Sınır görevlilerinden nefret ederim. Gerçi bütün görevlilerden nefret ediyorum galiba. Bu görevlilere özgü şahsi bir şey değil. Her ne kadar bir süre sonra oralarda çalışanların kendi yüzleri bile sınırlara benziyor, ya mayın döşeniyor göz aralarına, ya dikenli teller çekiliyor dudaklarının üstüne ama nefretim vazifelerine…
Bundan daha da fazla sınırların kendisinden nefret ediyorum tabii ki ve bu sadece ideolojik olarak da değil pratikte de çok fazla sınır aştığımdan -ki bunu sanırım her mana da söylüyorum- ortaya bir nefret silsilesi çıkıyor. Ne yazık ki bu durum onlardan çok daha fazla söz etmemize neden oluyor. Nasıl ki yoksulların konuştuklarının çoğu para üzerine ise kağıtsızların ya da yetersiz kağıtlıların konuştuklarının çoğu da kağıtlar, evraklar, pasaportlar filandır.
Geçenlerde Fas’ta bir tren kompartımanında iki Faslı, bir Moritanya’lı, bir Cezayir asıllı İspanyol yani doğuştan muteber sınır ve oturum kağıtlarına sahip olmayanlar neredeyse dört saat kadar geçen yolculukta hep vize, oturum, sınırlar ve sınır görevlileri konuştuk. Zenginin parası nasıl züğürdün çenesini yorarsa kağıtsızların ya da muteber olmayan kağıt, pasaport sahiplerinin çenelerinin yorulma nedeni de bu. Hele hem de parasızsan durum daha da vahim… Yurt dışında yaşayan arkadaşlar iyi bilir. Bir konuşmada henüz on dakika sonra konu senin kağıtlarına, pasaportuna, oturumuna gelir. Yeni oturum ya da vatandaşlık almış olanlar, uyurken bile yakınlarına koydukları kağıtlarına bakadururlar. Koluna yeni saat takmış çocuklar gibi sık sık saatin sorulmasını beklerler. Sistemin hayatımızı nasıl da hadımlaştırdığının bir başka boyutudur bu.
Aslında çok değil birinci dünya savaşından önce mesela Avrupa’da pasaportlar filan yoktu. Elini kolunu sallaya sallaya her yere gidiyordun. –Jean – Jacques Rousseau’nun anılarını okuyordum. Paris’ten Napoli’ye gidiyordu. Yürüyerek. Üç ayda. Ne uzun ve kısa işlemlerle ulaşabileceği izin kağıtlarına, ne tekrar hemen geri dönmek zorunda olduğu prangalı mesai saatlerine, yıllık izinlere, tatil olduğu için sevmek zorunda kaldığımız dini ya da devlet bayramlarına ihtiyacı yoktu. Ve gerçekten geziyordu. Posta kolisi gibi bir yerden diğerine paketlenip ve kemerlenip gönderilmiyordu. Ayrıca yazmadan geçemiyorum yürüyecek yeri vardı. Sadece otomobil ve ulaşım tekellerine terk edilmemişti dünya!-
Şimdi ise gittikçe hücrelerimize sızan devlet, parmak izi kontrolleri, göz retinası fotoğrafları ile bütün dünya kaçabilmesi zor bir cezaevine dönüştü. Kafka yıllar önce anlatıyordu; ”Bürokrat için insanca ilişkiler değil, yalnızca nesne ilişkileri vardır. İnsan evrağa dönüşür. Evrağa verilen sayı ile belirgin kılınan, ölmüş bir varlık olarak evrağın akışına girer. Bu varlık, şahsen çağrıldığı zaman bile bir kişi değil, yalnızca ‘olay’dır. ‘Konu’ ile ilgili olmayan ne varsa akıp gitmiştir. Resmi dairelerin koridorları aşağılanma kokar. Sigara içmek kesinlikle yasaktır. Bu yasağın kapsamına soluk almak da girer. Buna karşılık yürek çarpıntısına izin vardır, dahası çarpıntı olması istenen bir şeydir. Her türlü ümit uçup gider. Kapıdan kapıya gönderilen kişiye suçluluk duygusu aşılanır. Buraya giren, yalnızca bir vizite kâğıdı ya da pasaportunun uzatılmasını istese bile kendini suçlu duyumsar. En iyi olasılıkla bir dilek sahibidir, aslında ise suçludur.’…
Yani ne diyebilirim ki size; Boyunuz devrilsin devletler, sadık mensupları ve sınır boyları…