“Köleliğin zincire vurduğu kişi azdır;
kendini köleliğe zincirleyense daha çoktur.”[1]
James Joyce’un, “Başkalarının efendisi de olma, kölesi de,” haklı ifadesine bir mim koyalım; ama ücretli köleliğin yeryüzünü kasıp kavurduğu hâl(imiz)de, köleliğin nihayet erdiğinden kim söz edebilir ki?!
“Kölelik kaldırılmadı, sadece bütün renkleri kapsayacak biçimde genişletildi,” diyen Charles Bukowski haklı; tıpkı, “Kimse görmese de zincirlerimiz var; bize özgür dense de köleyiz,” vurgusundaki gibi Oscar Wilde’ın…
Kölelik gerçeği hâlâ gündem(imiz)de; “Özgürlük; köleler için değil, köle olduğunu bilenler içindir,” uyarısındaki üzere Karl Marx’ın…
Ayrıca kendisini başkalarının kurtarmasını bekleyenler sadece kölelerken; unutmamalıdır ki kölelik dünyasını reddettiğiniz düzlemde aşabilirsiniz. Aksi takdirde yaşamın kölesi olursunuz!
* * * * *
Malum: Baskı, sömürü, cehalet ve karanlık, zalimler için köle sürüleri dışında bir şey doğurmazken; “Cehaletin zincirleri, köleliğin zincirlerinden çok daha ağırdır,” diyen Simón Bolívar ekler: “Tek bir adamın tüm gücü elinde tuttuğu ülkeden kaçın. Burası bir köleler ülkesidir.”
“İş köle olmamakta, yoksa çalışmak zor değil”se[2] de; kölelik/ ve köleleştirme ile sömürü iktidarı ve (enstrümanı) paranın ilişkisi çok nettir.
Örneğin “Magna servitus est magna fortuna/ Büyük kölelik, büyük servet” olması yanında; servet devasa bir köleleştirme aygıtıdır. “Köle oluruz sonunda kendi yarattığımız yaratıklara,”[3] vurgusu ile Henry David Thoreau’nun, “Peşi kovalanan para, kölelik aletidir”; George Bernard Shaw’ın, “Parayı köleniz yapın, yoksa efendiniz olur”; Friedrich Engels’in, “İnsanın kendi icadı olan paraya köle olması yanlış,” sözlerindeki gibi…
Mantık yürütmeyen insan bağnaz, yürütemeyen ahmak, yürütmekten korkan ise köleyken; kölelik/ve köleleştirilme çok boyutlu mesele.
Örneğin alışkanlıkların kölesi olmak bir boyunduruktur ve sömürü iktidarının çıkarları için eğitilen bir insan köle olmayı isteyecek kadar yabancılaştırılabilirken; Jean-Jacques Rousseau’nun, “Aşağılık köleler özgürlük sözüne gülerler,”[4] diye tarif ettiği hâl de ortaya çıkar.
Hani Karl Marx’ın, “Zenci köle nedir? Siyah ırktan bir adam… Zenci, zencidir. Sadece belirli koşullar altında köle olabilir. Pamuk eğirme makinesi pamuk eğirmeye yarayan bir makinedir. Sadece belirli koşullar altında sermaye hâline gelir. Bu koşullardan koparıldığında, altının kendi başına para olması ya da şekerin şeker fiyatı olması kadar küçük bir sermayedir,”[5] notunu düştüğü biçimde; devamla, ‘Rheinische Zeitung’da 1842’de yayınlanan ‘Odun Hırsızlığı Üzerine’ makalesinde, “Özel çıkarların temsili… tüm doğal ve manevi ayrımları ortadan kaldırarak, onların yerine belirli bir maddi nesnenin ve bu nesneye kölece tabi olan belirli bir bilincin ahlâksız, irrasyonel ve ruhsuz soyutlamasını geçirir,” diye “ücretli kölelik” babında eklediği üzere…
Aynı konuda Friedrich Engels ise, “Serf; üzerinde doğduğu toprak parçasının kölesiydi, emekçi yaşam gereksinimlerinin ve onları alacağı paranın kölesidir her ikisi de bir şeyin kölesidir. Serf, toplumun her üyesinin, içinde kendi yerini bulduğu feodal düzende, geçim araçları elde etme güvencesine sahipti. Özgür emekçi, hiçbir güvenceye sahip değildir, çünkü ancak burjuvazi kendisinden yararlanabileceği zaman toplum içinde bir yere sahiptir; onun dışındaki her durumda, görmezden gelinir, yok sayılır. Serf, efendisi için kendini savaşta feda ederdi; fabrika işçisi barışta feda ediyor. Serfin lordu bir barbardı, köylüsünü sığırların başı gibi görürdü; işçilerin patronu uygardır ve ‘işçinin elleri’ni makine gibi görür. Kısacası ikisinin durumu, eşit olmaktan pek de uzak değil; eğer biri dezavantajlıysa o da özgür emekçidir. Her ikisi de köle; tek farkla ki birinin köleliği gizlenmiyor; açık ve dürüst; ötekininki şeytanca, kurnazca, örtülü, aldatıcı, kendisinden ve herkesten gizli, ikiyüzlü bir kölelik,”[6] satırlarıyla “köle” ile “ücretli köle” meselesine açıklık getirir.
