Son bir yılda yaşananlar, bize İsrail’in “güvenliği” ya da “savunma hakkı” adı altında sürdürülen saldırganlığın kaçınılmaz bir biçimde ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistlerin bölgeyi (Ortadoğu) dizayn etme politikasına bağlandığını bir kez daha gösterdi. İsrail’in, Hamas’ın Aksa Tufanı saldırısına yanıt adı altında sürdürdüğü saldırı, işgal ve katliamlarını Gazze’den Batı Şeria’ya, İran ve Suriye’den Lübnan ve Yemen’e kadar yayması da bu savaşın bölgeyi dizayn etme politikasının bir aracına dönüştürülmeye çalışılmasından bağımsız anlaşılamaz. İsrail saldırganlığına nasıl yanıt vereceği tartışılan İran’ın geçen hafta düzenlediği füze saldırısından sonra bu saldırıyı durdurmak üzere ABD, Fransa ve İngiltere’nin bölgedeki güçlerini seferber etmeleri de bu gerçeği açıkça ortaya koyuyor.
Bugün İsrail, sadece Batılı emperyalistlerin bölgesel çıkarlarını koruyabilmelerinin temel dayanağı olmakla kalmıyor; bölgeyi yeniden dizayn etme politikası bakımından da pergelin sivri ucu konumunda bulunuyor.
2011’de başlayan Suriye savaşında ABD ve Fransa’nın başını çektiği Batılı emperyalistler için Esad rejiminin devrilmesinin temel gerekçelerinden biri de “direniş ekseni” içinde İran ve Lübnan Hizbullah’ı arasındaki halkanın kopartılarak “İsrail’in güvenliğinin” sağlanmasıydı. Bu politikanın başarısızlığa uğraması ve İran ile Rusya’nın bölgede etki alanlarını artırması karşısında ABD emperyalizmi bu kez kendi pozisyonunu koruyabilmek için yine İsrail merkezli yeni bir planı gündeme getirmişti.
2020’de ABD başkanı olan Trump tarafından uygulamaya konulan ve “yüzyılın anlaşması” adı altında açıklanan bu plan, Filistin sorununun İsrail ve bölgedeki Arap rejimleri arasındaki iş birliğinin önünde bir engel olmaktan çıkartılmasını amaçlıyordu. “Yüzyılın anlaşması”, İsrail’in işgallerini meşrulaştırıyor ve sadece işgal altında olmayan bölgelerde ordusu bile bulunmayan sembolik bir Filistin devleti karşılığında İsrail ve Arap rejimleri arasında ilişki ve iş birliğinin geliştirilmesini hedefliyordu.
Bu plan, Hamas’ın geçen yıl 7 Ekim’deki saldırısına kadar işlemeye devam etti. BAE, Bahreyn, Sudan ve Fas, İsrail ile İbrahim/Abraham Anlaşmalarını imzalayarak “normalleşme” süreçlerini başlatmışlardı. Yine S. Arabistan da İsrail ile bu yönlü görüşmeler yapıyordu. Mısır ve Ürdün zaten uzunca bir dönemdir ABD ve İngiliz emperyalizminin politik ekseninde İsrail ile iş birliği halindeydiler.
Bu dönemde ABD emperyalizminin politik ekseninde İsrail ile “normalleşme” sürecini uygulamaya koyan ülkelerden biri de Türkiye idi. 2022’nin mart ayında İsrail Cumhurbaşkanı Herzog Türkiye’yi ziyaret etmişti ve Erdoğan’ın İsrail’i ziyareti için de hazırlıklar yapılıyordu.
Hamas’ın saldırısına İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırı, işgal ve katliamlarla yanıt vermesi bu süreci kesintiye uğrattı. S. Arabistan, İsrail ile “normalleşme” görüşmelerini askıya aldığını açıkladı ve Erdoğan da İsrail ziyaretini iptal etti.
İsrail saldırganlığının ilk dönemlerinde ABD’deki Biden yönetimi, bu saldırıların kontrolden çıkmasını engellemeye yönelik bir diplomasi yürüttü. Çünkü bu savaşın “normalleşme” adı altında İsrail ve bölge ülkelerinin ABD ekseninde birleştirilmesi politikasının önünde bir engel oluşturmasını istemiyordu.
Ancak ABD’nin bölgedeki egemenlik/paylaşım mücadelesindeki rakipleri Rusya ve Çin’in tutumları, bu politikanın başka bir yöne evrilmesini kolaylaştırdı. Rusya, Ukrayna savaşı nedeniyle ve Çin de erken bir hesaplaşmanın önünü açacak bir gerilimin içine girmek istemediği için bu süreçte pasif bir tutum takındılar. İran da hem iç ve hem de dış politikada karşı karşıya kaldığı zorluklar nedeniyle bu gerilim ve çatışmaların kendisi için ciddi riskler yaratacak bir bölgesel savaşa dönüşmesini engellemeye yönelik bir tutum takınmaya çalıştı.
Rakip güçlerin karşı karşıya bulunduğu zorluklar ve açmazlar, İsrail’i saldırılarını daha geniş alanlara yayma konusunda cesaretlendirmekle kalmadı, bu saldırganlığın bölgenin yeniden dizaynının aracına dönüştürülmesinin de önünü açtı. Bu temelde ABD emperyalizmi son bir yılda bölgedeki askeri-savaş gücünü Doğu Akdeniz’e gönderdiği yeni savaş gemileri ile artırdı ve savaş uçağı sayısını da neredeyse iki katına çıkardı.
NATO üyesi Türkiye daha ağustos ayında Doğu Akdeniz’de ABD ile ortak deniz tatbikatı düzenlemişken Erdoğan’ın, “İsrail’in Lübnan’dan sonra Türkiye’yi hedef alacağı” açıklamasını da bu gelişmelerle birlikte okumak gerekiyor. Erdoğan, bu açıklama ile bir yandan İsrail’e ve arkasındaki emperyalistlere karşı tutum almadığı için iktidarına tepki duyan geniş halk kesimlerinin dikkatlerini başka noktaya çekerek üzerinde oluşan baskıyı dağıtmak istiyor. Ancak bu açıklama aynı zamanda bölgenin yeniden dizaynı sürecinde kendi iktidarının rolünün belirsiz bırakılması karşısında ABD ve Batılı emperyalistlere karşı bir sitem anlamı da taşıyor. Çünkü Erdoğan iktidarının özellikle Irak’taki Kalkınma Yolu ve Kürt sorunu üzerinden ABD ile yapılan pazarlıklarda bölgenin yeniden dizayn edilmesi sürecinde İran’ı dengeleyecek bir aktör olarak rol üstlenme konusunda istekli olduğu biliniyor.
Sonuç olarak; bölge halkları, pergelin sivri ucunda İsrail saldırganlığının yer aldığı ama başında 2003’ten bu yana bu yönde hamle üstüne hamle yapan ABD emperyalizminin bulunduğu bir yeniden dizayn politikası üzerinden bir ateş çemberinin içine alınmak, kuşatılmak isteniyor. Erdoğan iktidarı, “Vatan savunması Gazze’den başlıyor” gibi demagojik söylemlerine rağmen bu yeniden dizayn politikası bağlamında ABD emperyalizminden yeni roller kapmaya çalışıyor. O yüzden bugün İsrail saldırganlığına ve arkasındaki emperyalistlere karşı Gazze ve Beyrut’u savunmak, ülkedeki iş birlikçi iktidara karşı mücadeleden başlıyor!