Ahmed Saadawi’nin Frankenstein Bağdat’ta romanı, Irak’ın 2003 Amerikan işgali sonrasında yaşadığı toplumsal enkazı ve kimlik parçalanmasını, Şişma (Whatsitsname/Getiremedimadını) adlı canavar üzerinden anlatır. Hurda toplayıcısı Hadi’nin farklı mezheplerden ve etnik kökenlerden kurbanların uzuvlarını birleştirerek yarattığı Şişma, savaşın yarattığı öfke ve adaletsizlikle ruh kazanır ve kendisini oluşturan her bir parça için adalet arayışına girişir.
Ancak adalet arayışı kısa sürede şiddet sarmalına dönüşür. Her öldürdüğü kişinin parçasını alarak kendini tamir eden Şişma, artık duramaz. Şiddet, onun kendi seçtiği bir patika değil, varlığını sürdürebilmek için yapmak zorunda olduğu eylemdir. Kimin suçlu, kimin masum olduğu konusunda net çizginin kalmadığı savaş/sonrası dünyada, Şişma hem fail hem de kurbandır. Bir yandan savaşın yarattığı bir canavar, diğer yandan da savaşın yaralarının hâlâ kapanmadığı toplumda adaletin peşinden koşan trajik bir figürdür.
Saadawi’nin eseri yalnızca Irak’a değil, Suriye gibi savaş ve dış müdahalelerle parçalanmış tüm toplumlara ayna tutar; savaşın yarattığı kahramanlar, zamanla canavara dönüşürler. Saadawi kahraman ve canavar arasında seçim yapmamızı istemez, bizden Şişma gibi bir karakterin ortaya çıkmasına neden olan trajediyi hatırlamamızı ister. Bu korkunç savaşın ve sonrasının kazananı da dolayısıyla bir zafer de yoktur.
Suriye
Zafer dili
Zafer, savaşın kaosunu ve insani maliyetini kazananlar ve kaybedenler ikilemine indirgeyen makro aktörlere (hükümetler, ordular ve ideolojiler) ait bir sözcük. Hatırlarsanız, Rusya’nın savaşa doğrudan müdahil olması ve Esad rejiminin askeri başarılar elde etmesiyle birlikte, Beşar Esad‘ın Suriye’de zafer kazandığı yönündeki analizler 2017 sonrası dönemde gündeme gelmeye başlamıştı.
Esad’ın zafer kazandığı söylemleri, rejimin muhalif güçlere karşı üstünlük sağladığı ve Suriye topraklarının büyük bölümü üzerinde kontrolü sağladığı 2018 yılı sonrasında uluslararası medyada daha sık yer buldu (örneğin: Esad Suriye İç Savaşını Nasıl Kazandı?). Hatta The Economist, bundan sadece üç yıl önce “Esma Esad Suriye savaşının nasıl beklenmedik kazananı oldu” manşeti ile çıkacaktı.
Bu dönemden sonra (zafer kazandığı iddia edilen) Esad yönetimi hızla normalleşecek, hatta Suriye’nin askıya alınan Arap Birliği üyeliği, 7 Mayıs 2023’te Kahire’de düzenlenen Arap Birliği Dışişleri Bakanları toplantısında alınan kararla yeniden aktif hâle gelecekti.
Bu zafer söylemi, Baas rejiminin neden olduğu devasa insani maliyetleri ve iç savaşın Suriye halkına verdiği onarılamaz zararları örtbas etti. Toprak üstünlüğünü ve askeri başarıyı mutlak kazanç olarak gördü. Oysa Esad’ın “zaferi,” yalnızca bir ülkenin harap edilmesi ve toplumsal dokusunun parçalanması üzerine kazanılmış, ahlaken çürük ve sürdürülemez bir üstünlüktü. Nitekim sürdürülemedi.