Ayrıca Karl Marx, “Başkasını köleleştiren bir millet, kendi zincirlerini örer,” derken; “Din, yüzyıllardır sömürücüler tarafından kitleleri aldatmak ve köleleştirmek için kullanıldı,” gerçeğinin de altını çizer.
Özetle: V. İ. Lenin’in, “Din, sermayenin kölelerinin insani görünümlerini ve az buçuk insan onuruna yaraşır bir yaşam taleplerini içinde boğdukları bir tür manevi alkoldür,” vurgusundaki üzere, kutsallığın olduğu yerde insan ve akıl yoktur. İnsanın gelişmesi ve özgürleşmesi kutsallık fikri ile bağdaşmaz. Tersine kutsala değgin inançlar köleleştirir; insan(lık)ı egemenlerin pasif kölesine dönüştürür.
* * * * *
Bunun Eunus ya da Spartaküs’den de ötesine uzanan maddi bir tarihi varken; en çarpıcı örneklerden birisi Latin Amerika’dır.[7]
XV. yüzyılda kıtanın fethedilmesinden itibaren XIX. yüzyıla kadar İspanya ve Portekiz egemenliğinde bulunan Latin Amerika, bu süreçte ekonomik bakımdan İngiliz ticaretinin etkisi altında kalmış, XIX. Yüzyıldan başlayarak da ABD’nin yayılmacı politikalarının hedef tahtası hâline gelmiştir. Bu bakımdan, sömürgeciliğin Latin Amerika’da hiç sonlanmadığı, biçim değiştirerek farklı devletlerin hegemonyasında günümüze kadar sürdürüldüğü söylenebilir.
Bölge üzerinde farklı şekillerde uygulanan sömürgeci politikalar göz önünde bulundurulduğunda Latin Amerika siyasetinde en dikkat çeken nokta, fetihten günümüze 500 yılı aşkın bir sürece yayılan tüm sömürgeleştirme çabalarına karşı Latin Amerika halklarının, direnişi bırakmadan bağımsızlık mücadelelerini sürdürmüş olmalarıdır.
Günümüz siyasetinde sömürgeciliğe karşı işaret ettikleri farklı olanakların daha iyi anlaşılabilmesi bakımından Latin Amerika’nın sömürgecilik tarihinde dikkat çeken örneklere kısaca değinmek yerinde olur.
Latin Amerika’nın sömürgeleştirme dönemi, kıtanın XV. yüzyılda İspanya ve Portekiz tarafından ele geçirilmesiyle başlamıştır. Christopher Columbus, Hernan Cortes ve Francisco Pizarro önderliğindeki conquistadorların kıtayı fethetmesinin ardından Portekiz ve İspanya arasında imzalanan Tordesillas Antlaşması’na göre, Güney Amerika topraklarında günümüzde Brezilya’nın bulunduğu bölge Portekiz’e bırakılırken, Brezilya dışında kalan “tüm bilinmeyen keşfedilecek bölgeler” Kastilya Hanedanı’nın hâkimiyeti altına girmiştir.
