Rosa Luxemburg çağın durumunu yerinde bir öngörüyle “ya sosyalizm ya barbarlık!” olarak özetlemişti.
Nazım Hikmet, 1958’de sanatçı sezgisiyle durumu “ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm!” diye betimlemişti.
Barbarlığa doğru dolu dizgin ilerlerken bir yandan da yıldızlara turistik yolculuğu konuşmamız zamanımızın ironisi.
Biyolojik yapı ve gereksinmeler bakımından öteki hayvanlardan farklı olmadığımız halde, uygarlığın ilk adımlarıyla birlikte hayvan olmadığımız sanısına kapıldık. Doğa ve tüm canlılar üzerine sınırsız bir hükmetme ve tüketme erkine sahip olduğumuza, tüm doğal kaynakların, canlıların insana sunulduğuna inandık. Bu uygarlık anlayışının büyük bir yanılgı olduğunu çok geç, ölüm yeryüzüne ekolojik yıkım, iklim krizi, yüksek teknolojili savaşlar olarak inmekte olduğu zaman anlamaya başladık.
Şimdi, bizi öteki hayvanlardan gerçekten ayıran şeyi, soyut kavramlarla düşünen, birlikte üreten ve toplum halinde yaşayan toplumsal-kültürel ve politik hayvanlar olma niteliğimizi yitirmenin eşiğindeyiz.
Toplumsal üretimin ve toplum halinde yaşamanın kurucu öğelerinin dil, hukuk ve devlet olduğunu söylemek yanlış olmaz. Dil, öteki canlılarda da var olan iletişim, hatta konuşmadan farklı olarak, düşünmenin, soyutlamanın, bilgiyi, birikim ve deneyimi kuşaktan kuşağa aktarmanın temel ortamıdır. Sözcükler, kavramlar, kategoriler vb. dilin araçlarıdır.
Devletin temel işlevi bir üretim biçiminin sürekliliğini ve güvenliğini sağlamaktır. Devlet, şiddet tekeline sahip sınıfsal bir baskı aracıdır. Öte yandan devlet ve hukuk, sınıfsız devletsiz topluma dek tüm toplum biçimlerinde insanların belli kurallarla tanımlanmış bir düzen içinde birbirlerine şiddet uygulamadan bir arada yaşamalarını düzenleyen kurumsallıklardır. Devlet yalnız bir baskı aygıtı değil, aynı zamanda toplumsal/kamusal hizmet sunan, düzenin devamı için toplumsal rıza ve onay üreten bir düzenektir.
Yasa, yasak, hak, kural vb. hukukun temel kavramlarıdır. Hukuk neredeyse tüm dillerde hak’ın çoğuludur. Hukuk meşruluğunu, en azından kâğıt üzerinde verili toplumdaki herkes için geçerli kural ve haklar koymasından alır. Yalnızca yasalara değil, ahlâk/kültür normlarına, teamüllere, bunları yansıtan yargılama pratiklerine (içtihat) dayanır. Hukuk, toplumsal süreç ve mücadelelerden etkilenmeyen, değişime kapalı bir kutu değildir. Verili sınıf ve siyaset ilişkileri hukuku, özellikle yargıyı etkiler. (15-16 Haziran 1970 büyük işçi ayaklanmasının, parlamento kararıyla değil Anayasa Mahkemesi kararıyla sonuç yarattığını anımsayalım.) Hukuksal statüko, baştan kurucu (aslî kurucu) irade tarafından kökten değiştirilebileceği gibi, gündelik mücadeleler yoluyla aşındırılıp işleyemez hale getirilebilir; yeniden inşa edilebilir. Egemenler, koşullar değiştiğinde, bizde olduğu gibi hukuk dizgesini önce fiilen (de facto), sonra da mevzuatı değiştirerek hukuken (de jure) ortadan kaldırabilirler.
*
Günümüzde durumu şöyle özetleyebiliriz: Üretici güçlerdeki gelişmenin kapitalist kabuğa sığamadığı koşullarda, toplumun kurucu öğeleri olan dil, devlet ve hukuk alanlarında bir tür mutasyon yaşanıyor.
Microsoft, insanın düşünme yeteneğini aşacak yapay zekâya Büyük Dil Modeli (Large Language Model/LLM) ile ulaşılacağını duyurdu. LLM, insanlığın binlerce yılda biriktirdiği, anlam, kavram dağarcığının, tarihsel toplumsal dilin dijitalleşme, sayısallaşma yoluyla insan edimi ve anlamsal iletişim aracı olmaktan çıkması, akıllı makinelere geçmesi anlamına geliyor. Daha oraya varmadan, gündelik yaşam ve iletişimlerde insan dilinin anlam zenginliğini, derinliğini yitirdiğini yaşamıyor muyuz?
