Geçtiğimiz cuma gününden bu yana yaşanan şaşırtıcı tarihsel olayları gözlemlerken ilk aklıma gelen şey, Suriye’nin Esad ailesinin rejimi altında dönüştüğü hapishane toplumunun cehenneminden kurtulan mahpusların rahatlama ve sevinç görüntüleri oldu. Ayrıca, Suriyeli ailelerin yıllar önce kaçmak zorunda kaldıkları kasabaları ve evleri ziyaret etmek için ansızın, ister Suriye’nin başka bir bölgesinden, ister Ürdün, Lübnan veya Türkiye’den olsun, yakınlardaki sürgün yerlerinden geri dönebildiklerini gördüğümüzde duygularımız da coştu. Buna, Suriye’yi çevreleyen ülkelerde ve Avrupa’da yaşayan milyonlarca Suriyeli mültecinin, sadece bir ziyaret için bile olsa, anavatanlarına dönme hayalinin, birkaç gün önce imkânsız görünen bu hayalin artık gerçekleşebilir görünmeye başladığını da ekleyin.
“Esad hanedanlık rejimi daha 15 yıl önce çökmüştü bile”
Şimdi, Arapça bir atasözünde dendiği gibi, sevindikten sonra düşünceye dalma zamanı geldi. Geleceğin ne getireceğini öngörmeye çalışmak için şimdiye kadar neler olduğunu düşünelim. Öncelikle, nefret dolu Esad rejimini destekleyen ve onun Suriye halkının iradesini temsil ettiğini ve ona karşı çıkan herkesin bölgesel veya uluslararası bir yabancı gücün paralı askeri olduğunu iddia edenlere ve ayrıca, kendi topraklarındaki Siyonist işgale karşı yarım yüzyıldır parmağını bile oynatmayan, Filistin Kurtuluş Örgütü ve Lübnan Ulusal Hareketi ittifakı güçlerini bastırmak ve mezhepçi Lübnan Hristiyan sağının güçlerini kurtarmak için 1976’da Lübnan’a müdahale eden ve 1990’da ABD ve Suudi krallığının önderliğindeki Irak’la savaş cephesine katılan bu rejimin “direniş ekseni”nin atan kalbi olduğunu iddia edenlere dikkat çekmekte- hakikatlerin, nefret dolu Esad rejiminin Suriye topraklarındaki beş yabancı işgalciden sadece ikisi sayesinde ayakta kaldığını kesin olarak kanıtladığını belirtmekte- fayda var.
Gerçek şu ki, 2013’te özellikle Lübnan Hizbullah’ı aracılığıyla başlayan İran müdahalesi, 2015’te başlayan Rus müdahalesi ve ayrıca Suriye muhalefetinin İsrail Hava Kuvvetleri’ne karşı kullanılabileceği korkusuyla herhangi bir uçaksavar silahı almasını engelleyen ABD’nin vetosu -bu üç faktör- olmasaydı, Esad rejimi 2013’te ve yine 2015’te uçurumun kenarında olduğu halde İran tarafından kurtarılmış olmasa on yılı aşkın bir zaman önce düşmüş olurdu. Açık gerçek şu ki, dış destek kuruduğunda, rejim, iplerini elinde tutan gücün terk ettiği herhangi bir “kukla rejim” gibi çöktü. Böyle bir çöküşün son çarpıcı örneği, ABD güçlerinin 2021’de desteklemekten vazgeçmesi ardından, Taliban’ın ilerlemesi karşısında Kabil’deki kukla rejimin başına gelenlerdi.
