“İradesi, hayatın daha büyük hedeflerini belirleme konusunda kısıtlanan ve karşılaştığı her şeyi basit bir araç olarak değerlendirmeye zorlanan bir rasyonel varlık için, geriye kalan tek amaç, bu indirgeyici sistemin devamlılığını sağlamaktır. Bu faaliyet, eskiden özerk bir ‘özne’nin faaliyetiydi. Ancak, öznelleşme süreci tüm felsefi kavramları derinden etkileyerek, bunların göreceli hale gelmesine ve daha kapsamlı bir düşünsel sistem içinde korunmalarına yol açmak yerine, basitçe kaydedilmesi gereken olgulara dönüştürmüştür. Bu durum, öznenin kendisi için de geçerlidir.”
Modernite, doğayı insan ihtiyaçlarına hizmet eden bir “nesneler yığını” olarak yeniden tanımlayarak, onun içsel değerini ve karmaşıklığını göz ardı etmiştir. Ekolojik yaklaşımdan çok egosantrik olan bu indirgemeci yaklaşım, doğanın sadece kullanılabilecek bir araç olarak görülmesine ve dolayısıyla sömürülmesine yol açmıştır. Aynı şekilde, insan da bu sistemde bir üretim aracı, bir tüketici ve bir pazarlama hedefi olarak konumlandırılmıştır.
Bireyselliğin yüceltilmesine rağmen, doğanın ve insanın nesneleştirilmesi, öznenin içsel dünyasının da yoksullaşmasına neden olmuştur. Öznellik, giderek tüketim nesnelerine sahiplik ve kimlikler üzerinden tanımlanır hale gelmiştir. Bireyler, sahip oldukları mal ve hizmetler aracılığıyla kendilerini ifade etmeye ve toplumsal bir kimlik inşa etmeye çalışmaktadırlar. Bu durum, öznenin içsel değerlerinden ve özgünlüğünden uzaklaşmasına ve bir tüketim nesnesine dönüşmesine yol açar.
Kapitalizm, bu süreçte merkezi bir rol oynamaktadır. Kâr maksimizasyonu amacıyla sürekli büyüme ve tüketim zorunluluğu yaratan kapitalist sistem, doğayı sömürürken, aynı zamanda insanları da sürekli tüketmeye teşvik eder. Bu durum, hem doğal kaynakların tükenmesine hem de insanın manevi ve psikolojik olarak tükenmesine yol açar.
Öznelliği yücelten modernite paradoksal bir şekilde özneyi de yok etmektedir. Kapitalist sistem, doğayı ve insanı sömürerek, hem doğal dünyayı tahrip etmekte hem de insanın özünü yok etmektedir. Bu durum, hem bireysel düzeyde hem de toplumsal düzeyde derin yaralar açmaktadır. Bu nedenle, daha sürdürülebilir ve insan merkezli bir yaşam biçimine geçiş yapmak için mevcut sistemi sorgulamak ve dönüştürmek gerekmektedir.
İnsanlar özgürlük arayışı içinde yaşadığı dünyanın kaderini de paylaşmaktadır. Doğa üzerinde insanın kurduğu egemenlik, insan üzerindeki egemenliği de tanımlayabilmektedir. Her bir birey dıştaki doğanın köleleştirilmesine katkıda bulunurken, bunu yapabilmek için kendi içindeki doğayı da boyunduruk altına alır. Egemenlik için egemenlik altına girebilmek zamanla kabul edilebilir bir noktaya gelir. Mutluluk, sağlık gibi terimler, tüketim araçlarıyla birlikte bazı elverişli koşullara sahip olmakla idealize edilir. Kendine yabancılaşan birey, araçları akılsallaştırırken, insan aklını da akıldışılaştırır. Böyle bir kendini silme, araçlara rasyonellik kazandırırken, insan hayatını akıldışı kılar. Mevcut sistem içerisinde insanın içindeki ve dışındaki doğanın köleleştirilmesi anlamlı bir amaç ve akılla gerçekleştirilmediğinden, doğanın kendisi de kazanılmış değil, sadece bastırılmış olur. Doğa üzerindeki egemenlik ve içsel yabancılaşma, insanlık için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Bu durumu aşmak için, insanın doğayla ve kendi iç dünyasıyla daha uyumlu bir ilişki kurması gerekmektedir. Bu, hem ekolojik sorunların çözümü hem de insanın daha mutlu ve anlamlı bir hayat sürmesi için gereklidir.
*Max Horkheimer- İnsan Doğa ve Egemenlik Yazısı da okunmalıdır.