“Hıristiyan-Ortodoks bir ailenin öğrenci kızı; ama her şeyden önce Lübnanlıydım. O zamanlar henüz çocuktum; yaşadığım toprakların üzerinde beliren bu yabancı varlığa karşı savaşa girmiş ve sorgulanıp yargılanmadan, ne kadar kalacağımı bilmediğim bir zindana atılarak özgürlüğümün bedelini ömrümün on yılıyla ödemiştim.”
*
İsrail’in Lübnan’a yönelik işgal geçmişi bizi uzun bir yolculuğa çıkarıyor. Öyle ki Lübnan’ın siyonistler tarafından egemenliğinin bir şekilde tanınmadığı ve askeri olarak zapt etmeye çalıştıkları zamanları bir araya getirirsek eğer, geriye pek fazla bir şey kalmıyor. Lübnan iç savaşına doğrudan müdahale ettiği 1978 işgalini 1982 izler. İkinci işgal çok daha kalıcı olur. Çeşitli kukla yönetimler ile birlikte İsrail, Lübnan toprakları üzerindeki hakimiyetini 2000 yılına kadar sürdürür. Daha sonra 2006’da güney Lübnan’daki direniş gücü Hizbullah’a karşı bir savaşa ve işgale kalkışır ancak askeri açıdan beklediğini alamadan Lübnan’ı terk eder. Şimdi ise Lübnan beşinci kez, İsrail ordusunun işgali ile karşı karşıya. Henüz çok kısa bir süre geçmiş olmasına karşın siyonistlerin Lübnan’a getirdiği yıkım, dehşet verici düzeyde.
İstikrarlı olarak karşımıza çıkan siyonist saldırganlık, Lübnan’ın işgal tarihini anlatan pek çok sembolik yer yaratıyor. Örneğin bugünlerde İsrail bombalarının dövdüğü, savaşın cephe hattındaki Kiam kasabası. Öyle ki Güney Lübnan’daki bu kasabanın ismi, kimsenin içeriden haber alamadığı, işkenceleri ile ünlü Kiam Gözaltıevi ile tanınıyor. İsrail güdümündeki Kiam Gözaltıevi, hiçbir yargı sürecinin işletilmemesi dolayısıyla ‘gözaltıevi’ olarak tanımlanıyor. İsrail’in Lübnan’daki maaşlı kuklaları Güney Lübnan Ordusu’nun (GLO) işletmesindeki Kiam Gözaltıevi, İsrail ordusunun 2000’de Lübnan’dan çekilmesiyle birlikte özgürleşir. Yıllar boyu çığlık seslerinin geldiği binadaki zindanların kilitleri, 2000 baharında köylülerin akınıyla birlikte kırılır.
Ancak burası sadece çekilen acılarla değil, cesaret ve direnişle de hafızalara kazınan bir çukur.
Bu direnişçilerden biri, henüz yirmi bir yaşında Kiam’a adım atıp, hayatının on yılını türlü işkenceler ile burada geçiren Suha Beşara’dır. Lübnan Komünist Partisi üyesi Beşara, GLO’nun bir numaralı ismi Antoine Lahad’a yönelik ustaca planlanan bir suikast düzenler. Her şey Güney Lübnan’daki hayatından sıkılan Lahad’ın Beyrutlu eşinin, eğlenmek için aerobik dersleri almak istemesiyle başlar. Zira aerobik öğretmenliğine Beşara talip olur.
Fakat şimdilik burada duralım.
Başlarken “İsrail halihazırda vahşetini Filistin’e, Lübnan’a ve tüm bölgeye saçıyorken durup geçmişte kalmış bir hikayeyi tekrar okumanın ne faydası var? Şimdiki zamanda yeterince ‘hikaye’ yok mu?” diye düşünenler olabilir. Elbette vahşetin gerçekliğini görmek için en önemli ihtiyacımız ‘bugün’. Ancak aynı vahşete boyut kazandırmak için geçmişe bir o kadar ihtiyacımız var. Suha Beşara’nın hikayesi bu anlamda dikkat çekici. Öyle ki hayatını, verdiği savaşı, gördüğü işkenceleri, tecritte çektiği çileleri kaleme aldığı bir kitap var. Direnişçi* ismiyle Türkçe’ye çevrilen bu kitapta Beşara’nın anlattıkları, bize sadece cesur bir komünist savaşçıyı anlatmıyor, aynı zamanda o savaşçının İsrail’e karşı verdiği mücadelenin aradan geçen yıllara nasıl da meydan okuyabileceğini gösteriyor. İşgalcinin Lübnan politikasını nasıl kurduğuna dair ipuçları veriyor. Dilerseniz Beşara’nın hikayesini, kendi kalemini takip ederek dinleyelim.