Latin Amerika’nın XV. yüzyılda başlayan sömürgecilik tarihinde günümüzün sömürgeleştirme politikalarına çok benzer bir sistem uygulamaya konmuştur. Toprakları ele geçirilen, evleri zaptedilen yerlilere Avrupa’dan getirilen misyonerlerin vereceği din eğitimi ve bakım karşılığında, bu insanların emeklerinden bedava yararlanmayı sağlayan, Encomienda adı verilen bu sistemle aslında yapılmak istenen, Hıristiyanlığın öğretilmesi ve bölgeye medeniyet götürülmesi kisvesi, “kutsal bir amaç için karşılıklı yardımlaşma” adı altında sömürgeciliğin meşrulaştırılmasıdır. Bu dönemde milyonlarca yerli çeşitli işkencelerle katledilerek öldürülmüş ve kıtanın fetihten önce 150 milyon civarında olan nüfusu 3.5 milyona düşmüştür.
Ayrıca kıtadaki üç büyük uygarlığın, Maya, Aztek ve İnka uygarlıklarının yerleşim yerleri, tapınakları, tüm kültürel hazinesi yerle bir edilmiştir. Fakat bu yıkım sürecinde Avrupa’nın sömürgeleştirme çabalarına karşı çok sayıda yerli ayaklanması da yaşanmıştır. Bu direnişlerden en önemlileri, XVI. yüzyılda İnka önderi Tupac Amaru’nun başlattığı ayaklanma ile XVIII. yüzyılda çok geniş bir bölgede onbinlerce Quechua yerlisinin başına geçerek mücadele eden José Gabriel Condorcanqui’nin önderliğindeki ayaklanmalardır. Bunlara benzer daha birçok örnek, kıtadaki direnişin yüzyıllar boyunca sürdürülmeye çalışıldığının ve bölge halklarının güçlü bir direniş geleneğine sahip olduğunun bir göstergesidir.[8]
Biraz gerilere gidersek: Kıta 1492’de Christopher Columbus tarafında keşfedildiğinde ABD topraklarında yerliler yaşıyordu. Orta ve güneyde ise Maya, Aztek ve İnka medeniyetleri bulunuyordu. Ancak İspanyol ve Portekizliler istilacılar “çelik ve mikrop”larıyla geldikleri coğrafyayı 25-30 yılda köleleştirip, medeniyetleri ortadan kaldırdı, milyonlarca insanı da katletti. Kıtanın altın, gümüş ve diğer değerli madenlerini Avrupa’ya taşıdılar. Yok ettikleri yerlilerin yerine çalıştırmak için Afrika’dan milyonlarca insanı köle olarak getirdiler.
Christopher Columbus, 13 Ekim 1492 günü öğleden sonra, Bahamalar’daki San Salvador Adası’na ayak bastı. Bu, Amerika kıtasının “keşfi” anlamına geliyordu. Christopher Columbus’un günlüğünde yazdığına göre karaya ayak bastıkları ilk gün de dahil olmak üzere, yamyam bir kabile tarafından saldırıya uğramışlardı. Bu kabilenin adı Caniba idi ve daha sonra İngilizcede “yamyam” demek olan “Cannibal” sözcüğü buradan türeyecekti.
Claude Levi-Strauss, ‘Hepimiz Yamyamız’ başlıklı yapıtında, “Herkes kendi alışık olmadığı şeye barbarlık der,”[9] notundaki üzere Christopher Columbus yamyamlarla büyük bir savaş verdiğini iddia ediyordu. Yamyamlık onun için oldukça ilkel bir tavırdı ve bu ilkelleri öldürmek en doğru yoldu. Ne var ki hem Kolomb hem de ondan sonraki Avrupalı ardılları Amerika kıtasında çocuk ve yaşlı ayrımı yapmadan yüz milyonlarca insanı katlettiler. Yamyamlığa karşı verildiği iddia edilen savaş, barbarlığa dönüşmüştü. Ancak yüz milyonlarca insanı öldüren beyaz adama göre barbarlık, ilkel yerlilerin yaptığıydı.
