“Geçmişte açıkça şiddet yanlısı militan Nazi grupları karşısında antifaşist strateji açıktı. Yürüyüş yapamamalarını sağlayın, engelleyin, gerekirse fiziki çatışmaya hazır olun, örgütlenmelerine mani olun. Şimdi işler çok daha zor. Popülist hareketler söz konusu olduğunda, kamuoyunun tavrı değişti ve aşırı sağın savunucularının uyguladığı şiddet açık ve net değil; bu nedenle de onlara karşı militan antifaşist stratejileri meşrulaştırmak daha zor.”
“Eskiden azılı neonazileri itibarsızlaştırmak kolaydı çünkü antifaşistler toplumun genelinin söylemsel hatta bazen fiziki düzeyde yanlarında olduğuna güvenebilirlerdi. Ancak AfD ve PEGIDA’nın yükselişi, artık azınlıktaki radikal gruplarla değil de toplumun, kendisini ırkçı terimlerle ifade eden dikkate değer büyüklükteki bir kısmıyla karşı karşıya bulan geleneksel antifaşizmi krize sürükledi. Militan antifaşist mücadele yöntemleri Dresden’de on beş bin kişiyle ya da oyların yüzde yirmisini kazanan bir partiye karşılaştığınızda işlemez hale geliyor.”
“Sokak antifaşizmi (gösteriler, yürüyüşler vs.) bugün bir çıkmazda: ya siyasi açıdan önemsiz ama fiziki olarak tehlikeli aşırı sağ gruplarla karşılaşıyor ya da politik olarak önemli gruplarla yüzleşiyor ve karşısında sadece sokakta olmakla kalmayan, aynı zamanda da siyaset oyununa iyiden iyiye entegre olmuş, kolluk kuvvetlerince kollanan ve toplumun büyükçe bir bölümünce meşru kabul edilen partilerle karşı karşıya kalıyor. ‘Ruhların Lepenleşmesinin’ bir sonucu da antifaşist mücadelenin iktidar katında da toplumun gözünde de gayrimeşru hale gelmesi.”
Danimarka, Almanya ve Fransa’dan antifaşist militanlar faşizmin (yeni, post ya da geç gibi sıfatlarla) ana akımlaşmasının neden olduğu durumu ve bunun sonucunda da “geleneksel” antifaşist mücadele araç ve yöntemlerinin tıkanmasını bu sözlerle tarif ediyor.[1] İkinci Dünya Savaşı sonunda oluşmuş ve hiç değilse prensipte faşizmi gayrimeşru bir siyasal eğilim addedip iktidar koridorlarını ona kapalı tutmayı vadeden mutabakatın büyük ölçüde ortadan kalktığı bir devirde bulunduğumuz açık. “Post-antifaşist” diye tabir edilen bu devirde geleneksel antifaşizm de haliyle krizde. Antifaşizmi günümüzün bu namüsait ahval ve şeraiti dahilinde, yani faşizm heyulasının güncel versiyonlarının üzerimizde dolaştığı, üstelik bu yeni biçimlerin büyük ölçüde normalleştiği koşullarda yeniden düşünmek gerekiyor.
Aslında faşizmin ana akımlaşıp meşru ve muteber bir siyasal aktör haline gelmesi, Türkiye’de (İtalya’yla birlikte) çok daha erken tarihlerde yaşanmış bir gelişme. MHP’nin ve “ülkücü hareketin” normalleşip merkeze huruç etmesi kesintilerle birlikte ta 1990’ların ortasından itibaren derinleşen bir süreç. O yıllardan sonra Türkeş ana akım medya tarafından “bilge lider” olarak anılır oldu, MHP hızla muteber ve makbul bir siyasal aktör halini aldı. Dahası “ülkücülük” merkeze adeta hücum ederek popüler bir kisveye büründü. Dolayısıyla birçok ülkede “geleneksel” antifaşizmi krize sürükleyen gelişmelerin bizde çok daha erken tarihlerde cereyan ettiği, bu bakımdan bizde antifaşizmin krizinin de daha “köklü” olduğu pekâlâ varsayılabilir. Tam da bu nedenle günümüzün namüsait ahval ve şeraitine uyarlanmış bir antifaşizmin olanaklarını tartışmak bizler açısından çok daha büyük ve acil bir gereklilik.