**
Her biyografinin ilk cümlesi, doğal olarak doğum günüyle başlar. Genelde gün ve ay ansiklopedik bir detay olduğu için kabaca yılı belirtmek yeterlidir. Ancak Beşara’nın biyografisi diğerlerinden biraz daha farklı. “Doğduğumuz gün hayatımızı etkiler mi? 15 Haziran 1967’de dünyaya geldiğime göre bu soruyu kendime sorabilirdim. Arap dünyası için bozgun anlamına gelen bir günde doğmuştum” diyen Beşara, Mısır lideri Cemal Abdülnasır önderliğindeki Arap ordularının İsrail’e karşı uğradıkları ağır yenilginin üzerindeki sembolik etkisinden söz ediyor.
Bu etkiyi hissetmesinin nedeni, basitçe bir tesadüften öte içine doğduğu ailedir. Güney Lübnan’da, İsrail kontrolündeki topraklara sadece birkaç kilometre uzaklıktaki Deyr Mimas köyünde, Ortodoks Hıristiyan bir ailede dünyaya gelen Beşara’nın babası komünist bir sendikacıdır. Ancak Beşaralarda asıl örgütlü isim amcadır. Beşara, bunu “Militan amcam Nayef ve feminist karısı Naula sayesinde savaşın kargaşası içinde, sonunda asla pişman olmayacağım düşünceleri, dava kavramını keşfettim” ifadeleri ile açıklıyor.
Ancak hayatındaki asıl dönüm noktası Beyrut’ta aldığı eğitim olur. Derslerinde ve sporda kayda değer bir başarı sergileyerek sivrilen Beşara, Lübnan’ın prestijli okullarından biri olan Fahr-el Din’de eğitim görür. Okul, siyasi olarak da son derece aktiftir. Burada LKP ile yakından bağı olan Genç Demokratlar Birliği’ne dahil olur.
**
Çok geçmeden eğitim hayatı, iç savaş ile birlikte sekteye uğrar. Bu süre içerisinde her Lübnanlı gibi onun da yaşamı tepetaklak olur. Yaş aldıkça yaralıların tedavisi gibi görevler üstlense de onun için asıl görevler sahadan bilinçli olarak uzaklaşıp kimliğini gizlediği yıllarda başlayacaktır. Fakat kendi hikayesine gelmeden önce Beşara’nın Lübnan İç Savaşı’na dair bir izlenimini paylaşalım. Onlarca yıl sürecek olan iç savaşın ilk günlerine dair şöyle yazıyor:
“Savaş kendi sözcüklerini zorla kabul ettirdi. Birkaç haftada ‘sniper’ın, ‘yersiz’in, ‘sığınmacı’nın ne anlama geldiğini öğrenecektik. Onlar da bizim gibi bombardıman yüzünden evlerinden olan insanlardı. Lübnan toprakları üzerinde, güneyde İsrail tarafından sınırları belirlenmiş toprakların, kuzey sınırını belirlemek üzere ordu tarafından işgal edilmesi üzerine, sığınmacıların sayısı on binleri aşmıştı. Beyrut’ta evlerini boşaltıp savaştan kaçanlarla o evleri ele geçirenler arasında umutsuzluk ve yoksunluk yüzünden sürekli bir yer ve durum değişikliği yaşanıyordu.”
Bugün, İsrail işgali ile birlikte aynı kavramların tekrar tedavüle girdiğini görüyoruz. Üzerinde iplerle bağlanmış bavullarla arabaların oluşturduğu konvoylar, bir şekilde ‘yersizlerin’ ve ‘sığınmacıların’ belli bir zamana ait olmadığını Lübnan’a devamlı hatırlatıyor. Bugün Lübnan nüfusunun yüzde 30’u yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldı.
