Eğer bir kavram veya tabir; insanları güvensiz, çaresiz hissettiren genel bir toplumsal durumu, belirsizlik/tekinsizlik halini anlamlandırmanın yaygın bir aracı haline geldiyse, insanlar onun altına bazı ortak görünümleri, deneyimleri, duyguları yerleştiriyorlarsa ciddiye alınmalıdır. Hele ki bu tabir/kavram yukarıdan sistemli, bilinçli ve kasıtlı çarpıtmaların doğrudan yansıması değilse, olup biteni anlamlandırma arayışının bir aracı olarak aşağıdan sahipleniliyorsa daha da ciddiye alınmalıdır.
Bu cümlelerin ardından yazıyı okuyanların aklına ilk olarak “toplumsal çürümenin” geleceğini tahmin etmek zor değil. “Toplumsal çürüme” bir tabir olarak bahsettiğimiz vasfı taşımaktadır ve “ciddiye alınmayı” hak etmektedir. Bugün pek çok insan, iş yerinde, aile hayatında ve bizzat deneyimledikleri, sohbetlerde duydukları, haberlerde ya da sosyal medyada karşılaştıkları “bu kadarı da olmaz” dedirten şiddet, kuralsızlık ve cezasızlık örneklerini, “toplumsal çürüme” ifadesi üzerinden bütünleştirerek, ortak bir çerçeveye yerleştiriyor. Tabir özellikle muhalif medyada sıklıkla zikredilmesinin de etkisiyle gün geçtikçe “popüler” bir bilinç biçiminin şekillenmesine etki etmiş gözüküyor.
Ciddiye almak demek; bu kavramın ya da tabirin içinden geçtiğimiz dönemin doğru bir teşhisi olduğunu kabul etmek, onu bir analiz aracı olarak devreye sokmak anlamına gelmiyor. Dikkate değer olan tabirin “popülerleşmesidir”; onun yaygınlığının içinde bulunduğumuz kriz halinin bir semptomu haline gelmesidir. Bu haliyle “toplumsal çürüme”, yaşadığımız döneme dair bazı siyasal önermeler geliştirmemizi mümkün kılan elverişli bir başlangıç noktası olabilir.
Bir “İdeoloji” Olarak Toplumsal Çürüme
“Toplumsal çürüme” ifadesinin bir analiz aracı olarak kullanılmasının yaratabileceği sakıncalara dair pek çok şey söylenebilir: Bir düşünce kalıbı olarak “toplumsal çürümenin” kapitalizmin doğasında bulunan ve her zaman var olabilecek sorunları sanki yalnızca bu döneme özgü, anormal durumlar gibi sunarak, kapitalizmi aklama riski taşıdığı ifade edilebilir. Ayrıca, geçmişten bugüne gelen toplumsal çelişkileri, yeni ortaya çıkan aşırılıklar gibi yansıtarak sorunların tarihsel köklerini gölgede bıraktığı söylenebilir. Genel bir gerileme halini toplumun tamamının parçası olduğu bir ortak suç gibi sunduğu ve bu yüzden de bugünkü durumun esas sorumlusu olan egemenleri görünmez kıldığı iddia edilebilir. En nihayetinde de her yeri sarmış, içinden çıkılmaz ve geri dönülmez bir kötülük halini çağrıştırdığı için politikayı felç eden bir sinizmi beslemekle mahkûm edilebilir. “Toplumsal çürüme” kavramıyla sınırlı bir düşünme biçimini, hem epistemik olarak, yani içeriğinin yanıltıcılığı, hem de işlevi bakımından, yani mevcut düzeni yeniden üretmesi yönünden eleştirmek mümkündür. Tabirin, bu haliyle içinde yaşadığımız düzeni, onun işleyişini ve çelişkilerini bütün olarak kavramanın önüne set çekmek ve onu değiştirme iradesini kırmak anlamında ideolojik bir yön taşıdığı, onun egemen ideolojinin bir öğesi haline geldiği düşünülebilir.
Fakat bir şeyin “ideolojik” olması onun yalnızca yanlışlardan ibaret olduğu anlamına gelmez; ideolojik olan aynı zamanda insanların gerçek deneyimlerinden ögeler barındırır. Egemen ideolojik kodların gücü ve yaygın etkisi, insan deneyimlerine dair gerçekleri toplumsal gerçekliğin bütününü kavramaktan uzaklaştırmak anlamında “yanıltıcı” bir çerçeve ve akıl yürütmenin parçası haline getirdiğinde gösterir. “Toplumsal çürüme” de insanların gerçek ve ortak deneyimlerine karşılık gelen çağrışımlar barındırdığı için popülerleşebilmiştir ve aynı zamanda bizzat “popülerleşmiş” olmasıyla günümüz gerçekliğine dair bir şeyler anlatmaktadır.
