7 Ekim 2023’den bu yana İsrail’in, ABD ile el ele, kural, ölçü, sınır, savaş hukuku, ahlâkı tanımayan soykırım, suikast ve sabotajları bir yıl tamamlanmadan Ortadoğu’yu bir kez daha cehenneme çevirdi.
Dinsel, tarihsel derinliği olan, İsrail devletinin kurulmasıyla siyasallaşan Filistin-İsrail sorunu günümüzde yeni türden bir dünya savaşının çevresine kıvılcımlar saçan ön cephelerinden birini oluşturuyor.
1917’de yayımlanan Balfour Deklarasyonu ile Britanya, Filistin’de ulusal bir Yahudi vatanını desteklediğini açıklamıştı.
1947’de ABD’nin denetimindeki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 181 nolu kararıyla nüfusun üçte birini oluşturan Yahudilere Filistin topraklarının yüzde 55’ini önerdi. Filistinliler ve Arap müttefikleri plana karşı çıktılar.
Siyonist İsrail devletinin fikir babası Theodor Herzl 1896’da yazdığı Yahudi Devleti kitabında, bu devletin misyonunu Batı’nın “ilerleme, uygarlık ve sömürgecilik” ilkelerini/ kültürünü Doğu’ya taşımak olarak tanımlamıştı.
İsrail 1948’de, emperyalist bir proje olarak, ama seküler bir devlet olarak kuruldu. Tersinden söylersek, Yahudilik, tarihsel oluşumu ve kaynağı itibariyle dinsel/etnik bir topluluk olsa da İsrail bir din devleti olarak kurulmadı. Günümüzde ise, dinci, ırkçı fanatik asker-sivil kadrolar tarafından yönetiliyor. Sınırları belirsiz “vadedilmiş topraklar”, “Nil’den Fırat’a büyük İsrail” yayılmacı Siyonist İsrail devletinin dinsel/siyasal referansları. Bu siyaset ve hukuka göre vadedilmiş topraklarda Filistinlilere, Araplara, Yahudiler dışında hiç kimseye yer yok.
1964’de, Arap Birliği’nin girişimi ve Mısır başkanı Cemal Abdülnasır’ın aktif desteğiyle Filistinli, Arap, Hıristiyan kökenli seküler ve sosyalizan öbekler tarafından bir çatı örgüt olarak kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü de (FKÖ) Mısır, Suriye ve Irak’taki modernist/Baasçı iktidarlar tarafından desteklenen seküler bir örgütlenmeydi. Burada nedenlerine ve öyküsüne giremeyeceğimiz yarım yüzyıllık bir zaman dilimi içinde bu önderlik Filistin direnişi içindeki konumunu yitirerek çözüldü. Boşluğu, cihadcı, Filistin sorununun çözümünü yalnız Siyonist İsrail Devleti’nin değil Yahudi halkının yok edilmesinde gören Hamas doldurdu.
Önderliklerin İsrail tarafında fanatik etnik dincilere, Filistin tarafında İslamcı Hamas’a, yani birbirinin varlığını meşru görmeyen siyasal öznelere geçmesi sorunun kördüğümlerinden birini oluşturuyor. Öte yandan, bu kadim sorun süreç içinde, Filistin halkının kendi topraklarında yaşama, kendi bağımsız devletini kurma hak ve özgürlüğü sorunu olmaktan çıktı. Büyük emperyalist devletler arasındaki hegemonya/paylaşım savaşının konusu haline geldi.
*
Siyonist İsrail devleti, başından itibaren ABD’nin Ortadoğu’daki siyasal ve askeri üssü olarak var oldu.
ABD, Filistin ve Arap dünyasında Sovyetler Birliği’nin etkisiyle yükselmekte olan uluslaşma/modernleşme yönelişlerini durdurmak, Ortadoğu petrol kaynak ve yollarını denetimi altına almak üzere iki siyasal araç geliştirdi. Birincisi Ortadoğu’ya bir kama gibi sokulan Siyonist İsrail devletidir. İkincisi, Arap İslam dünyasında gerici dinci devlet, emirlik ve hareketlerden oluşan yeşil kuşak örgütlenmesidir.
1991’de Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra strateji Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak güncellendi. FKÖ’nün tasfiyesi, Arap İslam devletlerinin ABD-İsrail kampına kazanılması bu dönemde tamamlandı.