**
İsrail’in Lübnan’ı işgali ise Beşara için çok daha büyük bir dönüm noktası olur. İsrail’in 1982 yılında başlattığı ve uzun yıllar doğrudan ya da dolaylı olarak sürecek olan işgali Beşara yine ilk günlere odaklanarak açıklıyor:
“Haziran’ın 3’ünü 4’üne bağlayan gece, İsrail’in İngiltere Büyükelçisi Şlomo Arnov, bir suikastta ağır yaralanmıştı. Örgüt, operasyonu yapanları suçlayıp yargılamadı; ama buna rağmen İsrail hemen FKÖ’yü [Filistin Kurtuluş Örgütü] suçladı. Her zamanki gibi ülkenin güneyinde geniş misilleme hareketlerine başladılar. Buna karşılık FKÖ de Yukarı Celile’yi bombaladı. BM Güvenlik Konseyi ateşkes çağrısı yapsa da 5 Haziran’da General Ariel Şaron komutasındaki İsrail zırhlıları ülkeme girdiler. ‘Celile Barış Harekatı’ başlamıştı. Beyrut’ta bir işgale dönüşecek bu hareket nedeniyle önceleri kimse paniğe kapılmamıştı. Artık bıkıp usanmıştık; çünkü İsrail, Lübnan toprağına ilk defa girmiyordu. Olağandışı yollara başvursalar bile tehlikeyi önceden anlayamamıştık. Lübnanlı birçok siyasetçi bir şeyden çok emindi: İsrailliler, Filistinli ayrılıkçıları ‘temizlemek’ için Güney Lübnan’da askeri birliklerini arttırmış; ama daha sonra görevi tampon bölgedeki milislere bırakarak hemen sınırın gerisine çekilmişlerdi.”
Öyle olmadı. İsrail 2000 yılına kadar Güney Lübnan’daki egemenliğini sürdürdü. Ancak Beşara’nın gözlemleri bugüne dair de bazı paralel refleksleri işaret ediyor: ‘Geçici’ ve ‘sınırlı’ bir operasyon yaptığını iddia eden İsrail, sadece Güney Lübnan’daki sınır köylerini işgal etmekle kalmıyor, baştan aşağı tüm ülkeyi ve hatta bölgeyi savaş alanına çeviriyor. Hatta yeri geliyor Baalbek gibi kentlerin dahi tahliyesini emrediyor. Kimileri ise egemenliği delik deşik edilen bir ülkeye yönelik barbarca saldırı açıkken çareyi ‘İsrail’in amacı Lübnan’ı Hizbullah’tan temizlemek’ diyerek bir bahaneye tutunmakta buluyor.
**
İşgal ve direniş gündemi Lübnan’da şiddetini arttırdıkça Beşara’nın da LKP ile ilişkisi kuvvetlenir. Ancak partinin hevesli bir genç olan Beşara için planları başkadır. Güneyli ve Hıristiyan bir aileden gelen Beşara’nın işgal altındaki memleketine dönmesi ve orada ilişkilerini geliştirmesi kararlaştırılır. Zira sahip olduğu bu arkaplanla işgal bölgesinde kurulan İsrail tarafından yönetilen işbirlikçi askeri idareden bilgi toplaması mümkün görülür. Beşara’nın da yetenekleri bu arka planla birleşince kabaca bir strateji belirlenir. Öyle ki aldığı çeşitli eğitimlerin ardından parti çevresindeki ilişkileri sınırlanır, hatta kendine bir maske edinir. Artık o görünürde ‘apolitik, aklı havada bir genç’tir:
“Temmuz 1987’den sonra, daha açık bir görevle Güney’e gittim. Üç hedef belirlenmişti: Güney Lübnan Ordusu’ndan bir ayrılma, kopma düşüncesi çok rağbet görüyordu. Kukla lideri devirmek, kontrolü ceplerinde ‘hür’ bir devlet isteyen Saad Haddad’ı püskürten İsrail’i yıkmak için en iyi çareydi bu. Hedeflere en kolay yoldan nasıl ulaşılabileceğini yerinde incelemekle görevlendirildim. Bağlantı kurmak için her yolu deniyor ve birbiri ardına her türlü tören ve şölen davetlerini kabul ediyordum. Mercayun yakınlarındaki Hasbiya şehrinin güvenlik servisine gittikçe daha yaklaşıyordum. Konuştuğum hiç kimse benden kesinlikle kuşkulanmıyordu. İkbal avcılığı mı, yoksa daha başka bir şey miydi bu? Herkes belli kalıpların, kibarlık gösterilerinin arkasına sığınıp kendini denetliyordu.”
