Annan Planı sonrasıydı.
Benim gibi uykuyu çok seven bir insan günde 4-5 saatlik uyku ile yaşıyordu.
Hep bir şeylerin peşindeydim.
Hayatla, zamanla yarışıyordum.
Her sabah 5.00’da kalkıp günlük siyasi haberleri İngilizceye çeviriyordum.
Haberler 7.00’da internette yayımlanacak şekilde hazır oluyordu.
Sonra hızla hazırlanıp kırsal kalkınma, tarım, sosyal politikalar gibi konuların AB müktesebatı ile uyumlaştırılmasına katkı koymak için bir merkezde yoğun bir tempoda çalışıyordum.
Ve tüm bunlar varken Master üstü tezimi yazıyordum. Güney Tirol örneği üzerinden birleşik bir Kıbrıs’ın mümkün olup olamayacağı üzerine bir çalışmaydı bu.
Arada da rahatlamak için bahçede ekip biçiyordum. Bilenler bilir, annemle ve babamla yaşadığım evin ön ve arka bahçeleri çiçeklerle kaplıydı hep.
Ve belki de en önemlisi çok severek ve inanarak kurduğumuz POST isimli derneğimizin etkinliklerine ve “barış kültürünün inşası” üzerine yaptığımız çalışmalara katkı koymaya çalışıyordum.
Barış eğitimi, barış kültürü gibi terimlerin adada (kuzey & güney) ilk bizler tarafından kullanılmaya başlandığını da söylemekten çekinmeyeceğim.
2000’li yılların başında vatan haini ilan edilmişliğimiz de var yürekli bir şekilde birleştirmek istediğimiz için ülkemizi.
Sosyal ve kültürel anlamda da durmuyorduk. Avrupa film festivalleri, insan hakları söyleşileri düzenliyorduk. Kitap okumaları yapıyorduk. Ve daha pek çok şey.
Mutluydum ama aşırı derecede yoğundum.
Sonra elime nasıl olduysa gecikmeli bir kitap geçti: Lafargue’ın Tembellik Hakkı.
Kitabı elime aldığımı ve bir solukta okuduğumu çok iyi hatırlıyorum.
Hatta kitabı kapadığım zaman yüzümde oluşan o gülümsemeyi de. Hani bazen bir aydınlanma yaşar ya insan, işte öyle oluvermişti bana o gün.
Lafargue, her ne kadar kapitalizmin ezme kültürü üzerine kurulmuş yapısını eleştirip işçi haklarından (8 saat uyku, 8 saat çalışma, 8 saat dinlenme) bahsetse de ben daha kişisel şeyler buldum kitabın içinde.
Bir kere durmanın da dinlenmenin de çalışmak kadar değerli olduğunu anladım.
Hatta kimi durumlarda bunların daha da değerli olduğunu…
Durdum.
Cidden bir süre yavaşlattım tempomu.
Tabii 20li yaşların sonunda insan pek çok şeyi bildiğini ve değiştirebileceğini düşünür.
Ben de öyle idim.
O yüzden biraz dursam da en fazla altı ay ara verebiliyor sonra vicdan azabı ile yine yoğun tempoların içine koyuyordum kendimi.
Malum, kaybedecek zaman yoktu. Hep bir şeyleri iyileştirmek lazımdı.
Ve uzunca bir süre bu böyle gitti.
Yoruldukça durdum, durdukça vicdan azabı çektim, yeniden yoğunlaştım.
Genellikle yıllar birkaç yıl yoğunluk altı ay yavaşlama ile geçti.
Ama artık öyle değil.
Şimdiki kafam çok farklı.
Durdukça daha üretken olabileceğimizi görüyorum artık.
Durdukça, düşündükçe, kendimize, sevdiklerimize zaman ayırdıkça daha verimli oluyor insan beyni.
Hasta olduk Deniz ile.
Bu haftayı hep dinlenerek geçirdik.
Virüs dönemi anlaşılan.
Biz de nasibimizi aldık.
Ama öyle güzel geldi ki bu eve kapanma hali!
Durunca hatırladım, o günleri.
Ve şimdi ne kadar farklı bir kafada olduğumu.
Hatta bir şey itiraf edeyim mi size?
Anlamıyorum artık günlük politikaları.
Sevdiklerimin çoğu politika ile iç içe ve onların anlattıklarını bile anlamıyorum çoğu zaman.
Ve bir şey daha itiraf edeyim mi?
Bu daha sağlıklı bence.
Daha huzurlu.
Tabii ki üç maymunu oynamaktan bahsetmiyorum.
Ama bahsettiğim şey siyasi oyunları anlamaya çalışmaktan vazgeçmek.
Ve son not: Sanat! Sen ne güzel şeysin.