Ancak ne FKÖ’nün tasfiyesi, ne Arap devletlerinin kazanılması, ekonomik, siyasal ve ideolojik-kültürel hegemonyası çözülmekte olan ABD’nin istediği sonuçları yarattı. Kapitalizmin sınırdaki varoluşsal kriziyle, hegemonya aşınmasının birleştiği konjonktürde buraya geldik. Emperyalist devletler arasındaki rekabet ve çatışmanın yeni eksenlerinden birini Doğu Akdeniz’deki devasa doğalgaz kaynaklarının yeniden paylaşımı oluşturuyor.
*
ABD’nin yürürlükteki stratejisi, ekonomi politik, jeopolitik, askeri ve tekno-politik cephelerde kendisine meydan okuyan Çin’i durdurmak, Pasifik’te kuşatmak ve etkisizleştirmek olarak belirlenmiştir. Rusya ve İran’ı güçten düşürmek, böylece Çin’i yalnızlaştırmak bu stratejinin Avrasya ve Ortadoğu’daki taktik öncelikleridir.
ABD’nin kışkırtmasıyla başlayan Ukrayna savaşını; Gazze soykırımını; ABD-İsrail’in savaşı Lübnan, Suriye ve giderek İran’a doğru tırmandırmasını bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
ABD ve bağlaşıklarının Ukrayna savaşından umdukları sonucu alamadıkları, Rusya’yı çökertemedikleri, bu savaşla birlikte Çin-Rusya bağlaşıklığının daha da güçlendiği açıktır. ABD ve bağlaşıkları nükleer dehşet dengesini lehlerine değiştirecek güçte değiller ve Rusya’nın kararlı tutumu karşısında taktik ya da stratejik bir nükleer savaştan şimdilik vazgeçmiş görünüyorlar. Son NATO toplantısında buna karşılık silahlanmaya ve konvansiyonel savaşları tırmandırmaya karar verdiler.
Şimdi, Ukrayna’da yapamadıklarını Ortadoğu’da yapmaya, İran’ı, rejimi içten çökerterek ya da askeri/ekonomik açılardan felç ederek güçten düşürmeye, devreden çıkarmaya çalışıyorlar.
Tam bu noktada akılları karıştıran iki iddia ile ilgili iki saptama gerekiyor.
Birincisi, Hamas’ın sivilleri de hedefleyen 7 Ekim 2023 “Aksa Tufanı” saldırısının, İsrail tarafından Filistin soykırımının bahanesi olarak kullanıldığı doğru olmakla birlikte, bu saldırı olmasaydı da, stratejik plan belki başka araçların ağırlığında yürüyecek ve bugünkü çatışma ortamına büyüyecekti. Abraham anlaşmaları, Çin’in Kuşak Yol’una karşı yeni enerji koridoru oluşturma, ABD-İsrail-gerici Arap devlet ve emirlikleri ittifakıyla Filistin’de Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullahı, İran’ın denetimindeki “direniş ekseni”ni dağıtma planları yürürlükteydi.
İkincisi, Gazze soykırımının ve bugünkü kanlı tırmanışın katil Netanyahu ve Siyonist İsrail devletinin ABD’deki lobi gücünü, yaklaşan seçimleri kullanarak Biden yönetimini istemediği oldu bittilere boyun eğmeye zorladığı, ABD’nin İsrail’e desteğe istemeden sürüklendiği tezlerini çöp sepetine atmak gerekiyor. ABD kendi stratejik planını uyguluyor!
Sonuç olarak, Çin’in kendisi için “erken” olacak bir askeri çatışmadan bilinçlice uzak durmaya çalıştığı, Rusya’nın da hem Çin’in bu tutumuyla uyum arayışı, hem de Ukrayna savaşı nedeniyle savaşa doğrudan müdahale etmediği/edemediği koşullarda ABD-İsrail tarafı Ortadoğu’da bir üstünlük sağlamış görünüyor. Ancak bu yazının yazıldığı an itibariyle (7 Ekim 2024 sabahı) İran’ı çökertme hedefini gerçekleştirebilmiş değiller. Öte yandan, Çin ve Rusya’nın siyasal, ekonomik ve askeri yatırım yaptıkları, aynı cephede yer aldıkları, ayrıca Çin’in ana ham petrol kaynağı olan İran’ın düşürülmesine sessizce boyun eğeceklerini beklememek gerekir. 1 Ekim tarihli El Cezire haberine göre, bir İran yetkilisi İsrail saldırısının “konvansiyonel olmayan” bir yanıtla karşılaşacağını söylemiş.
