İsrail’in özellikle son haftalarda yürüttüğü saldırıları “şok ve dehşet” (shock and awe) ya da “ani hâkimiyet” (rapid dominance) diye adlandırılan ABD menşeli bir askeri doktrinin neredeyse bire bir uygulanması olarak değerlendirmek mümkün. Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD için bir askeri doktrin geliştirme arayışının ifadesi olan bu stratejik yaklaşıma göre gücün ezici bir biçimde kullanımı, belki daha doğru bir ifadeyle gücün spektaküler biçimlerde sergilenmesi esas alınıyor. Bu yolla hedeflenen, düşmanın muharebe sahasına dair algısını tahrip etmek ve daha da önemlisi onun mücadele etme azmini hızla kırmak. Düşman karşısında muazzam bir şiddet gösterisine girişerek onun iradesini ezmek, tutarlı ve bütünlüklü bir stratejik yanıt üretmesini imkânsızlaştırmak.
Doktrin, şok edici, dehşete düşürücü, “artık bu kadarı da olamaz” dedirten güç gösterileriyle düşmanı paralize etmeyi, onun devam etme iradesini ortadan kaldırmayı ve böylece de gelişmeler üzerindeki tüm denetimini ortadan kaldırarak taktik ya da stratejik düzeylerde yanıt vermesini, yani direnebilmesini engellemeyi hedefliyor. İsmail Haniyeh suikastı, çağrı cihazları, cep telefonları, hatta güneş panelleri gibi sivil kullanımlar için tasarlanmış aygıtların patlatılması, Hizbullah komuta kademesinin elimine edilmesine dönük saldırılar ve son olarak da Hasan Nasrallah’ın katledilmesi, bu şok etkisini ve demoralizasyonu yaygınlaştırmayı hedefliyor.
İsrail Gazze’de yürüttüğü soykırım savaşının bölgeselleşmesini istiyor. Gazze’de bir senedir yürüttüğü soykırım savaşını yayarak bölgedeki güç dengelerini kalıcı olacak şekilde kendi lehine dönüştürmeyi hedefliyor. Savaşın süreklileşip yaygınlaşması, İsrail’in yürüttüğü terör saldırılarında elde ettiği başarılar, Netanyahu’nun ülke içindeki pozisyonunu pekiştiren, İsrail’deki “iç cepheyi” konsolide eden bir işlev görüyor. Dahası, savaşın Filistin bağlamından çıkıp İran ve mukavemet cephesi aktörlerine dönük bölgesel bir karakter kazanması olasılığı, ABD’nin aktif bir biçimde devreye girmesini sağlayıp gerici Arap rejimlerinin de zımni onayını alarak İsrail’in uluslararası pozisyonunu kuvvetlendiriyor.
Mesele elbette sadece mevcut konjonktürle açıklanamaz. Savaşın, etnik temizlik ve kolektif cezalandırmanın İsrail açısından bir stratejik zorunluluk olduğunu da unutmayalım. İsrail’in son askeri harekatlarının ardındaki siyasal ve askeri gerekçeler ne olursa olsun temeldeki Siyonist stratejik zorunluluk değişmiş değil: Filistin topraklarının insansızlaştırılması. Siyonist öncülerin “halksız toprak” diye tanımladığı coğrafi alanın gerçekten “halksız” kılınması, Filistin halkının boyun eğdirilerek bir “halk” olmaktan çıkarılması. Bölgedeki direnişin bir bütün olarak ezilerek Siyonist sömürgeciliğin “normalleştirilmesi”. İsrail saldırganlığının her seferinde bu kadar kıyıcı olmasının ardındaki çıplak gerçek bu.
Tüm bu nedenlerden ötürü, İsrail’in yakın zamanda, hiç değilse ABD’de Kasım ayında gerçekleştirilecek seçimlere kadar frene basması pek mümkün görünmüyor. Gazze’de savaşın hemen başında ilan ettiği askeri hedeflere (direnişi bitirmek ve rehine ve esirleri kurtarmak) bir türlü ulaşamayan Siyonist devlet, savaşı yaymayı, yani “ileriye doğru kaçmayı” seçmiş durumda. İsrail, Aksa Tufanı harekâtının birinci yıldönümünde moral üstünlüğü ele geçirmiş gibi görünüyor ve Siyonist devletin bu üstünlüğü de sonuna kadar kullanmak isteyeceği açık. İsrail, İran ve müttefiklerini ringe çekmek, lehine olan mevcut konjonktürde onları tam teşekküllü bir kapışmaya sürüklemek için elinden geleni muhtemelen ardına koymayacak, el artırmaya devam edecek.
