Orta Doğu’da her gelişme önceki sürecin sonucu, sonraki gelişmelerin başlangıcıdır. Hiçbir şey durduk yere olmaz. HAMAS’ın 7 Ekim’de İsrail yerleşim birimlerine yönelik saldırısı da öyleydi.
– Filistin meselesi dünya gündeminden düşmüştü,
– Kimse 2 devletli çözümden bahsetmiyordu,
– Filistinlilerin meşru temsilcisi sayılan Mahmud Abbas liderliğindeki kötü ve hantal yönetim, yolsuzluk gibi sebeplerle iyice zayıflamıştı,
– HAMAS etrafı havadan/karadan/denizden İsrail tarafından çevrilmiş olan Gazze’de sıkışıp kalmıştı,
– Arap dünyası Arap ayaklanmasından sonra İsrail’in bölgedeki varlığını yok sayan Arap milliyetçiliği kavramını sorgulamaya başladı,
– Rusya ve Çin gibi ülkelerin Orta Doğu’daki ilişkilerini genişletmeye ve derinleştirmeye başladığını gören ABD, bölge ülkeleri ile İsrail arasında normalleşmenin sağlanması için zorlamaya başladı.
HAMAS genel olarak bu sebeplerden dolayı İsrail yerleşim birimlerine yönelik bir saldırı hazırladı ve gerçekleştirdi.
HAMAS’ın hedefi, saldırılarla birlikte Filistin Yönetimi kontrolündeki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün hatta İsrail vatandaşı olan Filistinlilerin eş zamanlı olarak ayaklanmasını sağlamak yani 3. intifadayı başlatmaktı. Elbette HAMAS’ın 7 Ekim’den itibaren İran’dan ve İran tarafından desteklenen Direniş Hattı’ndan da beklentisi yüksekti. Belki de HAMAS daha önceki çatışmalarda olduğu gibi İsrail’in Gazze’yi birkaç gün füze yağmuruna tutacağını, ardından devreye bölge ülkelerinin gireceğini ve bir şekilde ateşkesin sağlanacağını hesap ediyordu; bilinmez. Ancak ne 3. intifada başladı, ne İsrail rehine pazarlığına yanaştı, ne bölge ülkeleri caydırıcı adımlar attı hatta İran bile HAMAS’ın istediği desteği tam olarak vermedi.
İran da İsrail ile on yıllardır, sahadaki vekil güçler, karşılıklı suikastlar, siber saldırılar ile devam eden mücadelesini aynı yöntemlerle ve kontrollü bir şekilde yürütebileceğini düşünüyordu. Bu çerçevede İran’ın ve desteklediği direniş hattının önceki gerilimlerden farklı olarak yaptığı tek şey Hizbullah’ın güney Lübnan’da, sınır bölgesinde sınırlı kalmak üzere ve aylarca kontrollü devam edecek şekilde savaş açması oldu.
Bu arada İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları ve gerilimin bölgesel savaşa dönüşme riski arttıkça bölge ve Avrupa ülkeleri ve hatta dolaylı yollarla Amerikalılar da İran’ın kapısını çalmaya başladı. Epeydir ağır bir ekonomik yaptırım ve siyasi izolasyon altında olan İran için Gazze savaşı diplomatik bir koza dönüşmeye başladı.
İsrail için 7 Ekim saldırısı çok ağır bir şok oldu, Netanyahu ve aşırı sağcı kabinesi şiddetli eleştirilerle ve suçlamalarla karşı karşıya kaldı.
İsrail “HAMAS ile mücadele ediyoruz” gerekçesiyle Gazze’ye saldırılarının şiddetini sürekli el yükselterek arttırdı. Sonuçta ilk birkaç gün birkaç Filistinli çocuk öldüğünde dünya medyası, Amerika’dan Avrupa’ya sokaklar, sosyal medya ayağa kalkıyordu ancak saldırılar şiddetlendikçe ve savaş uzadıkça katledilen siviller önce sayılara dönüştü, sonra günlük öldürülen sivil sayıları bile konuşulmaz oldu.
İsrail tam anlamıyla krizden fırsat çıkarmaya girişti. Madem bölgede yeni şartlar vardı, İsrail neden bu şartları lehine çevirmesindi.
Yeni yol haritasına göre;
– Gazze’yi “İsrail devletinin içindeki kanserli bir bölge” olarak gören İsrailli yetkililer Gazze’yi tamamen ele geçirecekti,
– Gazze’nin ele geçirilmesi 2 devletli çözümün en önemli unsurlarından olan demografiyi Filistinliler aleyhine bozabilirdi,
– Gazze’den sonra hafif silah taşıyan polis gücünden başka bir şeyi olmayan Filistin Yönetiminin bölgelerine daha büyük güçle ve daha kapsamlı bir şekilde yüklenmek kolaylaşacaktı,
– Filistinlilerin topraklarından metre metre gasbedilerek inşa edilen İsrail yerleşim birimlerinin güvenliğinin sağlanması, su kaynakları, bağlantı yolları vs. daha bir çok avantaj kazanmak mümkündü.
On yıllardır konuşulan bölgenin yeniden dizaynına dair senaryolar da “Neden olmasın?”, “Şimdi tam zamanı” yaklaşımları ile daha yüksek sesle dile getirilir oldu.
Sonuçta Arap Ayaklanması döneminin en büyük kazananlarından biri İran olmuştu ve nüfuzunu Irak’tan Suriye’ye, Lübnan’a, Gazze’ye ve Yemen’e kadar yaymıştı.