* * * * *
Sömürgeci Avrupa’nın “uygarlaştırma”(?!) adına köleleştirme harekâtı da bunlardan farklı değildi…
Mesela İngiltere’nin sekizinci büyük kenti Bristol’un şöhret ile zenginliğinin köle ticaretinden geldiğinin altını çizerek, kentin “hayırsever amca”sı Edward Colston ile başlayalım… Kolay mı? Edward Colston, adı Bristol ile özdeşmiş olan bir köle taciriydi!
1636’da Bristol’de, varlıklı bir tüccar ailesinde doğan Edward Colston, daha sonra ailesiyle birlikte Londra’ya taşındı ve yetişkin yaşlara geldiğinde, İspanya, Portekiz, İtalya ve Kuzey Afrika’da kumaş, yağ, şarap ve meyve gibi malların ticaretine başladı.
Ardından 1680’de o dönem köle ticaretini tekelinde bulunduran Royal African Company’ye (RAC) katıldı. Kral II. Charles’ın teşvikiyle kurulan şirkette dokuz yıl sonra başkan yardımcısı ve büyük yatırımcı olarak hizmette bulundu.
1698-1807 kesitinde yaklaşık 84 bin 500 Afrikalı RAC gemileriyle Amerika’ya taşındı. Lancaster Üniversitesi’nden tarihçi Prof. William Pettigrew’a göre Royal African Company, transatlantik köle ticaretinde Amerika’ya en fazla köle taşıyan şirketti. Afrika’dan getirdiği kölelerin göğsüne “RAC” ya da York Dükü’nü simgeleyen “DY” damgalarını vuruyordu.
Kârı en üst düzeye çıkarmak için, gemi gövdeleri küçük bir tavan boşluğu ile ambarlara ayrıldı, böylece mümkün olduğu kadar köle taşıyabilir hâle getirildi. Yollarda çeşitli hastalıklara yakalanarak ya da işkence nedeniyle yaklaşık 20 bin Afrikalı yaşamını yitirmişti. Cesetler doğrudan denize atılıyordu. Esirlerin 12 binden fazlası 10 yaş altı çocuklardı ve her 4 çocuktan 1’i yolda ölmüştü.
Edward Colston, bütün bu faaliyetin organizasyonundan sorumluydu. Daha sonra şirket değer kaybedince ayrıldı ama yaygın inanışın tersine köle ticaretinden hiç ayrılmadı. Yaşamının son yıllarında bile South Seas Company’nin (SSC) komisyon üyesi ve büyük yatırımcısıydı. Bu süreçte de SSC 15 bin 931 Afrikalı taşıdı ve her 5 kişiden 1’i yolda öldü.
Bu arada Colston, hem yerel hem de ulusal hayır kurumlarına olağanüstü miktarda para verdi. Ancak o zaten dindar bir Anglikan muhafazakâr ve katı bir kraliyetçiydi. Servetinin büyük bir bölümünü, belirli bir dini eğitim tarzını teşvik etmeye ve Bristol kiliselerine harcadı.
Edward Colston efsanesi de zaten bu yardım kuruluşları ve kiliselerden doğdu. Ama düpedüz kirli bir efsaneydi bu. O, insan ticareti ve katliamlarla kazandığı parayla Bristol kentine ticari bir avantaj getirmişti evet ama bu baştan itibaren kana bulanmış rezillikti.
Sonra da Edward Colston’un beş metrelik bronz heykeli, 1895’te Bristol kent merkezine dikilmişti. Heykelin altında “Bu heykel, Bristol halkı tarafından kentlerinin en faziletli, en bilge evlatlarından birinin anısına dikilmiştir” yazıyordu!
Ama sadece heykel değil, Bristol’ün her köşesinde onun adı vardı. Adeta kent onunla özdeşleşmişti. 10’a yakın bina, 6 sokak, 8 anıt ya da rölyef ve gravür, ilkokuldan üniversiteye kadar 6-7 okul, onlarca dernek, spor kulüpleri, publar ve diğer kuruluşlar…[10]
Bir başka örnek!