Dilin yozlaşması ve dijitalleşmesi, devletin kamusal sorumluluklarından uzaklaşması, hukukun tarih içinde katettiği yolun gerisine düşerek geleneksel işlevlerini sürdüremez duruma gelmesi toplumun çözülüş sürecinin dışa vuran belirtileridir. Derindeki neden ise kapitalist sistemin sınırda ve tükenişte olmasıdır.
Yabancılaşma konusunda olduğu gibi burada da süreç çözümlemesi yapmanın bir güçlüğü var. Doğal olarak, uzaklaşılan, yabancılaşılan eski ideal bir duruma dönme çağrısı izlenimi, çağrışımı yaratabiliyor. Bu nedenle ve geçerken, insanlığın bugün yüz yüze olduğu sorunların hiçbirinin çözümünün geçmişte bulunamayacağının altını çizmek isterim. Öte yandan, durumu anlamanın ve düşünsel/pratik eleştiriyle aşmanın etkili yollarını bulabilmek için toplumsal ilerleme-gerileme diyalektiğine başvurmak zorundayız.
Toplumu ve toplumsal insanı inşa etme süreçleri binlerce yılın imbiğinden süzülmüş, 1215’in Magna Carta’sından, 1776 Amerikan, 1789 Fransız, 1917 Rus, 1949 Çin vb. devrimlerinden, bu devrimlersiz düşünülemeyecek görece ve geçici “refah devleti” pratiklerinden, ülkemizde 1923 cumhuriyetinin kurulmasından geçerek ilerlemiştir.
Tarih içindeki hiçbir söz söylenmemiş sayılamaz. İlerleme ve değerler tarihsel ve toplumsal kazanımlardır. Öncülerinin belli bir eşikten sonra yüz çevirmeleriyle kaybolmazlar.
Işığın çok olduğu yerde gölgeler de daha koyu olur. İnsanlığın yükseliş dönemlerinin, Stefan Zweig’in deyişiyle yıldızın parladığı zamanların ışığı mülk sahibi sınıflara fazla gelmiş, burjuva-kapitalist sınıf ayakları üzerinde dikildiği andan itibaren gericileşmeye başlamış, kendisinin de katkısı olan ilerleme ve değerleri taşıyamaz hale gelmiştir. Geride bıraktığımız yüzyılda emperyalist paylaşım ve savaşlarla bu süreç hızlanmış, 1991’den sonra tersinemez hale gelmiştir.
Bugün dünyanın farklı coğrafyalarında çeşitli biçim ve ağırlıklarda kendini gösteren ortak ve evrensel sorun, büyük çoğunluk için yaşamda kalma, geçinme, beslenme, barınma, çocuklarını büyütme gibi biyolojik yaşamsal isteklerin de, yaşamı anlamlandırma, estetize etme, ruhsal doyum gereksinmelerinin de karşılanamaz hale gelmesidir. Derin korku, güvensizlik, iğretilik, gün ve gelecek kaygısı yaygın ve egemen ruh halidir. Belki daha önemlisi, savaşlar, bireysel şiddet, doğal felaketler ve artık akıl vicdan kaldırmaz kötülükler karşısında insanın kendisini yalnız, çaresiz ve edilgen hissetmesidir.
*
Özellikle son aylarda hepimizi bunaltan dehşete düşüren bebek, çocuk ve kadınlara yönelenler olmak üzere onlarca taciz, tecavüz ve cinayete, suç örgütlerinin, suç makinesi kişilerin fail olduğu şiddet sahnelerine, kitlesel hayvan katliamlarına, giderek artan cinnet ve intiharlara buradan bakmalı, bize özgü boyutları bu genel tablonun içine yerleştirmeliyiz.
AKP iktidarı, Türkiye toplumunun ortak yaşam kültürünü, dilini, yurt ve yurttaşlık bilincini ciddi ölçülerde yıkıma uğrattı. Yargıyı yalnızca siyasallaştırmakla kalmayıp, her türlü yargılama etkinliğinin içini boşalttı. Eksiğiyle fazlasıyla oluşmuş norm ve teamüllerini, usul ve işleyiş kurallarını bir kenara iterek yargılamayı tek adamın ağzına bakan bir ilkelliğe dönüştürdü.