Faşizmi Nasıl Durdururuz?
Tanıl Bora, muhtemelen bu zaruretin bilinciyle, Birikim Güncel’de yayımlanan yakın tarihli bir yazısında, Paul Mason’ın “Faşizmi Nasıl Durdururuz” adlı kitabına atıfla, günümüze has bir antifaşizmin imkânlarını tartışıyor.[2] Hemen bu noktada eklemek gerekiyor: Bora, 1990’lı yıllardan itibaren faşist hareketin ana akımlaşması tehlikesine işaret etmiş ve bunun yarattığı vahim sonuçlara dikkat çekmiş bir isim. Mesela Bora, 1990’ların ikinci yarısından itibaren medyada hâkim olan ve MHP’ye dönük her türden siyasal rezervi bir nevi “dogmatizm” ya da “değişimi anlayamamak” olarak mahkûm eden “asabi MHP muhibi” söylemi haklı olarak “anti-antifaşizm” olarak tanımlıyordu: “Anti–anti-faşizm denebilecek bir tabu, bu. MHP’yle ilgili, ‘değişti güzelleşti’ destanından gözü kamaşmamış her türlü yorum, içeriğini ölçüp tartma gereği duymaksızın, bağnaz bir MHP karşıtlığı, dogmatik bir anti-faşistlik hamâseti olarak damgalanıyor.”[3]
Sırf bu ısrar ve fikri takip açısından dahi Bora’nın antifaşizmin krizi ve güncel bir antifaşist siyaset ve duyarlılığın aktive edilmesi konusundaki görüşleri önemli. Bora, sözünü ettiğim güncel yazısında, Paul Mason’ın “son derece istifadeli” bulduğunu bilhassa belirttiği kitabından hareket ediyor. Önce bu hususta bir şerh düşmek elzem: Paul Mason, Avrupa radikal/devrimci solunda amiyane tabirle pek de sağlam pabuç sayılmayan, hayli bednam bir figür. Radikal soldan gelip son yıllarda giderek merkeze yaklaşan, Ukrayna savaşıyla birlikte “şahin” kesilip ülkesinin ve Avrupa’nın tam teşekküllü militarizasyonunu savunan, son seçimlerde Corbyn karşısında İşçi Partisi’nden aday olmaya çalışan birisi Mason. Bu politik “fauller”, Mason’ın kişisel heves ya da kaprislerinin ürünü olmaktan ziyade, kitabında savunduğu siyasal pozisyonun, yani yükselen faşist dalganın ancak solun, Tarık Ali’nin meşhur tabiriyle “aşırılıkçı merkez” ile ittifakı aracılığıyla defedilebileceğine inancının ürünü.
