Yelda Erçandırlı - Doç. Dr. Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi; Doktora sonrası araştırmacı, Leeds Üniversitesi
1995’ten bu yana her yıl Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne taraf devletlerin bir araya gelerek düzenlediği COP İklim Zirvelerinin 29’uncusu (COP29) bu yıl ekonomisinin yüzde 60’ını petrol ve doğalgazlar oluşturan Azerbaycan’ın ev sahipliğinde Bakû’de yapıldı. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in Zirvenin açılışında ülkesindeki doğalgazlardan “Allah vergisi” olarak bahsetmesi, önümüzdeki on yıl içinde gaz üretimini üçte bir oranında artırma planını açıklamasının yanı sıra çevre aktivistlerini susturmaya yönelik aldığı tedbirlerin hiçbirisi Azerbaycan’ın mevcut iklim politikalarından bağımsız değil.
İlk dikkat çeken gelişme Ulusal Katkı Beyanları Sentez Raporu oldu. Bu rapor 2030’a kadar ülkelerin taahhüt ettikleri emisyon azaltımlarını içeriyor. Devletler, bu raporda sunulan taahhütleri yerine getirmiş olsalar bile 2019 emisyon düzeylerine göre 2030’a kadar %2,6 oranında emisyonlarda azaltım olacağı, bunun ise 2015 Paris İklim Anlaşmasında belirlenen hedeflerden oldukça uzak olduğu dikkat çekiyor. Aralık 2015’te Paris’te COP21 için dünya liderlerinin toplanmasının hemen ardından Ocak 2016’da, Yeryüzü’nün ortalama sıcaklığı 1951-1980 dönemine göre 1,15°C daha yüksekti. Paris İklim Anlaşması imzalanırken gezegen sanayi öncesi seviyelerin 1,5°C üzerinde bir ısınmanın tam eşiğinde duruyordu. Eğer mevcut küresel emisyon oranlarıyla devam edilirse, yirmi yıldan kısa bir süre içinde dünyanın trilyonuncu metrik ton kümülatif karbon emisyonuna ulaşarak gezegenin –geri döndürülemez– mevcut kapasitesini aşacağı öngörülüyor. Gezegenin geri döndürülemez koşulları “iklim gerçekliğini” ve yarın çok geç olmadan radikal toplumsal bir değişimin zorunluluğuna işaret ediyor.
Buna uygun olarak Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli Başkanı Jim Skea mevcut politikaların devamı halinde bu yüzyılda 3°C artışla ısınmanın gerçekleşebileceğini; ancak, sera gazı emisyonlarının azaltımı için özellikle rüzgâr ve güneş olmak üzere “yenilenebilir enerji” sektöründeki potansiyellerin değerlendirilmesi durumunda ise 2030’a kadar birçok iyileşmenin kaydedilebileceğine değindi. Geçtiğimiz yıldan daha belirgin bir şekilde, bu yıl, COP29’da devletler iklim gerçekliğini bir kez daha göz ardı ederek yeşil dönüşümün rekabet koşullarından, zorunluluğundan ve sınırlarından bahsettiler.
YEŞİL DÖNÜŞÜMDE DÖNÜŞTÜRÜLECEK OLAN NEDİR?
Kapitalist devletler, iklim felaketiyle yüzleşmek yerine ekosistemlerin metalaştırılmasının ve piyasalaştırılmasının devamı olarak görülebilecek projelerle yeşil dönüşümü ortaya attılar. Yeşil dönüşüm, bir yandan kapitalist tüketimciliği ve yönetişim sistemlerini genişletip kapitalist sınıflara yeni fırsatlar yaratırken diğer yandan fosil yakıt, maden çıkarma endüstrilerine karşı radikal bir dönüşümü engellemek için tasarlanmış gibi görünüyor. Yeşil dönüşüm elektrikli araçlarla, telefonlar ve çevre dostu binalar/akıllı şehirler ile yeni pazarlar oluştururken biyoenerji, elektrikli araçlar, rüzgâr, güneş ile aslında devletlerarasındaki hegemonik mücadeleleri yeniden üretiyor. Dijital altyapı platin, gümüş, bakır ve alüminyum gibi ciddi miktarda maden çıkarılmasını, elektrikli araçlar ise lityum iyon talebini zorunlu kılar. Küresel güneş paneli ve rüzgâr türbini atıklarının ise geri dönüşümü düşünüldüğü gibi mümkün olmamakta, çoğunlukla bu atıklar yakılarak yok edilmeye çalışılmaktadır.
