Oğuz Atay, tüm yazın yaşamı boyunca “Türkiye’nin ruhu”nu aradı. Bu ruhun içinde tarih de vardı, siyaset de; ama en çok ve belki de en yoğun haliyle duygu vardı. Atay’a göre Türkiye, neresine bakılırsa hemen karşımıza çıkıveren duygularla dolu bir ülkeydi. Duygulardan, hele hele içli, sulu, yapışkan duygulardan ölesiye nefret etmesine rağmen edebiyatımızın en duygulu yazarlarından biri olmasının, yani bilinci ile varlığı arasındaki çelişkiyi yazınında da cisimleştirmesinin nedeni de tam olarak buralı olması, tıka basa duygu dolu olan bu topraklara ait olmasıdır belki de.
Günlük’ünde önerdiği bakış açısı da bu duygululuğu işaret eder: “İnsanımıza, geri kalmış ya da az gelişmiş değil; fakir düşmüş, yani gücünü kaybetmiş bir varlık olarak bakmak.”[1] Yani, onu salt iktisadi ölçeklerle, sosyolojik kategorilerle veyahut bilimsel terimlerle anlamanın ötesine geçmek; ondaki kaybın, horlanmanın, yenilmişliğin, incinmişliğin, alay edilmişliğin duygusunu da anlamak.
Duyguların öznel karakteri, ona dair kuşkuculuğun da en büyük kaynağı aslında. Gerçekten de yapısı itibariyle öznel bir deneyimden yoğrulmuş duyguların verdiği fikir, bilgi ya da anlam ne kadar güvenilir olabilir? Elbette, “son derece” değil. Öte yandan, duyguların öznellikle olan bağı, aynı zamanda onun bize anlatacağı, aktaracağı, yansıtacağı şeye esas gücünü ve önemini kazandıran özelliği. Duyguların öznelliği, onun sınıfsal olanın insanlar tarafından nasıl deneyimlendiği ile ilgili olduğunu anlatır ve bu deneyimden çıkan her sonuç doğru ya da tutarlı olmasa da deneyimin bizzat kendisi yok sayılamayacak denli önemlidir.
Çünkü, duyguları olduğu kadar bilinci de yaratan şey aynı deneyimdir. Deneyim, bazı kısımlarıyla duygu bazı kısımlarıyla bilinç üreten bir makine değildir; duyguların ve bilincin farklı farklı kaynakları olmak şöyle dursun bunlar çoğunlukla aynı malzemeden üretilir. Aynı deneyimin nasıl hem duygu hem bilinç ürettiği, bu esnada duygunun ve bilincin nasıl birbirine karıştığı ve birbirini çarpıttığı, birbirini bütünlediği ve parçaladığı, birbirini aydınlattığı ve kararttığı anlaşılmayı, en azından kafa yorulmayı hak eden sorular.
Dahası, bu sorular etrafında yürütülecek bir düşünme süreci sosyalist hareket açısından da gayet mühim. Tüm siyasal ve tarihsel varlığını işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesine bağlamış olan sosyalist hareket, bu yolla hem sınıfı anlama çabalarını aşırı derecede basitleştirmemiş hem de sınıfla kurulacak temasın yüzeyini bir hayli genişletmiş olur. Sınıfı salt emek sürecindeki işleviyle düşünen, ona baktığında yalnızca “emek gücü” gören, işçiyi de doyurulması gereken bir mideye indirgeyen bir bakış tarzı yerine daha bütüncül ve daha canlı, daha “duygulu” bir bakış açısına ulaşabilir. Ve haliyle, sınıfın bilincinin de örgütlülüğünün de geliştirilmesi için başvurduğu yolların arasına yenilerini, kullandığı dilin yanına daha samimisini ekleyebilir.
***
Maalesef, sosyalist hareket ile işçi sınıfı arasındaki ilişkiler zayıfladıkça, sınıfı salt bir beden olarak düşünen yaklaşımların boy vermesi kolaylaşıyor. Bilinçli ya da kuramsal tercihlerden ziyade alışkanlığın gücünden ve ezberlerin konforundan kaynaklanan bu tutum, sosyalistlerle sınıf arasındaki ilişkiyi daha da karikatürleştirmekten, daha da mekanikleştirmekten, daha da tekdüzeleştirmekten başka bir sonuca yol açmıyor.