Suriye’de yeni kazananlar: Güç dengesi ve bölgesel dinamikler
Esad’ın devrilmesinin ardından yeni kazananları ilan etmekte gecikmedik. Bu zafer anlatısına göre, Esad’ı deviren selefi gelenekten gelen HTŞ (Heyet Tahrir el-Şam), Ankara ile güçlü ilişkiler kurarak sahadaki etkisini artıran Suriye Milli Ordusu ve bölgedeki stratejik konumunu güçlendiren Türkiye, kazananlar arasındaydı. Listeyi oluşturanların siyasal pozisyonlarına bağlı olarak, bu kazananlar tablosuna İsrail ve Amerika gibi aktörler de ekleniyor ve böylece savaşın yeni güç dengesi tanımlanıyordu. Bu zafer dili zafer kazandığı düşünülen aktörlerin rolünü ve ağırlığını mutlaklaştırıyor, çok katmanlı, çok cepheli bir direnişi birkaç hafta içinde değişen bir denge üzerinden anlıyordu.
Üstelik tam da bu zafer dili son 13 yılını kendi ülkesinde ya da başka topraklarda sürgünde geçiren milyonlarca Suriyelinin ne yaşadığını anlamamızı imkânsız hâle getiriyordu.
2013 yılında hapse gireceğini haber alarak sadece gidiş bileti ve elinde tek bavulla ülkesini terk eden Amerika’da tanıştığım Suriyeli arkadaşım, Esad’ın devrildiği günün ertesinde şöyle diyecekti: “Bütün gece uyuyamadım. Nasıl hissedeceğimi bilemiyorum. Çok mutluyum ama çok da korkuyorum.” Sesinde (ve yüzünde) umut ve tedirginliğin iç içe geçtiği ve zafer anlatılarının basit diline meydan okuyan duygusal bir karmaşıklık vardı.
O ve onun gibi pek çok Suriyeli için Esad iktidarının çöküşü zaferle sonuçlanan bir kapanış ânı değil, kırılgan ve belirsiz (ama yine de umut dolu) bir başlangıçtı.
Umut ve korku
Suriye İç Savaşı, ABD’nin Irak işgaliyle zaten alevlenmiş olan etnik ve mezhepsel çatışmaları daha da derinleştirdi. Bu süreç, yalnızca Sünni, Şii ve Kürt toplulukları arasındaki fay hatlarını keskinleştirmekle kalmadı, aynı zamanda bu grupların içindeki rekabeti de artırdı. (Artık parçalanmış) kimlikleri temsil ettiğini iddia eden silahlı örgütlerin bir toprak üzerinde kontrol sağlayan “devletimsi” siyasi ve askeri yapılar hâline gelmesine zemin hazırladı.
Toby Matthiesen, savaşın ilk yıllarında kaleme aldığı The Sectarian Gulf (Mezhepsel Körfez) adlı kitabında, Suriye savaşının yalnızca bölgesel güç mücadeleleriyle sınırlı olmadığını, aynı zamanda bölge ülkelerinin iç güvenlik kaygıları ve tehdit algıları tarafından da şekillendiğini ifade eder. Örneğin, Türkiye, Suriye’deki Kürt özerkliğinin kendi Kürt meselesini derinleştireceği ve toprak bütünlüğünü tehdit edeceği endişesini taşır. Benzer şekilde, Suudi Arabistan gibi Körfez monarşileri; Şii liderliğindeki hareketleri, Sünni blokun liderliğine soyunan İhvan’ı ve demokratik reform taleplerini, kendi rejimlerine yönelik varoluşsal tehditler olarak görür. İran ise Suriye’de Sünni ağırlıklı grupların güç kazanmasını Şii hilalini çevreleyen bir kuşatma stratejisinin parçası olarak değerlendirir.