Mason’a göre “faşizm bir kez ivme kazandığında, ancak faşist rejim altında mağdur olması muhtemel grupların toplumsal seferberliğiyle birleşmiş devlet eylemiyle yenilebilir.”[4] Faşizme karşı mevcut devlet aygıtını seferber edebilmenin yoluysa sol ve toplumsal mücadelelerle siyasal merkez (bir kez daha “aşırılıkçı merkez”) arasında yeni bir “halk cephesinin” oluşturulmasıdır. “Faşizmi hem siyasi hem de kültürel olarak yenmenin tek yolu, tabandan gelen bir hareket ve antifaşizmi popüler kültürün tüm yönlerine yerleştirme çabasıyla birlikte merkez ve solun siyasi ittifakıdır.”[5]
Mason, liberal merkez ile sol ve toplumsal mücadeleler arasında, faşizme karşı birlikte mücadeleyi mümkün kılacak bir “ateşkesi” savunuyor. Onun hayali sosyalist solla liberal merkezi “ortada” buluşturacak yeni bir “halk cephesi”. Liberal merkez neoliberalizmin en yıkıcı boyutlarını terk etmeli, sol ise şarabını bir hayli sulandırarak radikal siyasal beklentilerini “şimdilik” bir derin dondurucuya koymalıdır: “Modern bir Halk Cephesi’nin işlemesi için liberalizmin, Fransız Radikal Partisi’nin 1935-36’da yaptığını ve Roosevelt’in New Deal‘in başlangıcında yaptığını tekrar etmesi gerekecektir: en azından kısmen, radikal sosyal demokrasinin talepleriyle örtüşen yeni tipte bir ekonomi politikasına dönmek. Bu arada sol da programının yaklaşık yarısını ve takıntılarının çoğunu ‘devamı sonra’ yazan bir kutuya koymak zorunda kalacaktır.”[6]
Merkez sağın göçmen meselesi ve “toplumsal cinsiyet ideolojisi karşıtlığı” gibi alanlarda aşırı sağın siyasal gündemini büyük ölçüde benimsediği, merkez solun ise neoliberalizme ve Atlantikçi politikalara sıkı sıkıya sarıldığı koşullarda Mason’ın merkezle sol arasında bir yeni halk cephesi kurulması önerisinin havada kaldığı aşikâr. Dahası böyle bir siyasal tutum, Mason’ın kişisel siyasal macerasının da ortaya koyduğu üzere, solun faşizm heyulası karşısında dümeni iyice sağa kırarak siyasal ayırdediciliğini bütünüyle yitirmesi, aşırılıkçı merkezin bir uzantısı haline gelmesi riskini ihtiva ediyor. Böylesi bir tutumun faşist tırmanışı durdurmaya nasıl muvaffak olacağıysa tam bir muamma. Örneğin Fransa’da Yeni Halk Cephesi’nin tam da Mason’ın salık verdiği gibi Le Penci Ulusal Birlik’e karşı Macron’la ittifaka gitmesinin sosyalist solu yıkıma sürükleyeceğini, toplumsal mücadeleleri hareketsiz kılıp demoralize edeceğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Hele hele Macroncu liberallerin son seçimlerin akabinde Yeni Halk Cephesi öncülüğünde bir hükümetin önünü kesmek için Ulusal Birlik ile fiili bir ittifaka gittiği koşullarda… Mason’ın önerdiği siyasal tutum, Fransa’da faşist yükseliş karşısındaki son engellerin de etkisizleştirilmesinden başka bir sonuç yaratmayacaktır.
Liberalizm ile Faşizm Arasında
Bu yazıda gayem Mason’ın kitabı ve onun temel tezlerinin eleştirisi değil. Esas olarak Mason’ın siyasal tutumuna kaynaklık eden ve Tanıl Bora’nın da paylaştığı görünen iki argümanı tartışmayı amaçlıyorum. İki argüman da faşizmin güncellenmiş versiyonlarına karşı mücadelede belirleyici sorun alanlarına işaret ediyor. Bunlardan ilki, liberalizmin faşizmin adeta “doğal” bir “ötekisi” olduğu, bu meziyeti dolayısıyla da liberalizmin faşizm karşısında solun zaruri bir potansiyel müttefiki olduğu.