İşçi sınıfının nasıl tanımlanacağı konusu Marksist kuramda son derece açık bir biçimde ele alınmış durumda oysa. Buna göre, sınıf tanımının ilk ve temel ölçütü üretim ilişkilerinde tutulan konumdur. Dikkat edilirse, burada emek sürecinden değil üretim ilişkilerinden söz edilmektedir. Bu anlamda işçinin mesleği, sektörü, geliri, hatta fiilen istihdam edilip edilmediği bile sınıf tanımının temel ölçütü olarak değerlendirilmez. Temel ölçüt üretim araçlarından koparılmış, yani mülksüzleştirilmiş ve yaşamını sürdürebilmek için emek gücünü satmak zorunda bırakılmış, yani proleterleştirilmiş olmaktır.
Ancak, bu temel ölçüt, bize sadece tanımın, hatta belki de ayrımın ilkesini verir. Gerçekte ise sınıfın somut niteliklerini ortaya çıkarabilmek için mülksüzleştirilme ve proleterleştirilme süreçlerinin hem tarihsel hem güncel deneyimlerini izlememiz, bunları bir süreklilik ve derinlik parantezinde incelememiz gerekir. Süreklilik parantezi şunu ifade eder: Mülksüzleştirilme de proleterleştirilme de bir kerede olup bitmiş süreçler değil kapitalizmde devamlı yeniden üretilen, bu anlamda “bir kere değil bin kere öldüren” süreçlerdir. Derinlik parantezi ise şunu ifade eder: İşçi mülksüzleştirilmeyi de proleterleştirilmeyi de salt piyasa aktörü, meslek profesyoneli, yani emek gücü satıcısı olarak değil, aynı zamanda insani varlığının tümüne nüfuz eden bir tarzda, değerler ve kültürel normlarla, hatta duygularla birlikte deneyimler.
Sınıf tanımının temel ölçütü olan mülksüzleştirilme ve proleterleştirilme, bu anlamda, hızla bütünsel bir deneyimin kapısını açar. Çünkü sınıf, üretim ilişkileri içindeki bir konum değil, o konumdan kurulan, hatta o konumun zorunluluğuyla kurulan bir ilişkidir. Bu ilişki, bir kere kurulduğunda da emek sürecinin sınırlarının ötesine taşıp tüm toplumsallığa yayılır. Sınıf, sadece bir kavram ya da kategori değil “insan ilişkilerinde gerçekten olan bir şey”dir[2] ve insanlar bu ilişkiyi salt rasyonel aktörler olarak değil aynı zamanda duygusal varlıklar olarak deneyimler. Sınıf bilincinin de nihai kaynağı bu deneyimin kendisidir. Haliyle bu deneyimin ürettiği rasyonel biçimler kadar duygusal biçimler de sınıf bilincinde az ya da çok iz bırakır. Hatta, bir adım daha ötesine geçerek şunu söyleyebiliriz: Deneyim, onun hem rasyonel hem duygusal biçimleri, sınıf bilincinin gelişmesine engel olabileceği gibi, onun gelişmesinin itici gücü de olabilir.
***
Sınıf mücadelesi ve sınıf bilinci konuları tam da burada önem kazanıyor.
Eğer sınıf ilişkilerini ve sınıf mücadelesini emek sürecine sıkıştırmanın, yani bir biçimde yalıtıp kompartımanlaştırmanın imkanı yoksa, sınıf ilişkileri ve mücadelesi toplumsal bütünlüğün tamamına içkinse, o zaman toplumsal yapı içinde sınıf ilişkisi ve mücadelesinin kendisini göstermediği izole bölmeler yoktur. Bu anlamda sınıf mücadelesi de ekonomik, siyasal, ideolojik, kültürel, ahlaki, estetik boyutlar taşıyan; kendisini tüm bu farklı toplumsal etkinlik alanlarında açık ya da örtük, sert ya da ılımlı, kökten ya da tedrici olarak yeniden üreten bir içerik ve nitelik taşır. Bu genişlikteki bir ilişkinin deneyimlenme tarzları da olabildiğince çeşitlilik gösterir elbette. Bu deneyimlenme tarzlarının içinde duygusal olanları da ihmal edilemeyecek niteliğe ve öneme sahiptir. Konu sınıf mücadeleleri olunca, “duygusal” sözcüğü kulağa biraz garip geliyor olabilir. O nedenle, istenirse, söz konusu durumu anlatmak için Thompson’ın “politika-altı bilinç”[3] kavramı da kullanılabilir.