Bu ülkede, mevcut Anayasanın açık hükümlerine uymayan, kendisini onunla bağlı saymayan, üstelik bunları büyük bir pişkinlikle yapan bir tek adam iktidarı var. Bu iktidarın kuzu postuna bürünerek yeni bir anayasa için toplumsal uzlaşma çağırması tarihin şakası gibi.
Devlet, yalnız yargısıyla değil, yasamasıyla, yürütmesiyle, bürokrasisiyle dağılırken, ordusu ve polisiyle büyüyor. Yönetenlerin derdinin toplumun değil, ellerinde tuttukları devletin bekası olduğu apaçıktır.
Bu ülkede çok büyük çoğunluk TUİK verilerinin doğruluğuna, yargılamaların adilliğine, enflasyonun düşeceğine, asgari ücretin, emekli aylıklarının yükseltileceğine, bugünü aratmayan bir yarın yaşayacağına, kadın çocuk ve hayvan katliamlarını duracağına vb. inanmıyor. Bu ülkede hiç kimse kendini hiçbir bakımdan güvende hissetmiyor. Örgütlenip mücadele ederek bu gidişin tersine çevrileceği umut ve enerjisi de birden çok nedenle zayıflamış durumda.
Çaresizlik duygusu, denize düşen yılana sarılır misali hurafelere, komplo teorilerine, kumar ya da uyuşturucu türünden “kurtuluş” sanrılarına yönelişi tetikliyor. Çözülüşle çürüyüş iç içedir.
Böyle bir ortamda suçun nedenini ve kaynağını bireysel/örgütlü patolojik kriminallerle sınırlamak, çözümü cezaların artırılmasında, ölüm cezasının yeniden getirilmesinde aramak, tüm bunları “yeni anayasa” konusuna bağlamak parmak ayı gösterirken aya değil parmağa bakmak oluyor.
Yeni anayasa tartışmasının “İsrail’in nihai hedefi Türkiye”, “bölgesel kardeşlik”, “iç cepheyi tahkim ve takviye” söylemleriyle sunulması, Erdoğan’ın “sırf anasının dilini konuştuğu için milyonlarca vatandaşımız ötekileşti, ötelendi” diyerek Kürt yurttaşlara şirin görünecek tuhaf iletiler göndermesi, Bahçeli’nin DEM partililere el uzatması, ortalıkta “çözüm süreci” sözlerinin uçuşması, Numan Kurtulmuş’un “devletin ülkesi, milleti olmaz” demesi, kabinede değişiklik haberleri ve daha onlarca gelişme yalnız tek adam rejiminin değil, Türkiye kapitalist düzeninin ekonomik, siyasal ve ideolojik çıkmaz ve tükenişten çıkış yolları aradığını gösteriyor. Bu aranışla, toplumsal tabanını yitirmekte olan Cumhur İttifakı’nın, kendi iktidar bloğunu, gerektiğinde kimi rötuşlarla tahkim ve takviye etme, gündemi yeniden istediği alana çekme refleksleri örtüşüyor.
Arka planla, içeride ve dışarıda hangi pazarlıkları yürütüldüğünü, buradan nereye doğru yol alınacağını bilemiyoruz, hep birlikte yaşayıp göreceğiz.
Olmayacak duaya ise amin dememek, Erdoğan’la Bahçeli’nin “barışa gönül indirdikleri” türünden iyimser ve tez canlı yargılara kapılmamak gerekiyor. Söylemdeki yumuşamanın emekçi sınıflar cephesinde de Kürt barışı başlığında da gerçek, sahici bir karşılığı bulunmuyor. Soma’dan Ankara’ya yürüyen Fernas maden işçilerinin geçen hafta Ankara’da gördükleri muamele emsaldir. İktidarın yeni Kürt “açılımı”nın şifrelerini anlamak için ise Erdoğan’ın akıl hocalarından Mehmet Uçum efendinin söylediklerine kulak vermek yeterli.
Toplumsal çözülüş ve çürüme burgacından çıkmanın “Saray Rejimi”nden kurtulmak yalınlığında olmadığının altını bir kez daha çizelim. Yenilenmiş bir AKP iktidarının da, restorasyoncu bir CHP iktidarının da Türkiye’yi bu badireden çıkarma gücü yoktur.
Kurtuluş, “özgürlük için eşitlik”, “toprak kardeşliği” ve “sosyalizm” şiarlarıyla örgütlü mücadeleyi yükseltmekten, sınıf ve sınır bilincini bilemekten geçiyor.