Mason kitabında liberalizmin baş düşmanının (“nemesis”) sosyalizm değil, faşizm olduğunu bilhassa vurguluyor. Onun bu hususta hiç de yalnız olmadığını itiraf etmek gerekiyor. Bir “devlet tapıncı” (yahut totalitarizm) olarak anlaşılan faşizmin “devlet karşıtı” olduğu iddia edilen liberalizmle esastan tezat içerisinde bulunduğu günümüzde genel geçer bir kabul haline gelmiş durumda (klasik ya da “neo” liberalizmin devlet karşıtlığının aslında devlet zorunu, otoriter bir devleti gerektirdiğine ilişkin koca bir literatür olmasına karşın hem de). Hatta faşizmi antiburjuva ve antiliberal tutumu itibariyle dejenerasyon ve deformasyona uğramış da olsa bir tür “sosyalizm” (milli ya da proletaryasız bir sosyalizm) olarak addeden görüşler hayli revaçta. Faşizmin ne yaptığından (yani faşizmin sınıf karakteri ve sınıf işlevinden) ziyade ne dediğine dikkat kesilen bu yaklaşım, onun antiplütokratik söylemlerine ve güya devrimci jargonuna haddinden fazla ehemmiyet verince faşizmle liberalizm arasında aşılması mümkün olmayan bir uçurum varsayılmış oluyor.[7] Liberal geleneği faşizme karşı seferber olmaya çağıran, hatta sola da Mason (ve Bora) gibi, “liberalleri bir numaralı düşman olarak hedefe koymaya son vermek” tavsiyesini yöneltenler, liberalizm ile faşizm arasındaki bu varsayımsal tezattan hareket ediyor.
Oysa Alberto Toscano’nun hatırlattığı üzere faşizmle liberalizm arasındaki ilişki hiç de birbirini mutlak olarak dışlayan bir karşıtlık değildir. “Bugün faşizmin ölümden sonraki yaşamları ve tekrarlarıyla mücadele ederken, onun yaklaşık yüz yıl önce siyasi ve ekonomik olanı kaynaştıran bir ‘totaliterlik’ biçimi olarak değil, özellikle öldürücü bir devlet öncülüğündeki devlet karşıtlığı olarak iktidara geldiğini hatırlamakta fayda var. Üstelik bu yönüyle de başlangıçta Einaudi’den Benedetto Croce’ye birçok liberal tarafından da olumlu karşılanmıştı.”[8] Günümüzde faşizm çalışmaları, faşizmin sınıfsal içerik ve işlevini tartışmaktan imtina ettiği için faşizmin tam da liberalizmi ve piyasa toplumunu kendinden, özellikle de siyasal liberalizmin mümkün kıldığı “tehditlerden” (kitle demokrasisi ve solun tehdidinden) arındırıp kurtarmak hedefiyle devreye giren bir iç savaş makinesi olduğu çokça göz ardı ediliyor. Dolayısıyla faşizm ile liberalizm arasındaki süreklilikler tartışma dışı bırakılıyor. Faşizm geçmişin ve dolayısıyla günümüzün tahakküm ve sömürü yapılarıyla bağı olmayan bir istisnaya, Tanıl Bora’nın ifadesiyle “kıyassız bir felâket” ya da “mutlak kötülüğe” indirgenmiş oluyor.
Oysa Domenico Losurdo’nun liberalizmin tarihi üzerine kapsamlı çalışmasında ortaya koyduğu üzere, liberalizmin demokrasi karşıtlığı, seçkincilik, ırkçılık, kölecilik, sömürgecilik ve sosyal Darwinizm gibi faşizmi olanaklı kılan musibetlerle bağları derindir. Bu bakımdan da “yirminci yüzyılın felaketini, sağlıklı ve mutlu bir topluma beklenmedik bir şekilde saldıran ve onu alt eden bir tür yeni barbar istilası olarak nitelendirmek banal olarak ideolojiktir.”[9] Mike Davis, “Üzerinde Güneş Batmayan Katliam” adlı çalışmasında liberal doktrinin, güncel tabirle “küresel güneyde” nasıl soykırımcı sonuçlara yol açtığını tartışır. “Milyonlar, ‘modern dünya sistemi’nin sınırları dışında değil, bu sistemin ekonomik ve siyasi yapılarına zorla dahil edilmelerine yönelik sürecin tam da içinde öldüler. Onlar, liberal kapitalizmin altın çağında, (…) Smith, Bentham ve Mill’in ‘kutsal’ ilkelerinin ‘tanrı buyruğu’ biçiminde hayata geçirilmesiyle katledildiler.”[10] Enzo Traverso da “Nazi Şiddetinin Kökenleri” adlı çalışmasında Nazizmin suçlarının kökeninin “Avrupa sanayi kapitalizminde, sömürgecilik ve emperyalizminde, modern bilim ve teknolojilerin gelişiminde, öjeninin ve sosyal Darwinizmin Avrupa’sında, kısacası Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşı’nın siperlerinde biten ‘uzun’ 19. yüzyıl tarihinde” aranması gerektiğini belirtir.[11]