Hollanda parlamentosunun talebiyle İçişleri Bakanlığınca, Hollanda devletinin kölelik tarihine değgin araştırmanın neticesinde hazırlanan ‘Devlet ve Kölelik’ başlıklı yapıtta, Hollanda devletinin, Kraliyet ailesinin, şirketlerin ve toplumun önemli kısmının kolonilerindeki kölelik sürecine “doğrudan”, “bilinçli şekilde” ve “büyük ölçüde” müdahil olduğu ve bu kolonilerden önemli gelir elde ettiği belirtildi.
Köleliğin etkilerinin, dünya genelinde ve Hollanda’da hâlâ görülebildiği anlatılan 480 sayfalık kitapta, Hollanda krallarının çeşitli yollarla kolonilerden ve köle ticareti yapan firmalardan gelir elde ettiği aktarıldı.
Ayrıca, Hollanda devletinin selefi olan ve 1588-1795 döneminde hüküm süren Birleşik Hollanda Cumhuriyeti’nin (Republiek der Verenigde Nederlanden) kralları III., IV. ve V. Willem’in kolonilerden gelir elde ettiği, ayrıca 1602’de kurulan ‘Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nin, kolonilerden ve köle ticaretinden elde ettiği gelirin yüzde üçüne hissedar olmamalarına rağmen Hollanda krallarına verdiği kaydedildi.
Kraliyet ailesinin, 1675-1770 döneminde, köleliğin yaygın şekilde yapıldığı kolonilerden elde ettiği gelirin bugünkü karşılığının 545 milyon avro olduğu belirtilen kitapta, Hollanda’nın Afrika, Güney Amerika ve Asya kıtasındaki kolonilerinde yaygın şekilde köle ticareti yapıldığı bilgisi paylaşıldı.[11]
Çoğaltılabilir. Lakin burada duralım!
* * * * *
Kölelik/ ve köleleştirme ekonomi-politik bağlamlı -yabancılaş(tırıl)mayı da içeren- bir beşeri meseleyken; nihai kerteden Jacques Derrida’nın, “Yok kurtuluş yeryüzünde cellatlar bağışlanabildiği sürece”; Panait Istrati’nin, “Zorbalara dünyayı avuçlarında tutma gücünü veren şey herhangi bir ahlâki değer ölçüsü değil, ezilenlerin korkaklığıdır,” formüllerindeki tutuma/ çözüme mündemiçtir; “Bir ülke, yarı köle yarı özgür insanlardan oluşursa yaşayamaz,” vurgusundaki üzere Abraham Lincoln’un…
Tam da burada V. İ. Lenin’in, “Bu büyük mücadelede iki dünya karşı karşıya duruyor; sermayenin dünyasına karşı emeğin dünyası; sömürünün ve köleliğin dünyasına karşı kardeşliğin ve özgürlüğün dünyası” vurgusu eşliğinde aktaralım:
“Bir cumhuriyet nasıl bir maskeye bürünürse bürünsün, ne denli demokratik olursa olsun, eğer o bir burjuva cumhuriyeti ise, eğer o toprak ve fabrikaların özel mülkiyetini koruyorsa ve eğer özel sermaye toplumun tümünü ücret köleliği içinde tutuyorsa, yani eğer bir cumhuriyet, bizim parti programımızda ve Sovyet anayasasında söylenen her şeyi gerçekleştirmiyor ise, o zaman bu devlet, bazı insanların, ötekiler tarafından ezilmesi için bir makinedir.