Sınıf tanımının temel ölçütünün üretim ilişkileri içerisindeki yapısal konum olduğunu söylemiştik. Bu konum, aynı zamanda ve tanımı gereği sınıf oluşumunun da başlangıç noktasıdır. Marx’ın terimleriyle söylersek, burası “kendinde sınıf” uğrağıdır ve “kendinde sınıf” uğrağından “kendisi için sınıf” uğrağına seyreden gelişim de sınıf oluşumu süreci olarak adlandırılır. Ancak sınıf oluşumu, içeriğini salt siyasal bilincin oluşturduğu bir homojenleşme anlamını taşımaz. Sınıf oluşumu, aynı zamanda, toplumsal yaşamın tüm alanlarında deneyimlenen, bu haliyle sınıfın gündelik varoluşundan da beslenen bir süreçtir; sınıf içi farklılaşmaların, ideolojik belirlenimlerin, bilinç düzeyi ve kültürel yönelimlerin, hatta kapitalizm öncesi geleneklerin ve sınıf dışı toplumsal eşitsizlik örüntülerinin toplu ve tarihsel etkisi ile şekillenir.[4] Dolayısıyla, sınıf oluşumundan söz ettiğimizde siyasal bilincin yanı sıra kültürel, ahlaki, estetik ve benzeri deneyimlerin de göreli bir paya sahip olduğunu söylemiş oluruz.
Bu anlamda, sınıf oluşumu, siyasal bilincin yanında, hatta siyasal bilincin içinde, çeşitli kültürel, ahlaki, duygusal kodları da barındıran karmaşık ve katmanlı bir süreçtir diyebiliriz. Buradan sınıf bilincini ve siyasetini ikame edecek, onu gereksizleştirecek bir içerik çıkacağını söylemiyorum elbette. Sadece bilinç ile duygular arasında bir karşıtlık ya da dışsallık olmadığını, bilincin malzemesinde duyguların da bir yerinin olduğunu söylemeye çalışıyorum. Zira sınıf, “duygusal” bir deneyimi de ifade etmekte, bize “politika-altı” bir dille de seslenmektedir. Sınıf kavramıyla dile getirilen toplumsal ilişki, gündelik yaşamda keder ya da sevinç, açlık ya da gurur, umut ya da öfke gibi somut gerçeklikler olarak da deneyimlenir. Ve deneyim, bu duyguları işçinin kalbinde değil bilincinde biriktirir.
Sınıf, eğer, emek sürecindeki sömürüyü olduğu kadar, hissetme tarzlarını, gündelik yaşam deneyimlerini, kültürel ve ahlaki tutumları da kapsayan bir bütünlük ise; her anda ve her alanda yaşayan/yaşanan bir ilişki ise; işçi olmak sadece fabrikada veya büroda değil, sokakta, ailede, komşularla ilişkide, çocuğunun okulunda, hastane kuyruğunda da süren ve deneyimlenen bir varoluş biçimi ise, onun bu bütüncül deneyimini parçalara ayırmanın bir faydasından söz edilemez. Üstelik bu çok katmanlı sınıf ilişkisi, olmuş bitmiş bir olayı değil, kesintisiz biçimde sürmekte olan bir deneyimi de ifade ediyor. İşçi olmak 7/24 süren bir tecrübeyi, salt sömürülmeyi değil aynı zamanda ezilmeyi, hor görülmeyi, hakarete uğramayı, özsaygı ve özgüvenin aşınmasını da içeren bir tecrübeyi anlatıyor yani.[5]
Tam da bu nedenle, sosyalist hareketin sınıfla temas kurarken, onun bilincini ve örgütlülüğünü geliştirmesinde kendi rolünü oynamaya çalışırken işçinin sadece cebinin değil, aynı zamanda ruhundaki boşluğun da doldurulması gerektiğini; sadece haklarının kazanılması değil, aynı zamanda duygusal yaralarının da sağaltılması gerektiğini fark etmesi lazım. İşçinin bir bedeni olduğu gibi bir ruhu da olduğunun ve bu ikisi arasında bir köprü kurulamadığı zaman bedeni buralarda olsa da ruhunun bir türlü gelmediğinin unutulmaması gerekir.