Dolayısıyla faşizm emsalsiz, mukayeseye gelmez, yani öncesiz ve sonrasız “mutlak” bir musibet değildir. Aksini iddia ederek faşizmi depolitize etmektense faşizmi ve onun suçlarını tarihselleştirmek, bağlamsallaştırmak elzemdir. Faşizmi istisnai saymaktansa onun mesela liberalizmin altın çağında hüküm sürmüş ve Michael Mann’ın “soykırımcı demokrasiler”, Domenico Losurdo’nunsa “üstün ırk demokrasileri” diye tanımladığı yerleşimci-kolonyalist rejimler gibi öncülleriyle rabıtasını vurgulamak gerekir. Faşizmin Holokost/Şoah gibi suçlarının günümüzde mesela Filistin kurtuluş hareketini kriminalize etmek için kullanılır hale gelmesini, yani faşizmin meşum hatırasının statükoyu müdafaa için araçsallaştırılmasını ancak böyle bağlantılara işaret ederek engelleyebiliriz.
Ishay Landa’nın vurguladığı üzere, “faşizm, liberal ‘açık toplum’a dışarlıklı değildi; aslında o zaten pek de açık olmayan bu toplumun içeriden bir üyesiydi. Liberal düzen, faşizmin antitezi, onun mutlak Öteki’si olmak şöyle dursun, faşizme önemli ölçüde katkıda bulundu ve onun geniş kapsamlı tezahürlerinin çoğunu önden haber verdi.” Faşizmin liberalizme karşıt görünen çoğu kötücül ve aşırı yönü (demokrasinin reddi, diktatörlük, şoven milliyetçilik, emperyalist savaş ve ırkçılık) tarihsel olarak liberalizmle bağlantılıdır. “Faşizm, büyük ölçüde (yani tamamen değil) liberal toplum ve ideoloji içindeki gelişmelerin organik bir ürünüydü. O, liberalizmin krizini çözmeye, içine düştüğü açmazdan çıkarmaya ve burjuvaziyi kendisinden kurtarmaya yönelik aşırı bir girişimdi.”[12]
Mesele bir tarihsel köken tartışmasından ibaret değil elbette. Faşizm bir tarihsel kaza, bir istisna değil de kökenleri kapitalist modernliğin tahakküm ve sömürü yapılarında olan bir potansiyel olarak ele alındığında, onun tekerrürünü de açıklamak mümkün hale gelir. Tekrar eden olaylar değildir elbette, aynı tarihsel yapıların tetiklediği eğilimlerdir. Söz konusu tahakküm ve sömürü yapılarının berdevam kılınmasında belirleyici rol oynamış (eski) liberalizmle faşizm arasındaki süreklilikler sorgulandığında, günümüzün yeni liberalizmiyle hortlayan post, geç ya da neo faşizmler arasındaki rabıta ve süreklilik üzerine düşünmek de mümkün hale gelir. Tarihsel faşizmin güncel sürümleri, işçi sınıfının parçalanıp atomize olduğu ve özellikle de “trickle down”, yani damlama ya da aşağıya sızdırma ekonomisinin tüm iddiasını kaybettiği, neoliberalizmin geç devrine has bir siyaset etme biçimidir. Neoliberalizm altta kalanın canının çıktığı bir toplum yaratır, faşizm ise altta kalanların bir bölümünün canını bizzat almaya dönük bir siyasetle bu toplumsal durumu derinleştirir. Bu bakımdan aşırı sağın “aşırılığı”, neoliberalizme içkin otoriter eğilimleri ve eşitlik nefretini aşırıya, yani aslında mantıki sonuçlarına kadar götürmesidir. Bu hususu dikkate almayan bir “antifaşizmin” ise aşırılıkçı merkezin silik ve etkisiz bir eklentisi olması kaçınılmazdır.