Öyleyse biz, bu makineyi sermayenin iktidarını alaşağı edecek sınıfın ellerine vereceğiz. Biz, devletin genel eşitlik demek olduğu yolundaki bütün o eski önyargıları reddedeceğiz, çünkü bu, bir göz boyamacadır, sömürü olduğu sürece eşitlik olamaz. Toprak sahibi işçiye eşit olamaz, ya da aç bir insan tok bir insana eşit olamaz. Bu devlet adı verilen makine, önünde insanların, halkın yönetimi yolundaki eski masallara, proletaryanın burjuva yalanları olduğunu söylediği masallara inanarak, boş inanlara kapılarak saygıyla eğildiği bu makineyi proletarya ezecektir.”[12]
Kölelik/ ve köleleştirme hangi biçimiyle olursa olsun böyle aşılabilecektir.[13]
Bu uğurda “Olumsuzluklar içinde de mutlu olunabilir,”[14] türünden “ucuz bilgelik”ler yerine Che Guevara’nın, “İnsan köle olmayı bırakmalı ve kendi yolunun mimarı olmalı…
Charlie Chaplin’in, “Kölelik için savaşmayın, özgürlük için savaşın!…
Howard Zinn’in, “Çağımızdaki şiddet itaatten kaynaklanmaktadır.” “Bizim problemimiz halkın itaatsizliği değil, bizim problemimiz halkın itaatkârlığı…
Abraham Maslow’un, “Neye uyum göstermek? Kokuşmuş bir kültüre mi? Baskın bir anne babaya mı? Olabildiğine uyumlu çalışan bir köle için ne söylenebilir ki? Ya da uyumlu davranan bir tutsak için”
Jean-Jacques Rousseau’nun, “Devlet bir özgürlük rüyası gibi çıkar ortaya ama insanı köle hâline getirir…
Paulo Coelho’nun, “Hayatın her anı risk taşır. Risk almayan başarısızlığın en büyüğünü kabullenmiş demektir.” “Bugüne kadar milyonlarca insan pes etti… Öfkelenmiyorlar! Ağlamıyorlar! Hiçbir şey yapmıyorlar! Yalnızca zamanın geçmesini bekliyorlar… Tepki gösterme becerilerini yitirmiş onlar.. Sen ise üzgünsün… Bu da senin ruhunun hala canlı olduğunu kanıtlar…
Epiktetos’un, “Beni Anisthenes özgür kılmış; ama asla bir köle olmadım,” uyarılarına kulak vermenin de ötesine hayata geçirerek; köleliğin her türüne baş kaldırmalı…
17 Eylül 2024 19:21:43, Muğla.
N O T L A R
[1] Lucius Seneca.
[2] Bertolt Brecht, Halkın Ekmeği, çev: Asım Bezirci-A. Kadir, Evrensel Basım Yay., 1997.
[3] Johann Wolfgang Von Goethe, Faust, çev: Nihat Ünler, Öteki Yay., 1992.
[4] Jean-Jacques Rousseau, Toplumsal Sözleşmesi, çev: Vedat Günyol, Adam Yay., 1974.
[5] Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye-Ücret, Fiyat ve Kâr, çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1999.
[6] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev: Oktay Emre, Sosyalist Yay., 1994.
[7] “Ben hatırlama takıntısı olan bir insanım,” diyor Eduardo Galeano, tarihçi olarak anılmasına itiraz ederek. “Her şeyden çok da Amerika’nın, unutkanlıktan mustarip Latin Amerika’nın geçmişini hatırlama takıntım var.” (Eduardo Galeano, Aynalar-Neredeyse Evrensel Bir Tarih, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2009.)
[8] Ezgi E. Çelik, “Sömürgeciliğe Karşı Bir Başkaldırı Örneği Olarak Latin Amerika”, Felsefelogos, Yıl:14, No:39, 2010/2, s.75-83.
[9] Claude Levi-Strauss, Hepimiz Yamyamız, çev: Haldun Bayrı, Metis Yay., 2014.
[10] Arif Mostarlı, “Tarihi Silemez miyiz Gerçekten?”, Yeni Yaşam, 15 Haziran 2020, s.12.
[11] “Hollanda Monarşisi Kölelikten Beslendi”, Birgün, 17 Haziran 2023, s.11.
[12] V. İ. Lenin, Marx-Engels-Marksizm, çev: Vahap S. Erdoğdu, Sol Yay., 1997, s.479.
[13] “Neden sosyalist olduğumu sana söyleyeyim. Sosyalizm kaçınılmazdır, onun için. Çünkü bugünkü çürümüş ve akıldışı sistem süremez, çünkü senin at sırtındaki adamının günü geçti. Köleler ona katlanmayacaklar. Onlar çok fazlalar ve ister istemez olası bir atlıyı daha atına binmeden alaşağı edecekler.” (Jack London.)
[14] Figen Atalay, “İoanna Kuçuradi: Salgının Etkileri, Özgürlük, Haklar, Mutluluk…”, Cumhuriyet, 12 Şubat 2021, s.6.