İsrail, ABD hükümetinin hareket alanını sınırlamaya, dolayısıyla da savaşın yayılmasını engellemek için herhangi bir inisiyatif göstermesini engellemeye güveniyor. Gerçekten de aksi yöndeki kimi açıklamalara karşın ABD yönetimi pratikte İsrail’in yürüttüğü soykırımcı savaş ve kolektif cezalandırma politikalarına pratikte tam destek veriyor. Amerikan yönetiminden gelen ve Hasan Nasrallah’ın öldürülmesini onaylayan, onu “teröre” karşı meşru bir savunma eylemi olarak sunan beyanatlar bu durumun en net ifadesi. Mevcut ABD yönetimi başkanlık seçimi kampanyasının tam ortasında Ortadoğu’da yeni bir savaşa sürüklenmenin Demokrat Parti ve Kamala Harris’in seçim performansını olumsuz etkilemesinden elbette tedirgin oluyor. Ancak ABD emperyalizmiyle İsrail arasındaki “özel”, daha doğru bir tabirle yapısal ilişki, ABD yönetimini, kısa vadeli çıkarlarıyla çelişse de İsrail’in yanında durmaya adeta mecbur ediyor.
Bu “mecburiyet” Türkiye’de (ve birçok Ortadoğu ülkesinde) sıklıkla tekrarlandığı üzere, İsrail yanlısı lobinin Amerikan karar alma süreçlerindeki etkisinden kaynaklanmıyor. Nasıl iklim krizi karşısındaki egemen tutumun nedeni fosil yakıt şirketlerinin lobileri değilse, ABD’nin İsrail’e desteğinin nedeni de İsrail lobisi değil. Tersini savunmak, arabayı atın önüne sürmek ve emperyalist sistemin işleyiş biçimine dair kafa karışıklığını çoğaltmak demek. İsrail, ABD’nin bölgedeki gücünü sürdürmesini garantiye alan en istikrarlı ve güvenli dayanaktır. İki ülke arasındaki “benzersiz” ya da “özel” ilişkinin arkasında büyük bir komplo değil de bu basit gerçek vardır. 1979’da İran’da şahın devrilmesiyle ABD’nin fark ettiği üzere bölgedeki bütün diğer güçler elbette önemli ancak nihayetinde daha dengesiz ve kırılgan ortaklardır. İsrail tam da yerleşimci sömürgecilik ve etnik temizlik üzerine bina edilmiş bir devlet olması hasebiyle bölgedeki emperyalist hakimiyet ilişkilerinin düğüm noktasıdır.
Hemen eklemek gerek: İsrail’in ABD’yi lobisi aracılığıyla ele geçirip kuklası haline getirdiği görüşü ne kadar uçuksa İsrail’in ABD emperyalizminin her daim kullanılmayı bekleyen basit bir piyonu saymak da o kadar yanıltıcı. İki ülke arasındaki ilişkinin çok daha karmaşık olduğunu kabul etmek gerekiyor. İsrailli barış aktivisti Uri Avinery’nin zamanında ifade ettiği gibi, “ABD İsrail’i Ortadoğu’ya hakim olmak için kullanırken İsrail de Filistin’e hakim olmak için ABD’yi kullanmaktadır”.
İran liderliği, İsrail’in kendisini hazırlıksız olduğu bir savaşa sürüklemek istediğinin muhtemelen farkında. İran’ın İsrail’in savaş hukuku ve angajman kurallarını hiçe sayarak yürüttüğü terör kampanyası karşısında sergilediği “stratejik sabır”, bu durumun bir ifadesi. İran “vekilleri” aracılığıyla yürüteceği bir yıpratma savaşı aracılığıyla İsrail’i yormak ve Filistin direnişinin elini rahatlatmak istiyor şüphesiz. Ancak Filistin için karşısında sadece İsrail’i değil, büyük ihtimalle ABD’yi de bulacağı tam teşekküllü bir savaşa sürüklenmekten de kaçınıyor. İran’ın karşı karşıya bulunduğu iktisadi ve toplumsal zorluklar bu yolun tutulmasını güçleştiriyor. Daha kısa zaman önce büyük toplumsal protestolarla sarsılan, seçimlere katılımın bir hayli düşük geçtiği, dolayısıyla rejimin içeride meşruiyet temellerinin zayıfladığı bir konjonktürde topyekûn savaş seçeneği İran rejimi açısından pek de çekici bir tercih değil.