Asgari Antifaşizm mi?
Tanıl Bora, antifaşizmi liberalizm ile sosyalizm arasında bir uzlaşı zemini olarak tarif eden, bunun için de radikal/devrimci sıfatlı solu beklenti ufkunu sınırlamaya davet eden Mason’ın önerisine sıcak bakıyor. Öyle ki, “aşırılıkçıları ‘popülizme doğru geriletmek’ kadar düşük bir çıtaya gönül indiriyor Mason – hatta ‘ırkçılığa, milliyetçiliğe, cinsiyetçiliğe geriletme’yi bile kâr sayıyor” diye yazıyor. Antifaşizmi bir “sahici ve hayatî bir asgari müşterekler zemini” olarak tanımlayıp (sosyal bilimlerde faşizmi tanımlama amaçlı bir “ideal tip” arayışının adı olan “faşist minimum” tabirine atıfla) bir “antifaşist minimum” inşa etmeye çağırıyor.
Oysa bizzat Mason’ın da kitabının satır aralarında itiraf ettiği üzere, antifaşizmin geçtiğimiz yüzyıldaki tarihinin en parlak sayfaları onun siyasal beklenti ufkunu daraltması (asgari olana çekmesi) değil, bilakis genişletmesinin sonucuydu. İspanyol antifaşizminin bağrından bir devrim, Fransız antifaşizminin içinden o güne kadar Avrupa’da görülmüş en büyük proleter işgal hareketinin çıkması bir tesadüf değildi. Ne İtalyan ne Yunan ne de Yugoslav partizanları faşizme karşı meşruti monarşiye dönmek için savaş vermişti. Faşizme karşı mücadele, faşist barbarlığa yol açmış eski düzeni müdafaa etmek ya da o meşum eski normale dönme amacıyla yürütülemezdi. Hobsbawm, Aşrılıklar Çağı’nda bu durumu, “anti-faşist savaşın mantığı sola yöneldi” diye özetler.[13]
Tarihçi Mark Mazower aynı konuda, “tüm Avrupa’da Nazi yönetimi altında yaşayan sıradan insanların radikalleşmesi konusunda çok fazla kanıt vardır” diye yazar: “1942’de bir yeraltı haber bülteninde yazan Hollandalı genç bir hukukçu, ‘en son arzu ettiğimiz şey, iktisadi karmaşası, toplumsal eşitsizlikleri, ruhsal gevşeklikleri ve sınıf önyargılarıyla 1939’un toplumsal koşullarına geri dönmektir’ diyordu.” Antifaşist direniş hareketleri arasındaki farklılıklar ne olursa olsun, direnişçilerin toplumsal ve siyasal özlemlerindeki sola doğru radikalleşme eğilimi belirgindir. “Ana sanayi ve bankaların devletleştirilmesi, fiyat ve üretim denetimiyle devlet planlaması ya da bulanık ve belirsiz ‘toplumsal adalet’ terimleriyle yorumlansa da daha adil ve ‘sosyalleştirilmiş’ bir ekonomi hedefi direnişçilerin büyük çoğunluğu tarafından paylaşılıyordu.”[14]
Bizzat Mason kitabında bu durumu, yani antifaşist siyasetin “ortalamacı” (asgari) değil de radikalleştirici (azami) dinamiğini itiraf eden örneklere başvurur. Örneğin Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesinin ardından yeraltına çekilip yeni rejime karşı mücadele eden Sosyal Demokrat Parti üyesi bir kadın militanın şu sözlerini aktarır: “Burada tek bir fikir hâkim. Güç ancak güçle kırılabilir. Ve halihazırdaki rejimi, geçmişin demokratik devletini yeniden kurmak için devirmek, bunun için Almanya’da kesinlikle parmağını kaldırmaya istekli kimse bulunamaz.”[15]