Bu çeşitli yorumlara açık haberi yabana atmamak gerekiyor. Silah teknolojilerini yakından izleyen bir dostum aktardı. İran’ın elindeki hipersonik füzeler dünyada yalnızca Çin ve Rusya’da üretiliyor. Gelişkin modelleri henüz ABD’de bile yok. Dolayısıyla, ABD ve İsrail bunları durduracak hava savunma gücüne sahip değiller. Yani, İran’ın caydırıcı gücü var.
Küçük bir parantez: İsrail’in Lübnan saldırısı çağrı cihazlarının ve telsizlerinin patlatılmasıyla başlamıştı. Bu olay, şaşkınlık yaratmakla kalmadı; teknoloji tapınmacılığını da körükledi. Oysa sabotaj, yepyeni bir teknolojinin değil, uzun erimli bir istihbarata, örgütlenmeye dayanan bir çalışmanın, o cihazlara insan eliyle patlayıcı düzeneklerin yerleştirilmesinin sonucuydu. Kıssadan hisse: Evet günümüz savaşlarında teknolojinin rolü yadsınamaz ölçüde artmıştır. Ama bu, insan öğesinin, örgütlenmenin önemsizleştiği anlamına gelmiyor.
İsrail-İran çatışmasının hangi yönde ilerleyeceğiyle ilgili kesin tahminde bulunmak bizim gibi sıradan yurttaşlar için olanaksız. İzleyip göreceğiz.
Tırmandırılan savaşa tutum ise, ilericiler, devrimciler, komünistler için net olmalı. Hamas’ın başını çektiği Filistin direnişi, Hizbullah’ın Lübnan savunması, emperyalist müdahale ve işgal girişimlerine karşı İran halkının direnişi meşrudur.
*
Yoldaş gazeteci ve siyasetçiler Türkiye’yi yönetenlerin Filistin-İsrail siyasetindeki çok yüzlülüğünü somut kanıtlarıyla ortaya koydular. Bunların ayrıntısına girmiyoruz. AKP hükümeti buna rağmen ABD, Azerbaycan, Barzani Kürtlüğü ile el ele İsrail ile işbirliğinden, İran’ı zayıflatma heveslerinden vazgeçmiş değil. Doğu Akdeniz kaynaklarından, enerji yollarından ortak çıkar sağlama projelerinin hepten rafa kaldırıldığından emin olamıyoruz. Bu bir yana, Kürecik radarları İran’ı gözleyerek ABD üzerinden İsrail’e askeri istihbarat servisi yapmayı sürdürüyor; nükleer başlıklı silahlarıyla İncirlik Türkiye’yi bölgesel savaşa sürükleyecek bir askeri üs olarak duruyor. Azerbaycan petrolleri İsrail’e Türkiye üzerinden ulaştırılıyor.
AKP yandaş medyasındaki İran ve Hizbullah’ı karalamaya, itibarsızlaştırmaya yönelik Sünni İslam eksenli kampanyalarla, tekelci/küreselci sermaye sözcülerinin gerici, İslamcı oldukları gerekçesiyle direniş güçlerine karşıtlıklarının ortak sınıfsal temelini görmek gerekiyor.
“İsrail’in nihai hedefi Türkiye’dir” açıklamasında özetlenen söylem, toplumsal desteğini yitirmekte olan Erdoğan’ın İsrail’in kişiliğinde bir dış düşman yaratma, “milli birlik” çağrılarıyla toplumsal muhalefeti hizaya sokma atağıdır. Meclisin açılışında kimi CHP’lilerin Erdoğan’ı ayakta karşılaması, Özgür Özel’in gülücükleri, Bahçeli’nin şirinlikleri bu atağın en azından magazin düzeyinde karşılığı olduğunu gösteriyor.
İki yüzlü siyasetin toplumsal karşılığı ise, Erdoğan’ın geleneksel destekçisi dindar kesimlerde zayıflıyor. Fatih Erbakan’ın Erdoğan’a kondurduğu “mikrofon mücahidi” benzetmesi manidardır. ABD ve İsrail’in asimetrik güçle, dizginsiz, kuralsız, normsuz gaddarlığının tüm dünyada yarattığı infialin yükselmesi, Ortadoğu’da gerici Arap yönetimlerini yerinden edecek bir siyasal depreme, Türkiye’deki iktidar blokunu çözecek bir rüzgâra dönüşmesi mümkün ve muhtemeldir.
Bize düşen, bu olanak ve olasılığı gerçeğe dönüştürmeye katkısı olacak hiçbir gücü, etnik, dinsel, mezhepsel vb. nedenlerle dışlamayan, emperyalist işgal ve savaşa karşı güçleri birleştiren bir direniş ve barış mücadelesi yürütmektir.