Bu kaygılar, Suriye’deki çatışma hatlarının derin etnik ve mezhepsel düşmanlıklarla iç içe geçerek vekâlet savaşına dönüşmesine neden olacaktı. Böylece savaş, yalnızca Ortadoğu devletlerinin bölgesel hegemonya için rekabet ettiği bir sahne değil, aynı zamanda aynı devletlerin kendi iç tehditlerini bastırmaya ve ulusal bütünlüklerini ve siyasal rejimlerini güçlendirmeye çalıştığı bir mücadele alanı hâline gelecekti.
Bu dinamikler bugün Suriye’de hâlâ var. Suriyeli Kürtler, savaş döneminde elde ettikleri kazanımlarının yok edilmesinden korkarken, Aleviler, varlıklarının Esad rejimi ile özdeşleştirilmesinden ve kimliklerinin onları hedef hâline getirebileceğinden endişe duyuyor. Şiiler, hayatlarının bölgesel ve uluslararası aktörlerce pazarlık unsuru hâline gelmesi nedeniyle güvencesizlik içinde yaşıyor. Sünni İslamcı aktörlerin yükselişi, seküler yaşamı savunanlarda, toplumsal çeşitliliğin tamamen yok olacağı korkusunu derinleştiriyor.
Tüm bunların ötesinde, bir zamanlar kahraman gibi görülen figürlerin, gücü ellerinde tutmak için canavarlara dönüşmesi ihtimali, toplumsal dokunun yeniden parçalanmasına dair daha büyük korku yaratıyor.
“Zafer” retoriği ise tam da bu muğlaklıkları ve derin korkuları örtbas ediyor. Umudu sadece mevcut güç dengelerine bağlarken, korkuyu gerici tepki olarak tanımlıyor.
Türkiye’deki Suriyeliler, sınır kapılarında
Güven ve adalet
Saadawi ile başlamıştım, onunla bitireyim. Çatışma sonrası toplumların iki temel ihtiyacı var: Güven ve adalet. Saadawi’nin Şişma’sı, bir yandan parçalanmış toplumsal dokunun yansıması, diğer yandan bu ihtiyaçların karşılanmadığı bir dünyada ortaya çıkan kaosun sembolü. Güven, bireylerin ve toplulukların kolektif kimlikleriyle korkmadan yaşayabilmesi demek. Ancak savaşın bitmesi, korkunun sona erdiği anlamına gelmiyor; çatışma sonrası toplumlarda güven inşa etmek, savaşın karmaşık gerçeklerini, yerleşik korkuları ve derin toplumsal yarılmaları anlamakla ve bunları giderecek güvenlik mekanizmaları inşa etmekle başlıyor.
Adalet ise çatışma sonrası toplumların en kırılgan ve en zor inşa edilen sütunu. Saadawi’nin romanı, adaletin yalnızca savaş sırasında işlenen suçların cezalandırılması ya da geçmişin yaralarının sarılmasıyla sınırlı olmadığını gösterir. Adalet, toplumun tüm kesimlerine insan onurunu yeniden kazandırmak ve herkesin eşit haklara sahip olduğu bir düzen kurmak anlamına gelir. Bu, kazananların kazançlarından feragat etmesini, zaferlerinin sınırlarını daraltmayı kabul etmelerini de gerektiriyor.
Suriye’de birden fazla ses, birden fazla gelecek hayali var. Mevcut durumda, Suriye’de inşa edilecek yeni rejimin gerçekte ne kadar demokratik olacağı belirsiz. Şam’da nüvelerini gördüğümüz iktidar yapılanması gücünü iç savaş sırasında silahlanmış gruplar, mezhepsel bağlar ve dış aktörlerle kurulan patronaj ilişkilerinden alan bir yapı üzerinden sürdürmeye hazırlanıyor gibi. Bu tarz rejimler bölgeye hiç de yabancı değil. Ancak bu yol izlendiği takdirde, Şişma gibi figürlerin ortaya çıkmasına yol açan trajediler kaçınılmaz olarak yeniden ortaya çıkacak.