“Rusya ve İran iplerini bırakınca kukla rejim Afganistan’daki gibi çöktü”
Böylece, Rusya, Ukrayna işgalinin bataklığına saplanıp kaldığı için Suriye’deki güçlerinin çoğunu geri çektikten sonra (İsrail kaynaklarına göre Moskova Suriye’de sadece 15 askeri uçak bıraktı) ve Lübnan Hizbullah’ı, yeni Genel Sekreterinin umutsuzca “2006’da elde edilen zaferi aşan büyük bir zafer” olarak göstermeye çalıştığı ve bu sefer müttefiki Suriye’yi kurtarmasını engelleyen ağır yenilgiye uğradıktan sonra, tüm bunlar olurken İran, İsrail’in kendisine yönelik saldırganlığının tırmanması ve ABD’nin doğrudan buna katılması olasılığının korkusuyla ihtiyatlı yaklaşımını sürdürüyordu. Donald Trump’ın Beyaz Saray’a dönmesinin ardı sıra – bu gerçeklerin bir araya gelmesiyle, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) eline geçen bu fırsatı Halep’ten başlayarak rejim ve müttefiklerinin kontrolündeki bölgelere saldırı başlatmak için değerlendirince Suriye kukla rejimi Afganistan’daki muadili gibi çöktü.
“HTŞ Talibanla karşılaştırılamayacak kadar zayıf”
Ancak Afganistan ve Suriye vakaları arasındaki büyük fark, HTŞ’nin Taliban’ın kendi ülkesinin kontrolünü ele geçirdiği zamankinden çok daha zayıf olmasıdır. Esad hanedan rejiminin güçleri, karşılarında güçlü bir düşman olduğu korkusundan değil, artık onları rejimi savunmaya teşvik edecek hiçbir şey olmadığı için çöktü. Esad ailesinin mensup olduğu Alevi azınlığı kullanarak mezhepsel bir temelde inşa edilen ordunun, özellikle askerlerin maaşlarının satın alma gücünün hayat pahalılığına yenilmesine yol açan koşullar altında artık Esad ailesinin tüm ülkeyi elinde tutması uğruna savaşmasını sağlayacak hiçbir özendirici kalmamıştı. Rejimin son dakikada maaşlara yüzde elli zam yapmaya yönelik sefil girişimi de hiçbir şeyi değiştiremedi. Sonuç olarak, Suriye’deki mevcut durum, Taliban’ın zaferinden sonra Afganistan’daki durumdan çok farklıydı. HTŞ, Suriye topraklarının yalnızca bir kısmını kontrol ediyor ve özellikle rejimin HTŞ’nin Güney Operasyon Odası güçleri ulaşmadan önce çöktüğü başkent Şam çevresindeki bölge başta olmak üzere bazı bölgelerde kontrolü kırılgan.
“Suriye artık düşman kuvvetler arasında bölünmüş bir ülke”
Suriye artık heterojen, hatta düşman güçlerin kontrolü altında birkaç bölgeye bölünmüş durumda. İlk olarak, Siyonist devletin işgal ettiği Golan Tepeleri var. Burada, işgal ettiği ve 1981’de resmen ilhak ettiği toprakları Suriye rejiminin kontrolündeki topraklardan ayıran tampon bölgeye genişleme fırsatını yakaladı. Hava kuvvetleri, yerini alacakların ele geçirmesini engellemek için, iflas etmiş rejimin bazı önemli askeri kapasitesini yok etmeye başladı. Ayrıca, HTŞ’nin şu anda kuzeyde ve merkezde kontrol ettiği geniş bir alan var. Ancak bu kontrolün genel olarak ve özellikle Alevi dağlarını da içeren kıyı bölgesini kapsadığı da oldukça şüpheli. Sonra, kuzey sınırında Türk işgali altında olan ve “Suriye Milli Ordusu”nun (daha doğrusu “Türk-Suriye Ordusu” olarak adlandırılmalı) konuşlandırılmasıyla birlikte [ortaya çıkan] iki bölge var; Fırat Nehri’nin doğusunda, Kürt hareketinin hakim olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin kontrolünde, HTŞ’nin kesinlikle kendi tarafına çekmeye çalışacağı bazı Arap aşiretleriyle ittifak halinde, ABD güçlerinin koruması altında önemli bir alan; Fırat Nehri’nin batısında, Suriye Milli Ordusu’nun kontrolünde, yine ABD’ye bağlı ve Suriye toprakları içinde, Ürdün ve Irak sınırlarına yakın, el-Tanf’taki ABD üssünün etrafında merkezlenmiş büyük bir alan; ve son olarak, Esad rejimine karşı isyan eden ve bir kısmı Rus himayesi altında olan Deraa bölgesindeki güçlerin ve Süveyda bölgesindeki halk hareketinden çıkan güçlerin, halk demokratik hareketine en yakın bağlantılı silahlı Suriye Arap grubu olan Güney Harekât Odası’nı oluşturmak üzere bir araya geldiği güney bölgesi.