Yeşil dönüşümün radikal bir toplumsal dönüşümü önlemek ve mevcut sistemi devam ettirebilmek amacıyla piyasa ve sermaye genişlemesi sağladığını açıkça söyleyebiliriz. Enerji elde ediliş biçimi (rüzgâr, su, güneş ya da fosil) toplumsal ilişkilerin üretimiyle, mekânla ve mübadele ilişkilerinin oluşturulması ile doğrudan ilişkilidir. Andreas Malm’ın bize hatırlattığı üzere yenilenebilir enerji ile fosil yakıtlar arasındaki ayrım 19.yüzyıl İngiltere’sinde Sanayileşme ile ortaya çıktı ise kapitalist üretim tarzının değişmeden iklim gerçekliğine uygun bir dönüşüm olamayacağını da belirtmemiz gerekiyor. Gerçekten de yeşil dönüşüm, yeşil ekonomi gibi terimler 1973 Petrol Krizi sonrasında Amerika’daki düşünce kuruluşlarında ortaya atılmıştır; yeşil dönüşümle “yeni” birincil enerji kaynaklar üretiliyorsa o halde dönüşen sadece birikim rejimidir. Aşağıda detaylandıracağım üzere COP29’daki gelişmeler yeşil dönüşümün yeni bir birikim rejimi olduğunu doğrular nitelikte.
İKLİM FİNANSMANI: HEGEMONİK-EMPERYALİST SADAKACILIĞA DEVAM!
Geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu yıl da iklim finansmanı meselesi yani iklim krizi ile mücadele edebilmek ve gereken dönüşüm için paranın sağlanması zirvenin en önemli gündemlerinden birini oluşturdu. İklim finansmanı talebinde bulunan ülkeler, İklim Zirvelerinde farklı gruplarla hareket etmekte olup, hedeflenen iklim planlarının uygulanabilmesi için yıllık 1 trilyon dolar ile 1,3 trilyon dolara ihtiyaçları olduğunu belirtiyorlar. Ayrıca, eşitsiz gelişimin en zayıf halkaları iklim değişikliğinin ağır sonuçlarına adapte olamayan küçük ada ülkeleri yeni oluşturulmuş bir kayıp ve hasar fonu da talep ediyor.
Kapitalist devletler COP14’te alınan bir karara uygun olarak yıllık 100 milyar dolar ödeme yaptıklarını iddia ediyorlar. Oysa yakın tarihte yayınlanan bir BM raporu kalkınmakta olan ülkelerin iklim değişikliğine yol açan dönüşüm ve uyum için 187 ila 359 trilyon dolara ihtiyaç duyduğuna işaret ediyor. Uluslararası Çevre ve Kalkınma Enstitüsü Direktörü Tom Mitchel’in belirttiği üzere “Şu andaki iklim finansı düzeyi, dünyanın karşılaştığı sorunun büyüklüğü düşünüldüğünde çok gerilerde kalıyor”. Bu durum sömürenlerin yeşil dönüşümü mümkün kılmak, kendi aralarında rekabet koşullarını yeniden düzeltmek için verdikleri bir sadakanın ötesine geçemiyor. En nihayetinde sözde yeşil kalkınma sağlansa bile söz konusu dönüşümün ekolojik yıkıma karşı daha hassas olan ülkeler için yeni bağımlılıklar, üretime yeniden el koyma, sömürü ilişkileri ile çerçevelendiğini de belirtmeliyiz. Mevcut kapitalist devletler sisteminde iklim finansmanı iyi ihtimalle sermaye birikimi modellerini yapısal olarak değiştirerek, küresel olarak daha hassas olan toplumların ürettiği değerin kapitalist/emperyalist bloglara transferini hızlandırmada merkezî bir rol oynayacaktır.
TÜRKİYE VE İKLİM GERÇEKLİĞİNİN BİR KEZ DAHA GÖZ ARDI EDİLMESİ
Konferansta dikkatlerimizi çeken bir başka gelişme Türkiye’nin 2053 Uzun Vadeli İklim Strateji Belgesini BM ile paylaşması oldu. Strateji belgesine göre Türkiye ortaya koyduğu hedefleri gerçekleştirmek için 2035 yılına kadar yenilenebilir enerjiye 59 milyar dolar, enerji depolamaya 2,5 milyar dolar yatırım yapması planlıyor. Strateji belgesinde en çok dikkat çeken ifadelerden biri “kalkınma önceliklerinden taviz vermeden” “net sıfır” hale gelme hedefidir. Net sıfır, bir yerde emisyon üretirken başka yerde ağaç sayısını yeryüzünde tarım arazisi bırakmayacak genişlikte artırarak, gerçekçi olmayan atık yönetimi ile ya da karbon tutma ve yakalama gibi diğer ileri-teknolojik yöntemlerle emisyonun azaltılmasına deniyor ve bilgi üretimini, teknolojik gelişmeyi elinde tutan kapitalist/emperyalist blokun çıkarlarını korumaya devam eden bir uygulama olarak adlandırılıyor.
