İngilizceden çeviren: Deniz Kaya
1982 yazının o sakin bir öğleden sonrasında, aniden bir patlama apartmanımızı sarstı. Balkona çıkan komşularımdan, Sanayeh bahçeleri yakınında, mahallemizden birkaç yüz metre uzakta bir binanın hava saldırısında yıkıldığını duydum. O zamanlar meraklı bir gençtim. Bombalama yerine gitmek istedim. Bir zamanlar on katlı olan bir binanın çatı katının yere indiğini ve artık bir enkaz yığınının üzerine oturduğunu gördüm. Orada toplanan kalabalık, Yaser Arafat’ın Filistinli mülteci ailelerle dolu olan binayı ziyaret ettiğini ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) liderinin saldırıdan sadece on beş dakika önce binayı terk ettiğini kulaktan kulağa fısıldıyordu. Binanın sakinleri olan yüzden fazla kişi, bombardımanda hayatını kaybetmişti.
1982 yazında İsrail, “Celile İçin Barış Operasyonu” adını verdiği bir operasyonu başlatarak Lübnan’ı işgal etti. Amacı, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) ortadan kaldırmaktı. İsrail ordusu Beyrut’u işgal etti ve Filistinli gerillaları güney banliyölerinden çıkardı. Bu, Sabra ve Şatila katliamlarının yaşandığı yazdı; İsrail askerleri iki Filistin kampını kuşattı, sağcı Lübnanlı Hristiyan milisleri getirdi ve üç gün boyunca yüzlerce Filistinli sivilin katledilmesine neden oldu. O yaz kaç kişinin öldüğünü kesin olarak bilmiyoruz, ancak bu sayı yirmi bini bulmuş olabilir.
1982 yazında Hizbullah henüz ortada yoktu. İsrail, büyük ölçüde seküler/milliyetçi El Fetih ve aslında bir tıp doktoru olan George Habbaş tarafından yönetilen, Marksist Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) ile savaşıyordu. İran, İslam Devrim Muhafızları adı alltında birkaç yüz kişi Lübnan’a gönderildi ve Filistinli gerillaların işgale karşı savaşını destekledi. Kendileri çok fazla savaşmadı; bunun yerine Bekaa Vadisi’nde eğitim kampları kurdular ve daha sonra “Hizbullah” olarak bilinen militanlar oluştu.
On yıl sonra, 1993’te İsrailli lider İzak Rabin, Yaser Arafat ile el sıkışacak ve Filistinlilere özerklik vaat eden Oslo Anlaşması’nı imzalayacaktır. Ancak Oslo Anlaşması asla uygulanmadı; anlaşma imzalandıktan iki yıl sonra bir Yahudi aşırı sağcı Rabin’i suikastle öldürdü ve katil sonunda kazandı: Oslo barışının yerini, artık sadece kendileri için “güvenlik” isteyen İsrailli liderler aldı, bu da Filistinlilerin güvenliği pahasına gerçekleşti.
1990’lar ve Hizbullah
1990’ların ortalarında Batı Şeria’daki Filistin topraklarının yoğun bir şekilde kolonileşmesi başladı. 2005’te İsrail, Gazze Şeridi’nden çekildi ama burayı sıkı kontrolü altında tutarak bölgeyi dünyanın en büyük “açık hapishanesi” haline getirdi. Tüm bunlar, Filistinlilerin günlük yaşamlarında yaşadığı aşağılamalar ve işgalci ordusu veya yerleşimciler tarafından uygulanan yüksek dozda günlük şiddet eşliğinde gerçekleşti.
Lübnan’a döndüğümüzde, Hizbullah, yabancı işgale karşı direnişin ana gücü olarak ortaya çıktı. 1983’te Beyrut’taki Deniz Piyadeleri kışlasına yapılan bombalamanın arkasındaydılar; bu saldırıda 241 ABD askeri ve 58 Fransız paraşütçü hayatını kaybetti ve bu gelişme, bu güçlerin Lübnan’dan ayrılmalarına neden oldu.
Hizbullah, Lübnan siyasetinin mezhepsel çatlakları içinde kök salmış ve bunları derinleştirmiştir. İlk olarak, Lübnan Komünist Partisi (LKP) gibi seküler rakiplerine saldırmış, liderlerini, sendika aktivistlerini ve filozof Mahdi Amel gibi entelektüel figürleri suikastla ortadan kaldırmıştır. Ayrıca LKP’nin liderlik ettiği Ulusal Direniş Cephesi’ni de ortadan kaldırarak İsrail karşıtı direnişi tekelleştirmiştir. Hizbullah, Lübnan’daki Şii nüfusunu temsil eden ve harekete geçiren ana güç haline gelmiştir.
Hizbullah’ın 2000 yılında Lübnan’da İsrail işgalini püskürtmesi, Lübnanlılar için bir gurur kaynağıydı. Parti, Lübnan’ın en yoksul topluluklarını, etkili bir savaş gücüne dönüştürmüştü. Ancak bu, yüksek bir bedel ödendiği anlamına geliyordu: “Allah’ın Partisi” tamamen dış – İran – finansmana, silahlara ve dolayısıyla onların emirlerine bağımlıydı. Bu, 2006 savaşında Hizbullah’ın İsrail’i kışkırtması ve ardından gelen 33 günlük yoğun bombardıman sırasında Beyrut’un Şii nüfuslu güney banliyöleri olan Dahiyé’nin büyük ölçüde harabeye dönmesiyle açıkça ortaya çıktı.
2024’ün 2006’dan farkı
2006’daki Hizbullah, 2024’teki Hizbullah ile aynı değil. Bu süreçte, Şii partisi, Beşar Esad’ın rejimini, şiddete meyilli, İslamcı ve mezhepsel bir hale dönüşen popüler isyanlardan kurtarmak için Suriye’ye savaşmaya gitti. Suriye’de, kendi ortamı olmayan bir yerde savaşarak, parti, veri sızıntıları yoluyla İsrail casusluğuna maruz kaldı. Yıllarca İsrail, Hizbullah ile İran Devrim Muhafızları ile savaşmak için hazırlık yaptı. Bir dizi dramatik saldırıda Hizbullah liderliğini, -uzun süreli lideri Hassan Nasrallah da dahil olmak üzere- yok etti.
Ancak İsrail, Lübnan’da katliamlar yaparak ve Beyrut banliyölerini başka bir Gazze haline getirerek kuzey sınırında “güvenlik” elde edebileceğini düşünüyorsa, bu bir déjà vu: Kırk iki yıl önce, İsrail laik bir Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) yok etti fakat onun küllerinden daha radikal, İslamcı bir Hizbullah yaratıldı.
Orta Doğu’da hiç kimse “tarihin sonu”na inanmıyor. Aksine, tarih sürekli olarak bozuk bir plak gibi kendini tekrar ediyor. İsrail, Lübnan’ı bir kez daha yakıyor. Ancak ne barışı ne de güvenliği elde edebilecek.