Öleceğini bilerek yaşayan tek canlı insandır. Ömrün ölümle biteceği kesin, ne kadar, nasıl yaşanacağı ise belirsizdir. İnsandaki varoluşsal huzursuzluğun, “varlık anksiyetesi”nin temelinde bilinemezlik yatıyor.
Takıntı (obsesyon) düzeyindeki anksiyete, tıbbi yöntemlerle teşhis ve tedavi edilebilen zihinsel bir hastalık sayılıyor. Bireyin ruh sağlığına ilişkin tıp bilgileri üzerinden toplumsal olayları anlamak, açıklamak ve değiştirmek ise mümkün değil.
Varlık ve gelecek kaygısının, bireylerin ve toplulukların davranışlarını belirleyen korku ve güvensizliğe dönüşmesi, zamanımızın insan bilinci ve eylemiyle ilgili en yaşamsal ideolojik siyasal “girdi”lerinden birini oluşturuyor.
Dünyayı değiştirmek isteyenlerin, sorunun nedenleri, sonuçları ve aşma yolları üzerine düşünmeleri, tartışmaları gerekiyor.
*
Devletin şiddet ve baskı araçlarıyla büyürken toplumsal hizmet alanlarından çekildiği; devletlerarası ilişkilerin orman yasalarıyla, savaş ve silah yöntemleriyle yürütüldüğü; bilişim oligopollerinin elindeki denetim ve hükmetme araçlarının devasa ölçeklerde büyüdüğü; toplumsallığın, kolektif eylem, örgütlenme ve dayanışma kültürünün zayıfladığı; bunalım dönemlerinde hep olduğu gibi kötülüğün sıradanlaştığı; günlük yaşamda güvensizliğin, güvencesizliğin, geçinemezliğin çoğunluğun “yeni normali” durumuna geldiği vb. zamanlardan geçiyoruz.
Günümüzde öne çıkan, kritik önemde beş belirti ya da eğilime bakalım.
Bir: Kapitalizmin en büyük başarılarından biri, geçmiş ve gelecekten yalıtılmış bir şimdiki zaman algısını küresel ölçekte egemen kılmış olmasıdır. “Dünya bir gündür, o da bugündür” sözünde hazcı ve tarih dışı anlatımını bulan şimdicilik ideolojisi, hayal gücünü, daha iyi bir gelecek için eyleme geçme enerjisini dumura uğratıyor. Şimdinin aşılacağı, daha iyisinin olabileceği düşüncesinden yoksun, özgüveni sarsılmış insanda boyun eğme, güçlü olana sığınma refleksleri güçleniyor. Baskıcı, otoriter rejimlere verilen açık ya da zımni destek, en çok “daha kötüsü olabilir” korkusundan besleniyor. Dünü ve yarını olmayan bir şimdiki zaman algısı edilgenliğin, içe dönmenin, “kendisini kurtaran kaptan” bencil bireyciliğinin düşünsel döl yatağını oluşturuyor. Özellikle bizimki gibi ülkelerde, taşıdığı tüm çelişki ve sorunlara rağmen bu acımasız dünyada son sığınak gibi görünen ailenin çözülüşü durumu daha da katlanılmaz kılan etmenler arasında yerini alıyor.
İki: Başta yapay genel zekâ, bilişim teknolojilerindeki gelişmeler egemenlere, atom tanecikleri gibi saçılmış tek tek insanlara dışarıdan bilinç taşıma, her bireyi zihnine girerek tek tek yönetme gücü veriyor. İnsan, bugüne dek hiç olmadığı ölçülerde dışsal güçlerin denetim ve yönlendirme nesnesi haline gelmiştir. Başka bir anlatımla, birey ve topluluk olarak insanın kendi yazgısını belirleme erki, yapay zekâ algoritmaları, özel psikolojik yönlendirme yöntemleriyle de yok ediliyor. Henüz başlarında olduğumuz bu süreç çok hızlı ilerliyor.
Üç: Geleceği bilememe, kişisel ve topluluk düzeyinde “kötü talih” olasılığı, “kıyamet günü” metaforu, savaş ve iç savaşlarda yaşanmış kitlesel kırım sahneleri zihinlerdeki varlığını koruyor. İnsanlığı bekleyen tehlikelerin teorik olasılık olmakla kalmayıp, gerçek, pratik tehditlere dönüşmesi, göstere göstere gelen bu tehlikelere karşı hiçbir şey yapamamak kitlesel yılgınlık üretiyor. Günümüzde iklim krizinin gerçek ve güncel, nükleer silahların kullanılacağı bir dünya savaşının yakın tehdit oluşturması, “bir gün kıyamet kopabilir” genel söyleminden çok daha reel, etkili ve yakın bir korku kaynağıdır. İnsanları öldürmek için geliştirilen silah teknolojisi İonna Kuçuradi’nin sözleriyle “medeniyetin ilkelliği”ni dışa vururken, bir yandan da insanın dünyayı değiştirme istencini aşındıran, çaresizlik duygusunu büyüten bir işlev görüyor. Şu sıralar Gazze, Lübnan, birkaç gündür de Suriye hattında yoğunlaşan çatışma ve savaşları hiçbir şey yapamadan izlemenin kahredici çaresizliğini yaşamıyor muyuz? Baskıcı, otoriter ve totaliter rejimlere verilen kitlesel desteğin kamçısı çaresizlik ve dehşettir.