Bir “Gerçek” Deneyim Olarak Toplumsal Çürüme
Peki bugün “toplumsal çürüme” ile taşınan, aktarılan ortak deneyimler, yani gerçekler ne olabilir? Aynı zamanda bu tabirin popülerleşmesi bize “gerçekte” neyi anlatmaktadır?
Çürüme, öncelikle bir “sınır aşımı” durumunu ifade eder. İster yazılı kurallar ister toplumun sağduyusundaki ortak değerler olsun, insanın güç, çıkar ve haz arayışının önünde erdemlilik adına çizilmiş sınırların geçilmesini ve bu sınırları koruyacak toplumsal ya da hukuki mekanizmaların işleyemez hale gelmesini ifade eder. Çürümenin ‘toplumsal’ olması ise, bu sınır aşımının yalnızca belirli bir alanda kalmadığını, toplumun her alanına yayıldığını aktarır. Ayrıca, “toplumsal çürüme”, insanları birbirine bağlayan, onları birbirlerine karşı sorumlu kılan bir kolektif bilincin, asgari düzeyde de olsa bir etik-politik değerler çerçevesinin ve ortak referans noktalarının devre dışı kaldığını, dolayısıyla birbirine ve topluma karşı sorumlu yurttaşlardan oluşan “toplumsal birlik” fikrinin, halkın çözülüşüne işaret eder.
Saydığımız bütün yanıltıcı yönlerine rağmen toplumsal çürüme tabiri, günümüz toplumuna mahsus bazı gerçeklerin ortak bir şekilde deneyimlenmesiyle yaygınlaşmış bir ifadedir; ve bu ortak deneyimleri aktarma gücüne sahip olduğu için popülerleşmiştir.
Toplumsal çürüme tabirinin yaygınlaşması bunlar yanında toplumdaki “bilinç biçimlerine” dair bu tabloya mutlaka dahil edilmesi gereken başka gerçekleri de işaret etmektedir: Bu ülkede, söz konusu çöküş tablosu sayesinde “yolunu bulan” küçük azınlığa öfkeli, “toplumsal çürümenin” işaret ettiği sorunları kabullenemeyen, bu durumu normal olarak görmeyerek şu ya da bu şekilde ülke adına endişe duyan milyonlarca insanların varlığı. Ve daha da önemlisi söz konusu sorunların tek bir alanla sınırlı, kurumsal düzenlemelerle giderilemeyeceğinin toplumun geniş kesimleri tarafından da kabul edilmiş olması. Bu açıdan, “toplumsal çürüme” endişesiyle bugün karamsarlık girdabına kapılmış gibi gözüken bu insanların aynı zamanda radikal kopuş fikrine, ve toplumsal düzenin yeni esaslara göre şekillendirilmesi iddiasına “normal” zamanlara göre daha açık olabilecekleri de “toplumsal çürüme” tabirinin işaret ettiği bir gerçek olarak hesaba katılmalıdır. Başta “normalleşme” ve “yumuşama” girişimleri olmak üzere, düzen siyaseti içerisinde son dönemlerde ortaya çıkan hamleleri egemenlerin bu riske karşı verdikleri refleksler olarak okumak mümkün olabilir. Aynı durum; belirgin bir politik bir doğrultuya sahip olmayan toplumdaki bu yaygın çürüme endişesi karşısında “ne yapmalı” sorusunu sol siyasetin önüne koymaktadır.
Çıplak Kapitalizm Olarak Toplumsal Çürüme
“Toplumsal çürümeden” yola çıkarak böyle bir dönemde “ne yapmalı” sorusuna yanıt arayabilmenin önkoşulu öncelikle bu tabirde içerilmiş sınır tanımamazlığı, yaygın kuralsızlığı ve toplumsal birlik hissinin çözülüşünü kapitalizmin tarihi içerisinde yerli yerine yerleştirebilmekten geçiyor. “Toplumsal çürüme” tabirinde içerilmiş bahsettiğimiz bu gerçek deneyimlerin bütünü ancak sermaye sınıfının önündeki toplumsal ve siyasal sınırları neredeyse tamamen ortadan kaldıran son otuz yılda yoğunlaşmış sınıf saldırısıyla, neoliberalizmin yarattığı yıkımla bağlantılı bir şekilde anlaşılabilir. “Öncesinde de yok muydu” denilerek tarihten pek çok “kötülük” örnekleri ardı ardına sıralanabilir elbette. Fakat, böyle bir bakış açısı bugün toplumun tamamına yayılmış olan kuralsızlık ve parçalanmışlık halinin ve buna eşlik eden “insan tipinin” kendine mahsusluğunu gözden kaçırır.