İran’ın ve elbette Hizbullah’ın İsrail’e karşı giriştiği onu yorup yıpratmayı, askeri kaynaklarını Gazze’den çekmeye zorlamayı hedefleyen sınırlı “yıpratma savaşının” sınırları, İsrail’in hiçbir angajman kuralına riayet etmeyen saldırılarıyla tarumar olmuş durumda. Dolayısıyla “mukavemet ekseni” bir tercihe zorlanıyor. Ya “stratejik sabır” çizgisinde ısrar etmek ve İsrail’in aktif bir biçimde kışkırttığı genelleşmiş, kapsamlı savaş olasılığından kaçınmak ya da İsrail’e misliyle yanıt vermek, dolayısıyla da savaşın genelleşmesi riskini göze almak. İlk durumda İran, İsrail’in provokasyonlarına gereken yanıtı veremeyeceği için ciddi bir itibar yitimine uğramak ve mukavemet ekseni üzerindeki prestij ve gücünün zayıflamasına katlanmak gibi bir sonuçla karşı karşıya kalabilir. İkinci seçenekteyse İran, ABD’nin de dahil olacağı ve bölgedeki Arap rejimlerinin çoğunun ve elbette Türkiye’nin kenarda ellerini ovuşturarak izleyeceği bir genel kapışmaya çekilmek ve onun olası yıkıcı sonuçlarını göğüslemek zorunda kalacak.
İran, İsrail’e gerçekleştirdiği son balistik füze saldırısıyla bu iki seçenek arasına sıkışmamaya çalıştığını ortaya koydu. Tahran yönetimi bir yandan bu kez önceden hiçbir uyarı yapmadan kapsamlı bir misilleme harekâtı gerçekleştirerek İsrail’i yanıtsız bırakmadı. Ancak öte yandan da Washington’la iletişim kurarak İsrail’in misillemeye girişmemesi halinde yeni bir saldırı olmayacağını bildirdi. Yani İran rejimi bir kez daha çatışmayı belirli sınırlar dahilinde tutmaya çalışıyor. ABD’den karşı yönde net ve güçlü bir mesaj almadığı takdirde İsrail’in bu sınıra yine riayet etmemesi ve İran’a sert bir karşılık vermesi kuvvetle muhtemel. Dolayısıyla mevcut “füze diplomasisinin” savaşın genelleşmesini önlemesi zor görünüyor. Siyonist devlet, konjonktürün yelkenlerini şişiren bir rüzgâra yol açtığının farkında ve bu avantajı kullanmaktan çekineceğini sanmak saflık olur.
Bu denklemin sadece askeri yöntemler ve diplomatik araçlarla çözüleceğini sanmak nafile. İsrail mevcut koşullarda ancak ABD baskısıyla ve bölgedeki güçler dengesini kalıcı olarak kendi lehine çevirecek ağır tavizler karşılığında, Ghassan Kanafani’nin “kılıçla boyun arasındaki müzakereler” diye tarif ettiği müzakere masasına oturabilir. Halihazırdaki güçler dengesini değiştirebilecek en önemli faktör, İsrail’e karşı gerek bölgede gerekse dünyada popüler direnişin canlanması. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin ilk genel sekreteri George Habash’ın “Filistin’in yolu Amman’dan, Beyrut’tan, Kahire’den, Riyad’dan geçer” sözünü hatırlamanın ve onu biraz daha genişçe yorumlamanın tam zamanıdır. Bölge başkentlerinde İsrail’in işlediği suçlara karşı hâkim olan sessizliği kıracak tek güç bu ülkelerde geniş kitlelerin emperyalizme, Siyonizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı ayağa kalkmasıdır. Bu ülkelerdeki siyasal statükonun kırılmasıdır. Aynı şey Türkiye, Avrupa başkentleri ve ABD için de geçerlidir. İsrail savaş aygıtını işlemez kılacak, onun lojistik kaynaklarını kesecek, Siyonist devletin meşruiyetini oyarak onu tecrit edecek bir Filistin’le dayanışma ve savaş karşıtı hareketin devreye girmediği koşullarda İsrail lehine olan mevcut denklemin sadece askeri araçlarla kırılması güç.
Durumdan vazife çıkartan bir hatırlatmayla bitirmek en iyisi: Türkiye’de Filistin meselesinin iktidarın elinde bir tür müsekkin, bir “afyon” olması haline son vermenin zamanı geldi de geçiyor. AKP iktidarı yıllardır Filistin meselesini toplumsal tabanını seferber edip pekiştirmek, o tabanın beklenti ve hayal kırıklıklarını dışarıya yansıtmak hedefiyle bir iç tüketim malzemesi olarak arsızca kullanıyor. Özgür Filistin’e giden yolun Ankara’dan da geçtiği bilinciyle bu durumu değiştirmek ve Türkiye’nin İsrail’le olan doğrudan ya da dolaylı ekonomik, askeri, diplomatik tüm ilişkilerinin kesilmesi için çok ciddi bir toplumsal basınç yaratmak gerekiyor. Uzun tarihimizden bildiğimiz bir gerçek, savaşı ve emperyalist saldırganlığı ancak emeğiyle geçinen milyonların eyleminin durdurabileceğidir. O gerçeğe sıkıca sarılalım, onun gereğini yapalım.