Faşizme karşı eski dünyayı dirilmek için mücadele etmek, antifaşizmin klasik çağında hiçbir zaman çok taraftar bulan bir fikir olmadı. Bunu en iyi ifade edenlerden biri H.G. Wells’tir. İkinci Dünya Savaşı sırasında yayımlanan ve hayatının son eseri olan Ağrı Dağı Yolcusu Kalmasın’da (All Aboard for Ararat) insanlığın içerisinde bulunduğu genelleşmiş savaş ve kıyım haline son vermek isteyen Tanrı yeni bir Nuh aramaya girişir. Sonuçta Bay Noah Lammock’u seçer ve onunla misyonunu kabul ederek yeni bir gemi inşa etmesi için uzun bir sohbete girişir. Noah Lammock, yeni Nuh olma hususunu Tanrı ile tartışırken ısrarla aynı soruyu sorar: “Boğazına kadar günah ve yolsuzluğa batmış eski dünyayı kurtarıp yenilemek mi istiyoruz? Yoksa bu korkunç savaş yangınını, birbirini yiyen devletleri ve eskimiş gelenekleri geride bırakıp tamamen yeni bir dünya inşa etmeye mi niyetleniyoruz?”[16] Yeni Nuh için kıyamet ortasında bir gemi inşa etmenin tek anlamı yeni bir dünya vaadidir. Tanrı’ya “korkunç bir hızla savaş, nefret ve gaddarlık seline boğulan eski dünyayı kurtarmak istemiyoruz değil mi? Bu dünyayla artık hiç işimiz kalmadı” diye seslenir.[17]
Bu durum, siyasal beklenti ufkunun zaten daralmış olduğu kendi çağımızda hayli hayli geçerli. Zaten faşizmin türlü sıfatlarla da olsa hortlaması tam da bugünkünden niteliksel olarak farklı bir gelecek beklentisinin neredeyse bütünüyle rafa kalkmasının, kapitalizme bütünlüklü ve tutarlı bir alternatif hayal etmenin dahi imkânsız hale gelmesinin, Mark Fisher’in meşhur tabiriyle “kapitalist gerçekçiliğin” ürünü değil mi? Kapitalist gerçekçilik, radikal dönüşümleri ve elbette devrimi düşünülmez kılarak bundan sonra yeni hiçbir şey olmayacağı kanısını güçlendirir. İşte bu “tarihsel kısırlık”, yani insan toplumlarının kendilerini radikal bir biçimde yenileme kabiliyetlerinin ellerinden alınmış olması, muazzam bir toplumsal regresyonla sonuçlanmaya mahkûmdur.
Ugo Palheta’nın ifadesiyle, “1980’lerden itibaren bir tür sınıf kaderciliğinin yükselişi (mülkiyet sahipleri ve sermaye karşısında bir güç dengesi kurma imkânına giderek daha fazla şüpheyle bakılması)”[18] tam da faşizmin boy attığı siyasal zemini şekillendiriyor. William Buchanon, Le Penci Ulusal Birlik’in yükselişini tartışırken bu sınıf kaderciliğine işaret ediyor: “Parti daha fazla sosyal konut inşa etmeyi reddediyor ancak daha fazla Fransızın bundan yararlanması için göçmenlerin sınır dışı edilmesini talep ediyor. Irkçılık bir yana, bu tür tezlerin artan popülaritesi Fransızların bir konudaki teslimiyetiyle doğrudan ilişkilidir: ne yaparsak yapalım, eninde sonunda liberal reformlar uygulanacaktır.”[19]
Mason’ın başarılı bir güncel antifaşizmin olmazsa olmazı diye tarif ettiği şey, yani siyasal beklenti ufkunun daraltılması, solun ve toplumsal mücadelelerin kendi kendilerini sınırlayarak deradikalize etmeleri, siyasal alanı sağın sağla, şerrin ehven-i şerle mücadele ettiği bir çıkmaza sürüklemekten başka şeye yaramıyor. “Aşırı sağın” yelkenlerinin şişmesine neden olan şey de zaten siyasetin alanını iyice daraltan bu çıkmaz. Bu durumu evvela, onca yıldır “tatava yapma bas geç” ve “stratejik oy” türünden sefaletleri tekrar tekrar yaşamış bizlerin biliyor olması gerekir.