İsrail bir taşla iki kuş vurma hesapları yapmaya başladı ve stratejisini güncelledi. Gazze’de uzadıkça uzayan bir savaşı sürdürmektense İran’dan Gazze’ye uzanan silah ve lojistik hattını hedef almanın daha avantajlı olduğuna karar verdi. Eş zamanlı olarak da İran’ın İsrail’i çevreleme politikasının somut sonucu olarak yanı başında duran Hizbullah’ı hedef almaya başladı.
Böylece İsrail;
– Gazze’deki HAMAS’ı zayıflatmış olacaktı,
– Hizbullah’ı zayıflatarak hem askeri açıdan rahatlayacak hem de bölge ülkelerine gücünü bir kez daha kanıtlayacaktı,
– İran’ın bölge içlerine kadar uzanan kollarını budamış olacaktı.
– Bölgedeki nüfuzu zayıflayan bir İran’ın hem caydırıcılığı hem de diplomatik süreçlerde eli zayıflamış olurdu.
Bölge ülkeleri özellikle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır bu süreçte sessiz kalmayı ve girişimlerini Gazze’de bir ateşkesin sağlanması hedefiyle sınırlı tuttu. Sonuçta bölge ülkeleri de İran’ın bölgedeki nüfuzundan ve bu nüfuzun teminatları olan Hizbullah-HAMAS gibi yapılardan rahatsızdı.
Ayrıca Lübnan gibi Amerika’dan Suudi Arabistan’a, Fransa’dan İran’a çok sayıda ülkenin bölgesel nüfuz savaşlarının amiral gemisi bir ülkenin savaşa sürüklenmesi ihtimali kabul edilemezdi. Lübnan Hizbullah’ı zayıflarsa hem Hizbullah’ın hem de İran’ın Lübnan siyasetindeki etkisi de zayıflardı. Böylece İran Suriye’ye itilmiş olurdu. Bir sonraki aşamada elbette İran ile ilişkileri nedeniyle Suriye hedef olacaktı…
Bu bölgesel nüfuz savaşlarını harlayan bir başka mesele de Amerika’daki başkanlık seçimlerinden sonra Amerika’nın Irak ve belki de Suriye’den çekilebileceğine dair beklenti. Elbette Amerika “Biz gidiyoruz, ne yaparsanız yapın” demeyecek ve çekilmesinin ardından oluşacak boşluğu birilerine emanet edecek.
İran’ın bölgesel nüfuzunun en geniş ve en derin olduğu ülke Irak. Dolayısıyla Amerikalılar da önce Irak’ı ‘emin ellere’ teslim etmek istiyor.
İşte 7 Ekim’deki HAMAS’ın saldırı ve Amerika’nın bölgeden çekileceğine dair beklentilerin kesiştiği yerde Türkiye öne çıkıyor.
Bağdat ile Basra’dan Avrupa’ya uzanan ticaret yolu hattı, Türkiye’nin bugünlerde konuştuğu Kürtlere zeytin dalı uzatılması ve hatta yeni bir açılım süreci tartışmaları tesadüf değil elbette.
Sonuçta Amerika’nın çekilme sonrası oluşacak boşluğu emanet edebileceği NATO üyesi bir ülke olarak Türkiye’nin öne çıkması şaşırtıcı değil.
Amerika’nın “Ama sen de bir şeyler yap” beklentisinde olması da oldukça muhtemel.
Peki Arap dünyası bu duruma yani Türkiye’nin İran’ın çekilmeye zorlandığı ve Amerika’dan kalan boşluğu doldurmasına ne der?
Şimdilik sessizler. Sonuçta Arap dünyası bölgesinde İran’ı da istemiyor Türkiye’yi de ama Amerika ile uzlaşı içinde hareket eden bir Türkiye’yi tercih eder. Keza bölge ülkelerine göre İran ile Türkiye’nin birbirini dengelemesi kabul edilebilir bir strateji.
Rusya ve Çin ne yapar? İran’a destek verir mi bu süreçte? Açıkçası Çin’e dair yorum yapabilecek kadar veri yok elimde ama Rusya’nın ABD başkanlık koltuğuna kimin oturacağına bağlı olarak İran politikasının değişebileceğini söylemek mümkün. Trump ile Putin’in iyi ilişkileri malum, Rusya, İsrail ile ilişkilerini de bozmak istemiyor ama aynı zamanda bölgedeki mevcudiyetinden vazgeçmeyi de düşünmüyor.
Dolayısıyla Trump ABD başkanı olursa İran Rusya’dan umduğu ya da en azından ihtiyaç duyduğu nispette desteği alamayabilir. Çünkü her ülke kendi çıkarına bakıyor nihayetinde ve Rusya açısından en önemli melese yeni başkanın Ukrayna meselesine nasıl bakacağı. Kamala Harris başkan olursa Rusya’nın İran’a daha da yakınlaşması mümkün elbette.
Tekrar dönelim Türkiye’ye…
İran’dan ve Amerika’dan kalan boşluğu dolduran ülke olmak muhtemelen hükümet açısından heyecan verici olacak. Ancak böylesi bir sorumluluk sahada fiziken, askeri, siyasi, ticari açıdan da varlık göstermeyi gerektirir.
Velhasıl 7 Ekim 2023 bölgenin yeniden dizaynının miladı olacak gibi görünüyor. Ancak çok sayıda yerel, bölgesel ve uluslararası aktörün kapıştığı bu süreçte bırakın olacakları, yarını bile kestirmek çok zor.