***
İşçinin ruhuna yönelen saldırı, sadece kapitalizmin yıpratıcılığının kendiliğinden sonuçlarıyla sınırlı değil elbette. Egemenler esas olarak aktif bir saldırı ile de işçinin ruhunu sürekli didikler. Bazen açık bazen örtük biçimde, bazen sözlerle bazen jestlerle, bazen yardım kisvesiyle bazen hakaret ve küfürle işçinin ruhu da sürekli hedef tahtasında tutulur. Tabir caizse, mülksüzleştirme, yutacağı şeyler tükendikçe etik olana, bedenler sömürüldükçe ruhlara, emeği aşıp benliğe doğru uzanır. İşçi, emeğinin ürünlerinden olduğu kadar özsaygı ve özgüveninden de mahrum bırakılır.
Bu, aynı zamanda ve esas olarak, sömürülenlerin bağımsız eyleme girişme kapasitesinin daraltılmasıyla, istila edilmesiyle ilgilidir. Çünkü, sömürülenlerin bilinci çoğu zaman çelişkili, bölük pörçük ve manipülasyona uğramış olsa da sınıf bilincinin gelişimi sürecinde duygusal deneyimin de payı vardır. Evet, sınıf bilinci, adı üstünde bir bilinçtir; ama bu bilinç (aslında her türlü bilinç) salt rasyonel aklın ilkeleriyle ya da bilimsel çalışmanın terimleriyle dolu değildir; onda işçiliğin deneyimlenme tarzlarının tümünün, doğal olarak duygusal deneyimlerin de bilgisi içerilidir.
Ve, tarih boyunca birçok tanıklıkla biliyoruz ki, egemenler mutlaka emekçinin bedeninin, fiziksel yetisinin ötesine geçer ve onun benliğine, kimliğine, değer dünyasına göz diker. Orada, en genel anlamıyla, haysiyet yer alır. Parçalanması, yaralanması, ayağa kalkamayacak hale getirilmesi gereken bir cevher olarak haysiyet, zamanı geldiğinde sınıf bilincini dürtüklemesin diye kuşatılır. Zira, haysiyet, emekçi açısından da son çare olarak terk edilebilecek bir kaledir. Tüm imkanlar ve umutlar tükendiğinde, yoksulluğun ve yoksunluğun tırnaklarını geçirdiği o “kutsal meta”dan, insan haysiyetinden vazgeçmek zorunluluğu emekçi yaşamının gündelik gerilimidir. Eğer haysiyet de teslim alınabilirse ruhu tükenmiş, onuru ezilmiş, benliği emilmiş bir posa olarak emekçinin özyıkımı başlar. Bundan sonrası, en azından sarsıcı bir yeni deneyime kadar, mutlak itaat olur.
Bütün bu söylenenlerden, işçi olmanın sadece gelir durumuyla ilgili olmadığını, aynı zamanda gayet rahatlıkla çerçevelenebilecek bir duygusal deneyim ortaklığını da barındırdığını çıkarmak mümkün. Yani işçiyi kapsayan toplumsal ilişkiler gündelik yaşamda, ekonomik olduğu kadar duygusal olarak da deneyimlenir. Bu deneyimlerin her zaman kurucu, pozitif bir rol oynaması beklenemez elbette; ancak, yaşanan sömürünün sertliği ve uğranılan hakaretin şiddeti ölçüsünde hızla ortaklaşabilir, birbirine ulanıp kolektif bir kimliğe dönüşebilir. Giderek, sahici bir sınıf bilincini üretecek mücadelenin itici gücü, tetikleyicisi de olabilir.