Bir süre sonra kimliğini iyice gizleyen Beşara, Mercayun’da kültür ve spor kulübünde çalışmaya başlar. Burada GLO’nun lideri Antoine Lahad’ın eşinin aerobik öğretmeni aradığı söylenince hemen konuya atılır. Beyrut’un zengin Hıristiyan semti Eşrefiye’den gelen Minerve Lahad’ın, herkesin herkesi tanıdığı Güney Lübnan’daki günleri ‘sıkıcı’ geçmektedir. Minerve Lahad ile el sıkıştıktan sonra Beyrut’ta LKP’nin yetkilisiyle buluşan Beşara, zamanı geldiğinde kullanacağı silahını teslim alır.
Daha sonrası Beşara için planlandığı gibi gider. Lahad’ların evinde verdiği dersler Beşara’nın aile hayatına girmesini mümkün kılar. Ona çocuklarını emanet edecek kadar güvenirler. Tabii Antoine Lahad ile de sık sık bir arada bulunma fırsatı olur. Kendisi hakkında bazı şüphelerin ortaya çıktığını hissettikten sonra doğru anın geldiğini düşünür:
“Sağımda oturan [Antoine] Lahad, tartışmayı sürdürüyordu. Bakışları bir an bana takıldı. Beni merakla süzmeye başladı. Ayaklarımın dibinde duran çantayı kendime doğru çektim. Çok sakindim. Minerve’ye, benden istemiş olduğu kasetleri ve anahtarları getirdiğimi söyleyerek elimi çantaya daldırdım. Bakışlarından gizlediğim silahın kabzasını sağ elimle kavrayıp, çok doğal bir hareketle silahı çantadan çıkardım. Kolumu hemen milis komutanına doğru uzattım; sol elimle bileğimi tutuyordum. Kalbine nişan almaya çalıştım. Tetiğe bastım, kurşunun milis komutanının haki asker ceketini deldiğini görür gibi oldum. Antoine Lahad, [LKP’li] Rabih’in de bana söylediği gibi ayaklarının üstünde bir an doğruldu. Dudaklarından ‘Rezil kaltak!’ sözleri fışkırdı. Kararlaştırdığımız gibi tetiği ikinci kez çektim. Sendeledi. Salonda hayat bir an durdu.”
**
Daha sonra Beşara, Lahad’ın korumalarınca yakalanır. Lübnan Direniş Örgütü ve LKP üyesi olduğunu dile getirir. Ardından işkence ve tacizle dolu korkunç saatler, günler, haftalar ve aylar başlar. Bir süre İsrail’de sorgulanmasına karşın nihayet kendi deyimiyle ‘canlılar dünyasından çıkartılmış tutukluların bulunduğu’ Kiam’a gönderilir. Elektrikle, dondurucu soğuklarla, dayakla, tacizle geçen günlerde Beşara’nın aklına ilginç bir düşünce takılır, artık kimliğini gizlemek zorunda değildir:
“Kuşku çekmeyen sıradan öğrenci maskesinden bir anda kurtuluvermiştim. Uzun bir şizofreni içinde yaşadım, kimliğimi açıklayamadım, [LKP’li] M.A. ve Rabih dışında kimseye güvenmedim. Aylarca yalan söylemiş, kendimi gizlemiş ve aldatmıştım. Antoine Lahad’a ateş ettiğimden beri, artık kim olduğumu ne düşündüğümü söyleyebilirdim.”