Öte yandan Çevre ve Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’un, yeşil dönüşüm kapsamında yenilenebilir enerji payının %50’ye çıkarılacağını açıklaması, Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın komşularla ticaret için zorunlu tuttuğu düzenlemelere uygun görünüyor. Geçen yıla benzer şekilde Türkiye’nin iklim gerçekliği karşısındaki konumu, sermayenin beklentileri ile iktidarın yeni finansal fırsatlar arayışlarını kapsıyor. Türkiye “geçiş”, “kalkınma öncelikleri” gibi ifadelerle kömürde ve diğer madencilik alanlarında ısrar ederek, bölgesel hegemonya arayışlarının devamı olarak çevresel-teknolojik iyimserliğe dolayısıyla kapitalist sınıfın sürdürülebilir kalkınma kavramı altında sermaye birikiminin gelişimine kapıları daha da açmaktadır.
Son olarak iklim aktivistlerini daha da endişelendiren bir gelişme olarak Türkiye, geçtiğimiz yıl COP28’te duyurulan nükleer enerji kapasitesini 2050’ye kadar üç katına çıkarma deklarasyonuna bu yıl imza attı. Çok ciddi miktarda radyoaktif kirliliğe neden olan nükleer enerji artışı ile insani güvenliği tamamen göz ardı ediyor. Türkiye nükleer enerji kapasitesini artırma isteğinin arkasında ucuz olmasının yanı sıra Avrupa Komisyonu’un ekolojik olmayan nükleer enerji kararı varmış gibi görünüyor. Ucuz nükleer enerjide ısrarcı olmak da yeşil dönüşümün sadece bir masaldan ibaret olduğunu gösteriyor.
JEOMÜHENDİSLİK YARIŞI
Temiz enerjiye geçişten, aşırı iklim olaylarına dayanıklı altyapıya, erken uyarı sistemlerinden, kuraklığa dayanıklı tarım ürünlerine birçok alanda dönüşümün “net sıfır” iklim planlarının hedeflenmesi iklim finansmanı meselesinin yanı sıra jeomühendislik (veya iklim mühendisliği) arayışı çağrıları yapıyor. En nihayetinde kapitalist sınıflar aşırı ısınmanın sonuçlarını yönetmek için ikincil, yedek önlemler almak zorundalar. Jeomühendislik teknolojileri, yeryüzü sistemine büyük ölçekli ve kasıtlı müdahaleleri mümkün kılmayı amaçlayan bir B planı olarak sunuluyor. Doğa üzerinde insan yönetim ve kontrolünü daha etkin kılarak üretimde herhangi bir değişikliğe başvurmadan hem sermaye birikimine dayalı büyüme devam edebilecek hem de küresel ısınmaya çözüm bulunabileceği düşünülüyor. Büyük bir volkanik patlamanın etkisini taklit eden bir güneş kalkanının, dünya yüzeyine ulaşan güneş radyosyonu miktarını azaltması ve böylece gezegeni soğutacak şekilde istenildiği gibi ayarlanabileceği savunuluyor. Jeomühendislik projelerinin teknik detaylarındaki belirsizlikler nedeniyle test edilip edilmeyeceği ya da bunların nasıl yapılacağına kim tarafından karar verileceği hem siyasi hem de tartışmalı bir meseledir. John Bellamy Foster, Andreas Malm gibi düşünürler jeomühendisliğin küresel ısınmaya karşı baskın bir strateji olarak kullanılmasının insanlık için ölümcül olabileceğini ifade ediyorlar. Böyle bir eylemin maliyetinin, gelecek nesillere getireceği yükün ve canlı çeşitliliğine yönelik tehditlerin oldukça büyük olduğu düşünülüyor.
Yok edici tehlikelerine rağmen Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin en son değerlendirme raporları da karbondioksitin atmosferden uzaklaştırılmasına ve güneş ışınlarının daha fazlasını uzaya geri yansıtarak Yeryüzü’nün soğutulmasına yönelik jeomühendislik yöntemlerini içeriyor. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin bu değerlendirmesi jeomühendisliğin artık ana akım siyasete ve bilime girdiğinin göstergesidir.
Bu açıdan ana akım çevre siyasetinin ürünü COP’ları iklim gerçekliğine bir çözüm arayışı olarak görmek oldukça yanlış olacaktır. COP29, daha önceki yıllarda olduğu gibi, iklim gerçekliğinden oldukça uzak bir yörüngede, iklim değişikliğine karşı daha kırılgan toplumları öncelemeden, kapitalist ekonomi politiğin gölgesinde, sosyo-ekolojik zorunlulukları yatıştırmak ve görmezden gelerek her geçen gün jeomühendislik gibi tehlikeli bir yola daha da yaklaştırarak tamamlandı. Konferans gezegenden ziyade sermayeyi kurtarmayı amaçlayan, iklim değişikliği kaynaklı birikim ve hegemonya krizlerine sosyo-ekolojik çözümün bir parçası olmanın ötesine “her zaman olduğu gibi” geçemedi.
Yeniçağ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.