toplumun yaşam koşullarını doğrudan etkilerken, sosyalist hareketler bu politikaların karşısında güçlü bir direniş hattı oluşturabilmiştir. Hindistan’daki tarım işçilerinin çok uluslu şirketlere karşı yürüttüğü mücadele de benzer bir şekilde, yerel bir sorunun ötesine geçerek uluslararası alandaki sınıf mücadelesinin bir parçası haline gelir.

Bu bağlamda, Filistin halkının mücadelesi de bir ulusal kurtuluş hareketi olarak değil, sınıf mücadelesinin parçası olarak ele alınmalıdır. Filistin’deki direniş, İsrail’in soykırım politikalarına ve küresel sermayenin bu politikalarla olan ilişkisine karşı yürütülen bir mücadeledir. İsrail’in soykırım politikaları ve bu süreçte Batı merkezli sermaye akışlarının rolü, Filistin halkının ekonomik, sosyal ve kültürel haklarını hedef alırken, Filistin direnişi bu düzene karşı bir isyan niteliği taşır. İşgale karşı yürütülen mücadele, yerel bir bağımsızlık hareketinden çok daha fazlasıdır; uluslararası sistemdeki eşitsizliklere, emperyalizme ve sermaye düzenine karşı bir başkaldırıdır. Filistin halkının, dünyanın farklı yerlerinden dayanışma hareketleriyle kurduğu bağlar, halkların ittifakları yoluyla uluslararası mücadeleyi güçlendiren bir örnek olarak öne çıkar.

Esasen bu mücadeleler yerel bir dayanışma meselesi değil, uluslararası sistemdeki sınıf dinamiklerini dönüştürebilecek kritik araçların analizi için bize bir bağlam sunar. Çevre mücadelesinden işçi haklarına kadar uzanan bu geniş yelpaze, sermaye düzenine karşı halkların uluslararası alandaki direnişinin yapı taşlarını oluşturur. Marksistler için uluslararası ilişkileri sınıf mücadelesi ekseninde ele almak ve mücadelelerin sermaye ve sınıf çatışması eksenini belirlemek doğru bir analizin başlangıcını oluşturacaktır.

Marksist Perspektiften Uluslararası İlişkiler

Marksistler, uluslararası ilişkilerde sınıf mücadelesinin temel bir rol oynadığını vurgular. Devletler, ulusötesi şirketler ve uluslararası finans kuruluşları, sermaye birikimi sürecinde halkların sömürülmesini meşrulaştıran araçlar olarak işlev görür. Ancak halkların yerel ve uluslararası düzeyde kurduğu ittifaklar, bu düzeni dönüştürme potansiyelini beraberinde getirir. İşçi sınıfının mücadelesini farklı görüngülerden analiz etmek ve uluslararası aktörlerin stratejik hamlelerini bu bağlamda ele almak, Marksist bir uluslararası ilişkiler perspektifinin önemli bir görevidir.

Halkların sermaye düzenine karşı verdikleri mücadeleler, uluslararası sistemin yalnızca bir güç dengesi meselesi olmadığını, aynı zamanda sınıfsal çıkarlar ve ekonomik sömürü ilişkileri tarafından şekillendiğini gösterir. Hindistan’daki çiftçi protestoları veya Latin Amerika’daki dayanışma ağları, yalnızca yerel hareketler değil, uluslararası sistemdeki sınıf mücadelesinin dinamiklerini anlamak için önemli örneklerdir. Ancak bu tür mücadeleler, her zaman kesin bir düzlemde ve doğrusal bir ilerleyişle gerçekleşmez. Stratejik hamleler, halkların özlemleri ve mücadelelerinin içinde bulunduğu koşulları doğru analiz etmek, Marksist bir yaklaşımla aceleci yargılardan kaçınmayı gerektirir.

Bu bağlamda, halkların özgürlük mücadeleleri ve bağımsızlık süreçlerinde oluşturdukları ittifaklar, tarihsel bir bütünlük içinde değerlendirilmeli ve hareketin temsilcileri üzerinden incelenmelidir. Bu ittifaklar, yalnızca emperyalizme karşı stratejik birer araç olarak değil, aynı zamanda halkların geleceğini şekillendiren ilişkiler olarak ele alınmalıdır. Özgürlük hareketlerinin, emperyalizmin ekonomik ve politik çıkarlarıyla olan çatışması, Marksist bir çözümleme için önemli bir sorgulama alanıdır. Bu mücadelelerin, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle buluşmadığı durumlarda kalıcı bir dönüşüm sağlamasının zorluğu göz önünde bulundurulmalıdır.