Dünyanın geri kalanından soyutlanan Beşara, işkenceden artakalan vaktini tecrit hücresinde geçirirken Lahad apar topar İsrail’e nakledilir. Vücuduna isabet eden zehirli mermiler olmasına karşın İsrailli doktorların seferberliğinde Lahad, kısmi felçli de olsa bir şekilde hayatta kalır. İşkenceciler bu ‘müjdeyi’ Beşara’ya verdiklerinde aklından şunlar geçer:
“Hayal kırıklığına uğramamıştım; çünkü her şeye rağmen amacımıza ulaşmıştık. İsraillilerin uyguladığı sistemin güçsüzlüğünü ortaya çıkarmış; ne onların ne de müttefiklerinin, işgal bölgesindeki hiçbir yerde rahat olamayacaklarını kanıtlamıştık.”
**
Hakkında yürütülen özgürlük kampanyasının sonuç vermesiyle birlikte Beşara 1998’de serbest bırakılır. Kiam’ın özgürleşmesi içinse iki yıl daha geçmesi gerekir. Daha sonra bina müze olarak kullanılır. Ancak 2006’daki İsrail işgali sırasında müze İsrail ordusu tarafından yerle bir edilir.
Yirmi bir yaşında Lübnan’ın en kötü şöhretli işkencehanesine giren ve hayatının büyük bir bölümünü cezaevinde geçiren birinin başını her şeye rağmen dik tutabilmesi, dışarıyla tüm ilişkileri kesilmişken akıl sağlığını koruyabilmesi hiç de kolay bir şey değildir. Beşara sadece silahını bir katile doğrultma cesareti gösterdiği için değil, onca işkenceye, fiziksel ve psikolojik şiddete ve kendisine uzatılan işbirlikçilik eline karşı geri adım atmamayı başarabildiği için Lübnan için büyük bir direnişçidir.
Kimileri için o ‘suça bulaştırılmış’ ya da ‘beyni yıkanmış’ bir fanatiktir. Bir savaşçı genç ve özellikle de kadın olunca maalesef böylesi kalıplarla sık sık karşılaşabiliyoruz. Oysa Beşara, kitabının sonunda sanki sık sık karşılaştığı bu ithamlara cevap veriyor. Üstelik verdiği cevap, sadece kendi hikayesine ait değil. Dün olduğu gibi bugün de Lübnan’da kendi istediği yönetimi kurmak isteyen ve bu amaç doğrultusunda taş taş üstünde bırakmayan İsrail, aynı soykırım savaşına devam ederken Beşara’nın sözleri daha da anlamlı hale geliyor. Biz de onun sözleriyle bitirelim:
“Ülkem için ölme fikrini kabul etmiştim. Kendimi bütün yeryüzüne, bütün insanlığa bağlı hissediyordum. Lübnan’da doğmuş, büyümüştüm. Bu toprağa aittim. Ülkem, benim için soluduğum hava kadar saf ve yalındı. Barışın değerini, ancak onu yitirdiğimiz zaman anlıyoruz ne yazık ki. Beni, bu topraktan sürgün etmek istemişlerdi. Böylece savaşın bir çocuğu olmuştum. İşgal altında, bir geçiş belgesine, sokağa çıkma yasağına bağlı olarak büyümenin, özgürlükten ve kimlikten yoksun yaşamanın ne demek olduğunu anlamak gerek. Çevremdeki katliamlar ve cinayetten yayılan kan, bir anda kendi kanımın bağrından akmaya başlamıştı. Direnişe katılmaya karar vermiştim. Hiçbir öğreti; davasına inanmayanı, onu anlamamış olanı, onu sonuna kadar yaşamaya karar vermemiş olanı eyleme zorlayamaz. Beni nelerin beklediğini biliyordum. Direniş güçlerine katıldığımda, ancak dört yıllık bir arayışın sonunda oraya giden yalnız ben değildim. Aileler, arkadaşlar, halk, beni ben yapan herkes benim yanımdaydı. Aynı şekilde ben de kendi adıma, tek başıma harekete geçmemiştim. Bütün Lübnanlıların yanımda olduklarını düşünüyordum. Yaptığım hareket onlara gönderdiğim bir mesajdı. İç savaşın çılgınlığı içinde, gerçek düşmana gönderilmiş bir direniş mesajıydı (…). Yaptığım şeyi yarınki çocuklarımız için, onları ağaç gölgelerinde oyun oynarken görebilmek ve çınlayan sevinç çığlıklarını duyabilmek için yaptım.”
* Direnişçi, Suha Beşara (Fransızcadan Çeviren: Nuriye Yiğitler), Gendaş Kültür