“Muhalif güçlerin tek otorite altında toplanması olasılığı sıfır”
Peki, işler bundan sonra nereye varabilir?
İlk gözlem, Kürt hareketini bir kenara bırakıp kendimizi Arap gruplarıyla sınırlasak bile, tüm bu grupların tek bir otoriteye boyun eğmeyi kabul etme olasılığının neredeyse sıfır olduğudur. HTŞ ile uzun süredir ilişkisi olan ve HTŞ’nin kuzeybatı Suriye’deki İdlib bölgesinde tutunmasının mümkün olmayacağı Türkiye bile, Kürt hareketini engelleme hedefine ulaşmadığı sürece işgalini ve kuklalarını terk etmeyecektir.
“El-Culani’nin cihatçılıktan demokrasiye dönmesi bir hayal”
İkinci gözlem, HTŞ ve Ahmed el-Şaraa’nın -namıdiğer el-Culani’nin- Selefi cihatçılığından mezhepsel olmayan demokrasiye dönüşmesini umut eden veya inananların, hayal gördüklerini fark etmeye başladıklarıdır. Gerçek şu ki, HTŞ, deri değiştirip demokratik, mezhepçi olmayan bir geleceğe açılma iddiasında bulunmasaydı, çöken rejimin güçlerinin yerine oturamazdı. Aksi takdirde, Humus’tan Şam’a kadar yerel güçler, ister çökmüş rejimin kanatları altındayken olsun, ister ondan kurtulduktan sonra olsun, buna şiddetle karşı koyardı.
“Daha sekiz ay önce İdlib halkı el-Culani’ye karşı ayaklanmıştı”
Şimdi, el-Culani’nin İdlib bölgesini yöneten “Kurtuluş Hükümeti”ni yeni Suriye hükümetine dönüştürdüğünü iddia etme acelesi, kendisinden bir koalisyon hükümeti çağrısı yapmasını bekleyenlerin umutlarını boşa çıkararak, insanların aklında kalması gereken bir gerçeği vurguluyor: İdlib bölgesi sakinleri, sadece sekiz ay önce HTŞ’nin istibdadına karşı gösterilere girişmiş, el-Culani’nin devrilmesini, baskıcı aygıtlarının dağıtılmasını ve hapishanelerindeki tutukluların serbest bırakılmasını istemişlerdi.
“Suriyeli mültecileri geri göndermeye başlamayın, çile henüz bitmedi”
Son olarak, zalimin devrilmesine duyulan sevinç, çeşitli Avrupa hükümetlerinin Suriyeli sığınma başvurularını değerlendirmeyi bırakma aceleciliğini ve özellikle Lübnan, Türkiye ve bazı Avrupa ülkelerinin, Suriyeli mültecileri sınır dışı etmeyi ve Esad rejiminin sonlandırılması bahanesiyle zorla Suriye’ye geri göndermeyi düşünmeye başlamalarını göz ardı etmemize neden olmamalıdır.
Suriye, 54 yıl önce (Hafız Esad’ın 1970 darbesiyle) başlayan ve 13 yıl önce (2011 halk ayaklanmasından sonra) trajik bir şekilde kötüleşen uzun tarihi çilesinden henüz kurtulmuş değil. Tüm ülkeler Suriyelilere tanınan sığınma hakkına saygı göstermeye devam etmeli ve bunu talep eden Suriyelilere vermeyi düşünmeye devam etmelidir.
Yeniçağ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.