Üstelik Türkiye gibi işçiliğin salt bir gelir düzeyi olarak deneyimlenmediği, aynı zamanda günlük dile yerleşmiş birçok sözcüğün yansıttığı gibi bir hissetme tarzına da işaret ettiği bir ülkede, sosyalist siyasetin bu “duygusal boşluğu” doldurmayı dert edinmesi, bilincin içindeki bu “politika-altı” motifleri kendi siyasal mücadelesine eklemlemeye çalışması hiç de garipsenecek bir çaba değil. Zira söz konusu hissetme tarzı, tıpkı mülksüzleştirilme olgusu gibi, olmuş bitmiş bir durumu değil, toplumsal yaşamın her anında yeniden deneyimlenen aktif bir süreci işaret etmektedir. İşçi sınıfıyla ilişki kurmanın ve bu ilişkiyi kalıcı biçimlere büründürmenin en etkili yolu da tek başına metalaşmış emeği değil, aynı zamanda emeğin daha fazla metalaşmaya karşı, daha fazla mülksüzleştirilmeye karşı gösterdiği direnişi de dikkate almaktır.[6]
Neredeyse gündelik yaşamımızı çepeçevre kuşatan manzara, işte tam da bu bağlamda düşünülebilecek bir görünüm arz ediyor. Evet, yoksulluk, eşitsizlik, sömürü olabilecek en üst seviyelere kadar çekiliyor; bunlarla birlikte hakkın, adaletin, haysiyetin ayaklar altına alındığı bir toplumsal yaşam deneyimi de gündelikleşiyor. Geçimin zorluğuna katlanmak için çırpınan emekçiler, bir de sorumsuz bir iktidarla, hukuksuz bir adaletle, utanmaz zenginlerle, her an başına gelebilecek her türlü tehlike karşısında yapayalnız bırakılmış olmanın incinmişliğiyle yaşıyor. Milyonlarca insan, sadece yoksul olmanın değil, ülkenin tepesine çöreklenmiş bir çetenin “iç sömürgesi” haline gelmenin de horlayıcılığını duyumsuyor. Sınıf ilişkileri, açıkça, onur kırıcı bir alaya; sınıf mücadelesi, giderek, emeğin hakkıyla birlikte haysiyetin de yeniden kazanılması için mücadeleye dönüşüyor. Zaman zaman utanç, zaman zaman hissizlik, zaman zaman da inkar gibi biçimlere bürünse de Türkiye’de bir öfke büyüyor. Ve Türkiye, sınıf mücadelesinin bir haysiyet mücadelesine dönüşebileceği, sınıf bilincinin bir haysiyet bilinci biçimini alabileceği özel bir uğrağa doğru yaklaşıyor.
Bu öfkenin açığa çıkması, paylaşılması ve bu biçimde kolektif bir karakter kazanması kesinlik vaat etmese de mutlaka denenmesi gereken bir olasılık. Burada muktedire direnen bir damarın aktığını, emeği ve haysiyeti için baş kaldırmaya aday bir nabzın attığını görmek zor değil. Üstelik, eğer sınıf bilinçlendikçe hareket etmiyor da hareket ettikçe bilinçleniyorsa, belirgin bir sınıf öfkesi geniş kitleleri harekete geçirmekte bir itiş gücü de sağlayabilir. Bu da sınıf bilincinin ve siyasetinin üzerine inşa edileceği son derece özgün bir zemin sunabilir.
Başarıyı garantileyecek bir yol tarif etmek imkansız. Ancak işe başlamak ve denenmesi gerekenleri denemek için herhangi bir engel de söz konusu değil. Gereksindiğimiz şey, öncelikle ülkeye, topluma, insan ilişkilerine dair etik-politik bir tahayyül: Mesela ülkemizin taşına toprağına olduğu kadar geçmişine ve geleceğine dair de hak iddiasında somutlaşan bir sahiplik iradesi; mesela gerçek bir hesaplaşmanın tecelli ettireceği adaleti arayan bir mücadele kurgusu; mesela emekçi halkın ürettiği zenginliğin olduğu kadar onun haysiyetinin de geri alınmasını, yani mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini hedefleyen kitlesel ve radikal bir yeniden inşa perspektifi.
Şimdi Oğuz Atay’ın baştaki sözünü bir mercek gibi kendimize çevirelim: Her şeyi elinden alınıp fakir düşürülmüş bir halkın incinmiş gururunu gözlerden gizlemeye çalışan üyeleriyiz.
Şimdi ve artık, bizden çalınan, gasp edilen, el konulan her şeyi geri almalı, sadece emeğimizi değil ruhumuzu da mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmeliyiz.
Bunu basitçe bir çıkar savaşı değil bir haysiyet kavgası olarak yürütmeliyiz.
[1] Oğuz Atay: Günlük, İletişim Yayınları, İstanbul: 2016, s. 240.
[2] E. P. Thompson: İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, Çeviren: Uygur Kocabaşoğlu, İletişim Yayınları, İstanbul: 2023, s. 39.
[3] a.g.e., s. 93.
[4] Ira Katznelson: “Working-Class Formation: Constructing Cases and Comparisons”, içinde Working-Class Formation – Nineteenth-Centruy Patterns in Western Europe and the United States, (der.) Ira Katznelson ve Aristide R. Zolberg, Princeton University Press, Princeton: 1986, s.9.
[5] Richard Sennett: Saygı – Eşit Olmayan Bir Dünyada, Çeviren: Ümmühan Bardak, Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 2005, s. 58.
[6] Ayşe Buğra: “Sınıf ve Siyaset”, Toplum ve Bilim 113, Birikim Yayınları, İstanbul: 2008, s. 11.