Sınıf mücadelesinin somut örnekleri, uluslararası işçi dayanışmasında, çevre ülkelerdeki direniş hareketlerinde ve çokuluslu şirketlere karşı yürütülen mücadelelerde kendini açıkça gösterir. Göçmen işçilerin hak mücadelesi, ulusötesi sendikaların faaliyetleri, neo-kolonyalizm karşıtı direnişler ve IMF politikalarına karşı düzenlenen protestolar, bu mücadelenin çeşitli yüzleridir. Bangladeş’teki tekstil işçilerinin düşük ücretlere ve kötü çalışma koşullarına karşı başlattığı direnişler ya da Nike ve Apple gibi küresel markalara karşı adil ücret talepleri, işçi sınıfının ulusötesi boyutta hak arayışının çarpıcı örneklerindendir.

Teknolojik gelişmeler ise sınıf mücadelesinde yeni bir boyut yaratmıştır. Dijital proletarya, otomasyon ve işsizlik, bu mücadelenin sahih konularından biri haline gelmiştir. Çevrimiçi platformlarda çalışan işçiler –örneğin Uber ve Amazon işçileri– modern çağın yeni bir sınıf mücadelesi dinamiğini temsil eder. Robotik teknolojiler ve otomasyon, işçi sınıfı üzerindeki baskıyı artırırken burjuvazinin sermaye birikimini hızlandırır. Ancak bu gelişmeler, işçi sınıfı için yeni mücadele alanları yaratırken, dayanışma ağlarının dijital ortamda güçlenmesine de olanak tanır.

Marksist perspektiften uluslararası ilişkiler, yalnızca devletlerin ve uluslararası kuruluşların politikalarını analiz etmekle kalmaz; aynı zamanda bu politikaların ardındaki sınıf ilişkilerini, ekonomik sömürüyü ve halkların direnişlerini anlamayı amaçlar. Uluslararası sistemin ekonomik ve teknolojik dönüşümleri, bu mücadelenin yeni boyutlarını ortaya çıkarırken, işçi sınıfının ulusötesi dayanışmasının önemini bir kez daha gözler önüne serer. Halkların mücadelelerinin emperyalizme karşı başarıya ulaşmasının, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle birleşmeden kalıcı bir zafer kazanamayacağını bilerek hareket etmek, bu sürecin temel taşıdır.

Sonuç Olarak,

Uluslararası ilişkiler, Marksist bir perspektiften ele alındığında, yalnızca devletlerin veya kurumların mücadelesi olarak değil; halkların, sınıfların ve sermaye çıkarlarının çatıştığı dinamik bir sahne olarak yeniden tanımlanabilir. Halkların içinde bulundukları coğrafya ve tarihsel süreçler, uluslararası sistemdeki konumlarını belirlerken, sınıf mücadelesi bu süreçlerin temel belirleyicisidir. Marksist bir çerçeve, uluslararası ilişkilerin yüzeysel politik ve hukuki görünümünün ötesine geçerek, halkların sermaye karşısındaki direnişlerini ve bu direnişlerin küresel düzeydeki etkilerini anlamamıza olanak tanır.

Bu perspektif, uluslararası ilişkiler disiplinini halkların mücadelelerini merkeze alacak şekilde yeniden düşünmeyi mümkün kılar. Böyle bir yaklaşım, uluslararası ilişkileri gerçek bir organik bütünlük kazandırarak, halkların eşitlik, özgürlük ve dayanışma arayışlarını yansıtan bir analiz alanı haline getirebilir. Marksist teori, uluslararası sistemin sınıfsal ve ekonomik temellerini ortaya koyarak, halkların özgürlük mücadelelerini ve sınıf savaşlarını anlamak için güçlü bir araç sunar.

Küresel kapitalizmin krizlerinin derinleştiği bir dönemde, halkların kurduğu ittifaklar ve sınıf mücadelesi, uluslararası ilişkilerin statükosunu sarsacak bir potansiyele sahiptir. Bu potansiyel, yalnızca teorik bir tartışma konusu değil, aynı zamanda pratik bir dönüştürücü güçtür. Emekçilerin ve halkların eşitlikçi, sömürüsüz ve dayanışmaya dayalı bir dünya kurma tahayyülü, günümüz dünyasında her zamankinden daha fazla önem kazanmıştır. Bu tahayyül, uluslararası sistemin mevcut yapısını kökten değiştirmek için Marksist yaklaşımın teorik ve pratik bir rehber olarak yeniden merkeze alınmasını zorunlu kılar.

(1) Shashi Tharoor, Utanç İmparatorluğu: İngilizler Hindistan’da Ne Yaptı?, çev. Yusuf Selman İnanç (İstanbul: Kronik Kitap, 2023)
(2) Immanuel Wallerstein, Dünya-Sistemleri Analizi: Bir Giriş, çev. Ender Abadoğlu, Nuri Ersoy (İstanbul: Bgst Yayınları, 2011)
(3) Samir Amin, Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme, çev. Semih Lim (İstanbul: Yordam Kitap, 2018)
(4) Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev. Ekrem Ekici ( İstanbul: Kalkedon Yayınları, 2011)
(5) David Harvey, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, çev. Aylin Onocak (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2024)
  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
366AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin