Maden ocağı kapatılalı yıllar olmuş. İngiltere’nin kuzeyinde ayakta durmaya çalışan madenci kasabası işsiz. Yeni nesil madenci çocukları ya da torunları daha yoksul. Madenci direnişinden kalan siyah beyaz fotoğraflar hafıza aktarımı için yeterli olmuyor. Sınıf mücadelesinin ve sendikal yapıların dağılmasıyla birlikte toplumsal çözülme hızlanmış. Peki, böylesi bir kasabaya Suriyeli mülteciler gelirse ne olur?
İşçi filmlerinin yönetmeni Ken Loach, kamerayı işte buraya, sosyal dokudaki çelişki ve değişimlere çeviriyor. Seksen yedi yaşında usta bir yönetmenin veda filmi bu, adı: “The Old Oak”. Türkçeye “Eski Meşe” şeklinde çevrilebilir. Fakat filme Türkiye’de “Umudunu Kaybetme” ismi konmuş. Anlatılan bizim topraklarımızda yaşananlardan pek de farklı değil. İzlemenizi tavsiye ederim. Çünkü anlatılan bütün insanlık kadar, senin, bizim hikâyemiz.
Günah keçisi
“Eski Meşe” yoksul kasaba ‘pub’larından birinin tabelasında yazıyor. Bizdeki birahanelerin İngiltere’deki sohbet evlerini düşünün. Kasabaya getirilen Suriyeli mülteciler homurdanmalara neden oluyor. Pub’ın müdavimlerinden biri, “Onları Chelsea’ye değil üzerimize gönderiyorlar” diye sitem ediyor. Gettoların gettolaştırılması metaforu tam da buraya oturuyor.
Pub’ı işleten T.J. Ballantyne bir madenci çocuğu. Suriyeli Yara ile aralarında yeşeren dayanışma, giderek mülteci toplumla yerel halkın dayanışmasına dönüşüyor. Mülteci karşıtları ile dayanışmacıların arasındaki ipler kasabada giderek geriliyor.
“Cihatçılar orduda arkadaşımı öldürdü” diye haykırıyor biri. “Irkçı değilim ama okula doluştular” diye ekliyor bir diğeri. Önceleri müşteri kaybetmemek için bu sitemlere sessiz kalan T.J. Ballantyne, rengini belli ettikten sonra, nefret dolu suçlamalara ve nihayet sabotaja uğruyor. Hiç beklemediği, en yakın arkadaşlarından gelen ve dükkânı mahfeden bir sabotaj bu. İşlediği “suçun” mültecilere salon tahsis etmek, açları doyurmak, insanları kaynaştırmak olduğunu öğreniyor. “Birlikte yemek bizi bütünleştirir” diyenleri dinliyor yine de, dayanışmayı eksik etmiyor. Yerli topluma sorunun Suriyeliler değil, sistemden kaynaklanan yoksullaşma olduğu anlatıyor ısrarla. “Bütün bunlar Suriyeliler gelmeden önce oldu ama başkasında günah keçisi arıyoruz” cümlesi, filmin neredeyse en vurucu teması oluyor. Çok tanıdık değil mi?
Dayanışma iyileştirir
Sendikalar ve yardımlaşma kurumlarının mültecilerle ilgili faaliyetleri de dokunuyor yerli yoksullara. “Sendikalar kendi asıl işlerine baksalar ya” diyor öfkeli bir kasabalı. Diyalog, sendikaların yerli topluma, emekçi sınıflara ilgisizliğinin ya da bürokratik sendikacılığın bir eleştirisi olarak da okunabilir. Ne var ki, sınıf bilincine erişmemiş ve ilk tepkisini mülteci emekçilere yönelten işçi, işsiz yoksullar bu çelişkiden henüz doğru sonuçlar çıkarmayı başaramıyor.
Eski madenci kasabasının yorgun konutlarına dâhil olan mültecilerle birlikte, yerli halk arasında ayrımcılık ile dayanışma arasındaki bir bölünme ortaya çıkıyor. Örgütsüz toplumun yaşadığı kapitalist baskının bağrında ırkçılık beliriyor. Irkçılık zehir gibi sosyal dokuya yayılıyor. Lümpen ve geleceksiz çocukların elindeki saldırgan köpekler, topluma sirayet eden ırkçı saldırganlığın bir temsili olarak resmediliyor. Irkçılık, sosyal medya ortamında kasabayı daha hızlı kuşatıyor. Lakin taziye ziyaretlerini de içine alan yardımlaşma ve dayanışma örnekleri ayrımcılık duvarında gedikler açmayı başarıyor. Yönetmen Ken Loach, dayanışma kültürünün sadece savaştan kaçan mültecileri değil, sosyo-psikolojik çöküntü yaşayan yerli emekçi aileleri de nasıl iyileştirdiğini gösteriyor. Tanışmak ve temas etmekle başlayan dönüşüm, mültecilerle eşit arkadaşlık hukuku; bütün halklar için bir çağrı manifestosu adeta.
Filme dair bir eleştiri
Mülteci toplumun savaş dönemi acılarına da yer veren film, sadece Esad rejiminden gelen zulme bakarak, anlatımda eksik kalıyor. Rejimin savaş boyunca işlediği insanlık suçları zaten biliniyor. Fakat Suriye savaşının aynı zamanda bir iç savaş olduğu, kardeşin kardeşe kurşun sıkmaya zorlandığı, eşitler ilişkisi içinde olmasa da karşılıklı savaş suçlarının işlendiği atlanıyor. Vekil ve yabancı savaşçıların sahaya dâhil edilmesi, IŞİD vb. örgütlerin gerçekleştirdiği vahşi katliamlara değinilmiyor bile.
Yürüyüş
Madenciler gününde kasabanın katıldığı toplu yürüyüş, bünyesine mültecileri de dâhil ettiğinde, ellerdeki pankartlar bir nevi enternasyonalizm çağrısına dönüşüyor. İngilizce ve Arapça iki dilde sloganların yazıldığı pankartları birlikte taşıyor emekçiler. Elbette bu final, naif ve rüşeym halinde bir dayanışmanın eseri sayılmalı. Birçoğumuza romantik bir sonuç gibi de görünebilir. Fakat benzer örneği, Türkiye’deki Saya işçilerinin ortak iş bırakma eyleminde de gördük. Dolayısıyla kurgu ve gerçeklik birbirine çok da uzak değil.
Ken Loach’a bir değil birden fazla teşekkür borçluyuz, bugüne kadar çektiği tüm filmler için. “The Old Oak” veda filmi olarak büyük saygıyı hak ediyor. Emekçi sınıfların yönetmeni Ken Loach bir sinema ekolü artık. Yolundan gidecek genç sinemacılardan beklentimiz büyük. Sanatın ve sinemanın dönüştürücü gücüne her zamankinden çok ihtiyacımız var: hem dünyada hem de Türkiye’de.