Günümüzde toplumsal çürüme başlığının altına yerleştirilen, her gün bir yenisine tanık olduğumuz onlarca olay, devletin en üst kademelerinden başlayarak eğitime, sağlığa kadar toplumsal hayatın tüm alanlarının sermayenin mutlak hakimiyetine açıldığı bir süreçte mümkün hale geldi. Bu süreçte, kamusal sorumluluk fikri adım adım toplumdan sökülüp atıldı; mülk ve güç sahiplerinin insan üzerinde kurdukları tahakkümü sınırlayan koruyucu mekanizmalar ortadan kaldırıldı. Böylece, yurttaş hak ve sorumlulukları, kamusal yararın önceliği ve toplumsal dayanışma gibi toplumsal mücadelelerin, reel sosyalizm seçeneğinin ve örgütlü bir işçi sınıfının yarattığı basınçla kapitalist dünyada bile mecburen benimsenmek ve korunmak zorunda kalınan modern cumhuriyetçilikle ilişkili değerler birer referans noktası olmaktan çıkarak anlamını yitirdi. Halk, parçalanmış bireyler topluluğuna indirgenirken, yurttaşlık bilincinin ve kolektif dayanışmanın hayat bulacağı toplumsal zeminler giderek aşındı.
Bu karamsar tablo ancak, kendisini bir şirket gibi görüp yalnızca kendine yatırım yapmayı amaçlayan, bireysel çıkarı ve rekabeti yücelten, bu uğurda hiçbir etik-politik sınır tanımayan, toplumsal dayanışma fikrinden tamamen arındırılmış bir ‘homo economicus’ insan tipinin başat hale geldiği, bunun özendirildiği bugünkü kapitalizm koşullarında ortaya çıkabilirdi. Bugün toplumsal çürüme deyince akla ne geliyorsa, belki her kapitalist toplumda görünmüyor olabilir; ancak bunlar yalnızca kapitalist bir toplumda ortaya çıkabilecek şeylerdir. Eğer bugüne dek bu ‘marazi görünümler’ bu denli dehşet verici ve yaygın bir şekilde belirmemişse, bu kapitalizmin yasalarının daha düzgün işlemesinden değil, bu yasalara toplumsal mücadelelerle bir sınır çekilebilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Aslında tüm dünyayı ilgilendiren bu yıkım süreci son 20 yılda AKP iktidarı altındaki Türkiye’de bu partinin ideolojik yönelimlerinin ve iktidar stratejilerinin izlerini taşıyarak özel görünümler kazanmıştır.
Bir İdeolojik Mücadele Konusu Olarak Toplumsal Çürüme
Toplumsal çürüme olarak adlandırılan tabloyu tarihselleştirmek ve arkasındaki sınıfsal süreçleri açığa çıkarmak bugün bu tablonun esas sorumlularını teşhis etmek ve neye karşı mücadele verilmesi gerektiğini gösterebilmek açısından muhakkak çok önemlidir. Burada devreye girecek olan bilim ve teoridir. Ancak sol siyaset, kuramdan ve bilimden beslenmekle birlikte bundan daha fazlasını gerektirir: Toplumsal çürüme tabirinde içerilen “yaygınlaşmış kuralsızlık” ve “toplumsal birlik” hissinin çözülüşü gibi gerçekler karşısında paniğe ve karamsarlığa kapılan milyonlarca insanı siyasetin öznesi haline getirebilecek araç, yöntem ve söylemleri keşfetmek ve sınamak. “Toplumsal çürüme” kavramında içerilmiş deneyimlenen ortak gerçekleri çekip çıkararak, sermaye düzeni ile halk arasındaki sınırları daha belirgin hale getiren ve bu karşıtlık ekseninde insanları “doğru” tarafa çağıran yeni bir anlam çerçevesinin içerisine yerleştirmek. “Toplumsal çürüme” ile sınırlı kalan bir bakış açısının yarattığı ideolojik etki ancak bu tabirle anlamlandırılmaya çalışılan gerçeklikleri politik-ideolojik mücadelenin konusu haline getirerek aşılabilir.
O halde sınıf mücadelesi bugün yalnızca sermaye düzenini teşhir etme, onun karşısında direnme ve mevzi kazanma çabasıyla sınırlanamaz. Siyasi pratik ve mücadele içerisinden toplumun bütününe seslenen ortak değerler yaratma, bunları yaygınlaştırma ve bu değerlerin yaşatıldığı somut örnekler ortaya koymak da sınıf mücadelesinin kapsamı içerisinde düşünülmelidir. “Toplumsal çürümenin” ve buna eşlik eden parçalanmışlık hissinin ortak duyunun bir parçası olduğu böyle bir dönemde, herkesin kendisini “emniyette” hissedeceği bir toplumsal birlik ufkunu ve kuruculuk iddiasını üstlenmek her zamankinden daha güncel bir ihtiyaç olarak sol siyasetin önünde duruyor.