Dört: Gelir ve servet eşitsizliğinin tüm dünyada büyük bir yarılmaya doğru şiddetlenerek, ivmelenerek yol alması gelecek kaygısını çarpan etkisiyle çoğunluğun egemen ruh hali durumuna getiriyor.
Beş: Doğum oranlarındaki dramatik düşüş, yaşlı nüfustaki sıra dışı artış, dünyayı ilk kez nüfusun doğal afet ya da salgın hastalıklar nedeniyle değil, insanların kendi tercihlerinden dolayı azaldığı “depopülasyon çağı”na taşıdı. Çocuk sahibi olma isteği dünya genelinde düşüyor. Kuşkusuz, birden çok nedeni de var; kanımca en önemli nedenlerden biri, geleceği belirsiz dünyaya çocuk getirme sorumluluğundan kaçış güdüsüdür.
*
Yazının başlığına koyduğum Umut İlkesi, Ernst Bloch’un (1885-1997), 1954-1959 yılları arasında yazdığı iki ciltlik kitabın adı. Bloch bu kitabın bir yerinde, “Dünyanın sırrı bir tür kozmo-analitik çöp çukurunda değil, kazanılması gereken geleceğin ufkundadır” diye yazıyor.(1) Gelecek ufkunun, bugünkünden farklı bir yarını düşünmekle, ummakla başlayıp genişletilebileceğini savunuyor.
Umudun olmadığı yerde insan iradesiyle oldurulacak bir gelecek olamıyor. Varlık ve gelecek kaygısının panzehiri umut ilkesidir.
Umudu bir tür Polyanacılıktan, boş iyimserlikten farklı kılan, onun maddi dünyanın içindeki varlığıdır. Madde, yalnızca olanı değil, olanaklı olanı da içeren, henüz sonuçlanmamış hareket halinde, süreçsel bir oluşumdur. Geleceğin filizleneceği nesnel zemin ve kökler bugünün maddesinin içindedir.
Marx, sınıfsız bir toplumun ortaya çıkması için “gerekli maddi üretim koşullarıyla onlara tekabül eden işbirliği ilişkilerinin” varolan toplum içindeki “gizli varlığı”na 167 yıl önce Grundrisse’de işaret etmişti.(2)
Umudun maddi varlığını oluşum süreçlerindeki gizilgüç (potansiyel) ve eğilimlerde görebiliyoruz.
Gizilgüç, bir tür “gizli” varoluştur. Henüz gerçekleşememiş ama gerçekleşebilecek olandır. Maddenin hareketinde saklı nesnel-reel olanaklardır. Bugünün atomize edilmiş insanındaki “toplumsal birey” gizilgücünü buradan bakarsak görebiliriz.
Eğilim, maddi oluşum süreçlerindeki nesnel, istem dışı yönelişleri, olayların belli sonuçlara doğru ilerleyen diziliş ve akışını, toplumsal süreçlerin evrildiği doğrultuları anlatan bir kavramdır.
*
Yukarıda kısaca resmetmeye çalıştığım varlık ve gelecek anksiyetisinin yarattığı kısır döngünün dışına çıkabilmek için geçmişten bugüne, bugünden yarına uzanan yeni bir şimdiki zaman yaratmak, Bloch’un umut ilkesine yeniden hayat vermek gerekiyor.
Teorik, tarihsel, ekolojik ve pratik sınırlarına dayanmış bu dünyadan kurtuluşun yolu, verili sistemin bağrında maddileşen, yeni topluma geçiş olanaklarının görülmesinden, onlarla bütünleşen devrimci bir siyasetin inşa edilmesinden geçiyor.
Kurtuluşçu felsefenin gerçekleşmesini, umut ilkesinin hakikat olmasını sağlayacak bağ siyasettir. Çağın gerçekliğini düşüncede kavrayan, yeniden yorumlayan, bununla yetinmeyip pratiğin eylemli eleştirisiyle verili gerçekliği değiştirmeye yönelen devrimci sınıf siyaseti için ilke ve amaçlara bağlı, eylemli, çok boyutlu, kolektif bir yeniden üretme etkinliği gerekiyor.
Tutulacak halkalardan biri, değiştirilecek dünyayla tarih, sınıf ve sınır bilinciyle, umut ilkesiyle bağlanmaktır.
Umut ilkesinin tamamlayıcısı ahlâk ilkesidir.
Marx’ın anlatımıyla, insanı köleleştiren, aşağılayan tüm ilişkilerin yok edilmesi için mücadele ediyoruz. Bu, açıkça belirtelim, determinist bir yasallıkla değil, ahlâki bir bakışla tanımlanabilecek bir amaçtır.
Amaca bağlılık, amaç yolunda doğrultu tutarlılığı ahlâkımızdır.
Yine Marx’ın diliyle söylersek, insanlık olarak hâlâ tarih öncesinde yaşıyoruz. Bir insanlık tarihinin olup olmayacağı ise, bugünün insanları olarak bundan sonra ne yapacağımıza bağlı görünüyor.
NOTLAR:
(1) Ernst Bloch, Umut İlkesi Cilt 1, Çeviren: Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2020, s.168
(2) Karl Marx, Grundrisse, Çeviren: Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, Ekim 1979, s. 233-234
Yeniçağ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.