Faşizm neoliberal “felaket çağına” has baskın bir eğilim ve potansiyel. Bu eğilimle mücadele etmek için bilhassa “defansif” bir antifaşizm anlayışından (Bora’nın tabiriyle antifaşist minimumdan), yani siyasal hedeflerini esas olarak faşist tehdidi durdurmakla sınırlayan ve bunun için de merkeze rücu eden bir eğilimden uzak durmak gerekiyor. Günümüzün antifaşizmi, açıkça antineoliberal bir çizgiye oturmak, faşizmi besleyip somut bir olasılık haline getiren “kapitalist gerçekçiliğin” hakimiyetinde gedikler açmayı hedeflemek zorunda.
[1] Aktaran Mark Bray, Antifa The Anti-Fascist Handbook, Melville House, 2017, s. 77- 96
[2] Tanıl Bora, “Anti-faşist minimum”, https://birikimdergisi.com/haftalik/11807/anti-fasist-minimum
[3] Tanıl Bora, “Neo-Faşizmin Yükselişi… Anti-Faşizmin Krizi… MHP Tartışmaları”, https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-138-ekim-2000/2330/neo-fasizmin-yukselisi-anti-fasizmin-krizi-mhp-tartismalari/2524
[4] Paul Mason, How to Stop Fascism History, Ideology, Resistance, Allen Lane, 2022, s. 200.
[5] Mason, age, s. 220.
[6] Mason, age, s. 232.
[7] Bu görüşlerin bir eleştirisi için bkz. David Renton, Fascism Theory and Practice, Pluto Press, 1999.
[8] Alberto Toscano, Late Fascism: Race, Capitalism and the Politics of Crisis, Verso, 2023, s. 61.
[9] Domenico Losurdo, Liberalism A Counter-History, Verso, 2011, s. 340.
[10] Mike Davis, Üzerinde Güneş Batmayan Katliam El Nino Kıtlıkları ve Üçüncü Dünyanın Açlıkla İnşası, çev. Umut Haskan, Yordam, 2009, s. 22.
[11] Enzo Traverso, Oi Rizes tis Nazistikis Vias, 21os Parallilos, 2013, s. 29.
[12] Ishay Landa, The Apprentice’s Sorcerer Liberal Tradition and Fascism, Brill, 2010, s. 9.
[13] Eric J. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev. Yavuz Alogan, Sarmal, 1996, s. 194.
[14] Mark Mazower, Karanlık Kıta Avrupa’nın 20. Yüzyılı, çev. Mehmet Moralı, Alfa, 2015, s. 259-60.
[15] Aktaran Mason, age, s. 211.
[16] H.G. Wells, Ağrı Dağı Yolcusu Kalmasın, çev. Mert Moralı, İthaki, 2019, s. 47.
[17] Wells, age, s. 42.
[18] “Umut Cephesini İnşa Etmek: Ugo Palheta ile Fransa Hakkında Söyleşi”, https://www.ayrim.org/ceviri/umut-cephesini-insa-etmek-ugo-palheta-ile-fransa-hakkinda-soylesi/
[19] William Bouchardon, “Fransa’da Aşırı Sağın Patronlarla Uyum Arayışı, İktidara Gelişin Fragmanı mı?”, çev. Hakan Özbilen, https://birikimdergisi.com/guncel/11772/fransada-asiri-sagin-patronlarla-uyum-arayisi-iktidara-gelisin-fragmani-mi